Ya Rabbi; Konuşmak istemiyorum. İstemiyorum izzet tacımı kaptırmak. Bir şeyler beklemek ondan bundan. Oyalanmak. Kendimi anmak istemiyorum her duyduğum hikâyede. Ne de dünyayı içine alan her acıyı dışlayarak bakmak aynaya. Tornavidalar oysun gerekirse gözümü, çekiç darbeleriyle yaralansın yüzüm, ihanet ve intikamla örülsün her saç telim, bükülüp esneyebileyim bir keman teli gibi; avcıların kapanı üzerinden atlayarak, elektrik tellerinden havalanarak, çöl sessizliğinde en uzun molamı verebileyim. Hayret ve hayranlığa varayım en çaresiz anlarımda.
Musaffa, Huriye, Makbule ve Saliha Berşan’a
“Varlık bir harftir, sen onun anlamısın.” İbn Arabî
İKİNDİ
Anketler, düzenli yoklamalar, ikna kampanyaları tüm hızıyla sürüyor dışarıda. ikindi vaktinin girmesiyle birlikte pencereye yaklaştın. Avluda serin bir mart ikindisi, tutulmamış bir yastan arta kalan donuk mavi boşluklar. Taçyaprakların ardına gizlenmiş bir korku usul usul tırmanıyor, kabukları içinde çürüyor özler. İmtiyazlı bir yok oluş mu… Kimse bilmiyor. Bazı duaların kabul olmadığını bildiren eski, çok eski bir musalla taşı. Kırılmış.
Dileklerin sonbaharı, belki kışı. Ne zamandır aynı dili konuşanlar birbirini anlamaz olmuş, tene hiç değmeden geçiyor mevsimler. Buz denizlerini düşleyenlerin yüzünde ışığı gizleyen bir bekleyiş var. Sisli caddeler. Sokak araları dumanlı.
Pencereyi kontrol ettin çabucak. Avlunun demir parmaklıklarından sıyrılarak yan caddedeki binaların dış cephelerinden sekip, kırmızı halı serilmiş apartman girişlerine, pencere önü saksılarına bir yumak gibi dolanan zamanın, içeri sızarak boynuna dolanmasına engel olacaksın. Ömrünü nerede tüketeceğini biliyorsun. İçerde.
Bir penceresin avluya bakan. Sana verilen zamanı içeri sokmayan… Anlaşılması zor birisin. Uzun zamandır silinmemiş bir pencere ne kadar gösterirse içeriyi…
Toz alıyor, kadife koltuğuna uzanıp akvaryum balıklarına bakıyorsun. Bir başka zamana. Neredeyse ekrana sabitlenmiş bir görüntü. Ekranın gerisindeki balıklar deftere çizilen kenar süsleri gibi göz alıcı. Yüzgeçleri, baloncuklar çıkararak açılıp kapanan ağızları, hiç kapanmayan gözleri ve kıvrım kıvrım bedenleriyle su altındaki mercan ve yosunlar arasında minik dalgalanmalar, akıntı ve ters akıntılar oluşturarak aşağıdan yukarı, bir yandan öteki yana akıyorlar durmaksızın. Süs balıklarının âlemi yeniden boyanıyor; parlak turuncular, gök mavileri, sarılarla yeşiller suda çalkalanıyor. Bazı balıklar telaşlı, bazıları hımbıl denecek kadar sakin.
Bakıyorsun onlara. Yaşam böyle geçebilir. İçindekileri kendinde tutarak.
Ani bir kabulleniş sonra, hayatın dışında kalan ne varsa onu…
Daha önce okumuş muydunuz? Belki de eskiden tanışmıştınız. Hayatın dışında… Kalanlarla… Kendinde biriktirdiğin zamanla baş başa…
Nedir insanlığın en büyük buluşu?
Akıntıya kapılmış süs balıkları.
Hiç akla gelmeyen bir varoluş imkânı.
İlahi adaleti bu dünyada arayanlar korkaktır. Korkaktırlar çünkü dünyayı böyle kutsamakla gerçeklik sezgisi bir dogma gibi dehşete düşürüyor onları… Bir dogma dünya. Beklenti-sindeler hep. Tanımadıkları insanların duası ulaşmıyor onlara. Zevkine eremedikleri bir bilgiye sabretmeleri için sen mi ikna edeceksin onları? Güldürme.
Ayaklarını uzattığın sehpanın üzerinde kimi açık, kiminin sayfaları kıvrılmış bir yığın kalın kitap. Bazıları iri puntolu, bazıları değil. Felsefeden söz edenlerin tartıştığı kavramlar, gerekçelerle ve analizlerle kendini meşgul edenlerin tasarladığı çokanlamlı dünyalar… Kim salata yıkarken şarkı mırıldandıysa, biri onu düşünüyordur. Diyorsun. Yine dehşete düşmüşler işte.
Kızarmakta olan mücverlerine baktın, ocağın altını kapadın. Kulaklarında ‘Salve Regina’! Eskimiş bir erdem sizce neye benzer? Sorumluluk almadan inananlar, birine güvenmek söz konusu olduğunda neden rahatsızlık duyarlar? Böyle bir yığın şey ilerliyor içinde. Soru formatları…
Halka halka doğradığın soğanlara tuz ve zeytinyağıyla birlikte biraz da şeker ekleyeceksin. Aklî düşünürler’ yemek tariflerini de küçümser. Gölgeleri terk etmiştir onları. Tanımadıkları bir eve gündelikçi olarak gitsinler. Bir haftalığına sadece. Yalnız kalamayan kadınlar ise kendilerine karamelize soğan yapmalılar.
Bâtın bir uğraştır eviçleri, maydanozun ruhuna benzer.
Gülüyorlar.
Avluda, kefeni içinde artık sızlamayan bir yürek. Etrafında toplananlar giderek artıyor. Kara gözlüklü, ütülü ceketli, seçkin bir kalabalık. Aralarında çocuklarına söz geçiremeyen anneler var ve niçin öldürdüğünü bilmeyen kardeşler… Kestane ağaçlarının sağlığını, kuyrukluyıldızların geçişini konuşuyorlar. Her şey konuşuluyor avluda bu ikindi vakti. Gitgide ağırlaşan, yoğunlaşan bir hayalî tabaka. Paslı gözlerin, buğulu bir camın ardından bakmak gibi, görmekte zorlanacağı…
Avluda konuşulmayan tek şey: Kendi ölümleriniz, ölüleriniz.
İnciler ansızın dizildikleri ipten koparak düşüyor, yeni cilalanmış bir koridorda hızla kendi kabuklarına doğru çekiliyorlar. Poyrazın yerinden oynatıp havalandırdığı kuşluk vakitleri, geç ikindiler, erken akşamüstleri bir toz fırtınasındaki gibi dönmeye, birbirlerine karışmaya başlıyor. Kolay kolay dinmeyen, aynı anda avludaki iç dünyalarda da esebilen bir fırtına olacaktır bu. Estikçe geride kalanların talihini defalarca dölleyecek, belirmelerle yok oluşları bir hortum gibi içine çekerek insanı kendi diplerinden uzaklara sürükleyecek bir fırtına.
Ve sonra yağmur. İlk damlalar avludan çıkarılmakta olan tabuta rahmet gibi dökülecek. Bir arındırma biçimi belki. Ötelerden inen.
Seçkin kalabalıktakiler, caddeye çıkan kapının önünde, daha iyi bir ev almaktan bahsediyorlar, yakındaki bir kafede kiş yiyecekler birazdan. Dünya kim bilir kimlerin elinde çal-kanmakta. Umut da korku da asfalt kenarlarında açmış gelinciklerle menekşeler gibi, seni dışarıda bekleyen yolun doğal güzellikleriymişçesine dizilmekte bir bir…
Yağmurda avlu. Biraz tedirgin edici. Islanan taşta mürekkep gibi leke bırakıyor hatıralar. Çınar ağaçlarından melankoli yükseliyor, göklere bakmayı özlemiş olmalılar, bir zamanlar yıldızların göründüğü gecelere.
Caminin iki yüzyıllık kapısı, ikindi namazından çıkan son ihtiyarın ardından ağır ağır kapandı. İhtiyarlar avludaki banka doğru minik Çinli adımlarıyla ilerliyorlar, her birinde kuzey yıldızının sabrı.
“Korkmayın! Ruhunuz ya ölüm anında alınır ya uykuda!” En büyük hayalinin bozkır rüzgârlarına, buğday tarlalarına karışmak olduğunu söyleyen biri geride kalanlara böyle bağırdı. Ruh avcılarına. Avlunun çıkışında. İhtiyarlardan daha iyi bildiğiniz şeyler ancak kendi icatlarınızdır. Ruhu siz icat etmediniz. Ne de ahireti. Siz sadece unuttunuz.
Dünya görüşünü haykıranlar ilgilendirmesin seni. Yufka gibi yürekleriyle en sert makalelerini yazsınlar isterlerse. Dünya yaltakçıları! Bildiklerini anlatma kibrine kapılmayan bir adamın kendine bakışındasın sen. Görmüyor musun, şu avludan çıktığında, başkalarının ölümü havada kapışılıyor. Sen dal rüzgârların uykusuna ve kırbaç şaklatmalarıyla rüyalarını terbiye etmeye kalkan gafil uyruklulardan uzak dur!
Bunları mı geçirdi dersin ihtiyar aklından… Sükût etmenin tecrübesi, işitiyorsun.
Dere yataklarından, harman yerlerinden kokular toplayarak karanlık çöktüğünde hayalî ateşini yaktığın, birbirini sevenlerin niçin birbirlerine tükürdüklerini anlamaya çalıştığın, pişirdiğin yemeklerden yayılan kokuların tepesinde toplaştığı bu büyük şehir avlusuna hep pencereden bakmadın tabii. Ölülerini de uğurladın sık sık. Anneni, babanı, anneanneni, halanı, dedelerini…
En çok korkuyu gördün. Başkalarının ölüsünü havada kapışanların tabut önündeki korkularını. Sen korkmadın. Pencerelerinden bakan bazı beyaz saçlı nineler de korkmuyor. Ağızbirliği etmişçesine susuyorsunuz. Ebedî çayırlarda yankılanan bir şarkıyı susuyorsunuz… Birlikte.
Alnını cama değdirerek yüzünü yerine takmaya çalışıyorsun. Yüzün solgun. Gözlerinin altında mor halkalar, dudakların çatlamış. Karşı pencerelerin gerisindeki mutfak dolaplarını görüyorsun; kulpları kopuk, kimi duvardan sıva dökülüyor; yağmur suyu sızdırıyor pervazlar. Çoktan kopmuş sanki kıyamet. Gökadalar dağılmış, gezegenler çökmüş kendi içlerine, yeniden doğmuşlar. Fizik ve kimya formülleri çürütüldükten sonra, yenileri bulunmuş.
Sonsuz uzay boşluğunda kendini yitiren insan zerresi.
Çocuk, tezgâhtar, sardunya saksısı, manav rafı, ak saçlı tamirci, baharat kavanozları, beyefendiler, hanımlar… Siz avluda kalanlar! Ölüm korkusu sizedir yalnız. Cam kırığından bir dünyaya düşmüşsünüz birlikte. Bilincin dimdik surlarını yardınız.
Güvenin bittiği her yerde bir polis dikilmişti, duanın bittiği her yerde ego vardı. Parlak yüzler.
‘Paradokslarla paraboller’in isyanı!
“Bastırmak gerek bu isyanı…” Böyle dedi geçici yöneticiler, kravatlı çatışma müdürleri, yeni kinlerin eşbaşkanları. Uzak menzilli hayallerinize susturucu takıp kesici aletlerle izlediler sizi. Sigara paketine dilediğiniz vakit erişebilmenin bir hak olduğuna ikna ettiler. Bu hakkınızın peşinde gökdeleninden aşağı ittirdiler en yakınlarınızı. Düşenlerin ellerinde beyaz mendiller… Yükseklik korkusuyla içeri kaçtı pek çoğunuz.
Merak etmiyor musunuz, nerede ağlıyordur şimdi tek gözünü yitirmiş kambur tetikçiler, geri dönemeyen kaçaklar? Nerede gözyaşı dökmektedir boş arazide gölge arayan önyargıçlar, eski künyelerini kuytulara savurup köşelerinde pinekleyen kadılar?..
Arka bahçelerde, dar sokaklarda babaannen gibi ay yüzlü kadınlar tek tük dolaşıyor. Razı olmanın kudreti yok hiçbirinde, etekleri leke leke. Ölümden korkanlarda tarumar edilmiş, unutulmuş veya belki de henüz tanımlanmamış bir korku.
Toprak korkusu mu? Belki geride kalanlardan olmak. Terk edilmiş küçük bir çocuğun dahi korkmayacağı… Cesedin karşısında kendisi için üzülen ve ağlayanlar. Ölümden çok yaşamayı sürdürmekten duyulan korku. Artık kimse tarafından hatırlanamayacak olmaktan, unutulmaktan.
Somut yaşam masif, katı. Zaten unutturuyor. Konuşmak unutturuyor sonra. Kendinizden bahsetmek… Durmaksızın. Sizi ölülerinizden uzaklaştırıyor, öte âlemlerden, rüyalardan, hayallerden, çocukları uyku âlemine hevesle yollayan masallardan. Kendi anlattıklarınıza sıkıştırıp soluksuz bırakana dek bir kuş pisliği gibi tüm sohbetlerinizde. Soluksuz bırakana dek, rektifiye edilmiş bir inanç mekanizması gibi sizi… Evet, unutturuyor konuşmak.
Çöle dağılmış pabuçlardan önce, sokağa atılmış hafızalarda kalan o kadavra kokusu. O konuşarak hayatın tüm gerçekliğine, insan ruhuna dokunmuş olma yanılgısı… Hep bundan. Bundan bu toprak inkârcılığı. Burada kalma arzusu. Hiç olmazsa yeniden, defalarca gelme açlığı… Ve bununla beslenen korku işte, toprak korkusu.
Çökmekte olan karanlığın içinde pıtrak gibi bitiveren puslu ışıklar gözünü almaya başlıyor. Apartman dairelerinden süzülen silik ve yılgın hayat aralıkları. Kadınların plastik bulaşık eldivenleri taktıkları sıradan mutfaklarda, genç kızların yaramazlık ettiği yağmur suyu sızdıran tavanaralarında, halının püskülüne basıp duran atletli aile babalarının dumanlı sofralarında birikmiş, alt ve üst komşulara bulaşmış eğreti kederlere, çoktanseç-meli acılara dalıyorsun.
Aydınlık odaların loş lahitlere dönüşü. Yüzünde gece. İzliyorsun. Gece pencere kenarlarında, şimdi ıssız bir avluda.
Yaşama şehrin dışında başlamıştın, ayçiçeği tarlalarında kuzey rüzgârlarına açık bir Marmara kasabasında. Sepet içinde bulunmuştun. Böyle de olabilirdi. Böyle başlayabilirdi hikâyen. Çünkü eviçlerinde zaman, yalnız geçmiş ve gelecekten değil, dilek, emir ve istek kiplerinden de yapılıyor. Dileklerinle, hayal ve dualarınla bir varoluş şekli bulabilirsin ne zaman istersen. Başkasının senden götüremeyeceği tek şeydir iç dünyan.
Perdeyi çekip içeri girdiğinde kocan çoktan uyumuş. Akşamları onu yatağında ziyaret eden kendi küçük ölümüne çekilmiş. Yorganın altında nefesi düzenli. Kırmızı koltuk ve sehpa yine. Su altı akıntıları. Mercan diplerinde el sıkışan nazik süs balıkları.
Billur kâselerde yapacaksın yalnızlığını. Zıpkın ile mızrak arasında yufkayı bilen ellerin beyaz yalanlar öğütüyor. Tencerende irmiğin gözyaşları. Bin melek anıyor seni. Avluda kalanları birbirine bağlıyor melekler. Ellerin hamarat ve aşina kelimelere.