“Okuyucuların karşısına ilk kez çıkan yazar Chloe Neill uykusuz geçen bir gecemin sebebi oldu! Onun son derece dikkat çekici vampir kahramanı ve titizlikle oluşturduğu dünyası sayesinde ilk sayfasından itibaren bu kitabın içine çekildim ve gün ağarana kadar okumaya devam ettim.”
–Julie Kenner
“Vampir Merit gerçek hayatta yaşasaydı onunla çok iyi vakit geçirirdik.”
–Candace Havens
Dinmeyen Bir Susuzluk
Vücudumu hızla saran ateş yüzünden neredeyse nefesim kesiliyordu, ayakta kalabilmek için ikili koltuğun sırtına tutunmak zorunda kaldım. Midem kasıldı, hissettiğim ağrı karnımda dalgalar hâlinde hareket ediyordu. Başım döndü ve dilimi köpek dişime değdirdiğimde dişimin uzayıp sivri bir hâl aldığını hissettim.
İçgüdüsel olarak yutkundum. Kana ihtiyacım vardı. Şimdi.
“Ethan.” Bunu söyleyen Luc’tu ve arka tarafımda bir hışırtı duydum.
Bir el kolumu sımsıkı tuttu ve başımı kaldırıp bakınca Ethan’ın hemen yanımda, yeşil gözleri kocaman açılmış hâlde dikildiğini gördüm. “İlk Açlık…” diye açıkladı.
Ama kelimeler bana hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Başımı eğip kolumdaki uzun parmaklarına bakınca ateşin tekrar hücuma geçtiğini hissettim. Bu ateşle ayak parmaklarımı kıvırdım, bu sıcaklıktan zevk alıyordum.
Bunun bir anlamı vardı. Bu hislerin, bu ihtiyacın, bu susuzluğun… Başımı kaldırıp Ethan’a baktım, bakışlarım üst düğmeleri iliklenmemiş gömleğinin açıkta bıraktığı tenine, sonra boynuna, güçlü çenesine ve dudaklarının şehvetli kıvrımlarına kaydı.
Kan istiyordum ve bu kanı ondan almak istiyordum.
….
“Olmadığın biri olarak sevilmektense olduğun biri olarak nefret edilmek yeğdir.”
– André Gide
BİRİNCİ BÖLÜM
DÖNÜŞÜM
Nisan başları
Chicago, Illinois
İlk başta, bunun önceki hayatımda yaptığım bir şeyin cezası olup olmadığını merak ettim. Daha önce vampir fantezilerini küçümsemiştim ve evrenin benden bir intikamı olarak onlardan birine dönüştürülmüştüm: Bir vampire, bir yırtıcıya… Amerika Birleşik Devletleri’ndeki on iki vampir evinin en eskilerinden birine kabul edilmiştim.
Ve sadece onlardan biri değildim.
En iyilerinden biriydim.
Ama durun, biraz hızlı anlatıyorum. Önce size nasıl vampir olduğumu anlatayım, hikâyem dönüşümümü tamamladığım geceden, yani yirmi sekizinci doğum günümden birkaç hafta önce başladı. Chicago Üniversitesi kampüsünde gezinirken saldırıya uğramamdan üç gün sonra o gece, bir limuzinin arka tarafında gözlerimi açtım.
Saldırının tüm detaylarını hatırlayamıyordum. Ama hayatta olduğum için sevinçten çılgına dönecek kadarını hatırlayabilmiştim. Hâlâ nefes alabildiğime şaşırıyordum.
Limuzinin arkasında otururken gözlerimi sımsıkı kapatıp saldırıyı hatırlamaya çalıştım. Saldırgan beni yakalamadan önce çiy kaplı çimenler yüzünden tam işitemediğim ayak seslerini duyar gibi olmuştum. Çığlık atıp tekmeler savurmuş, adamın elinden kurtulmaya çalışmıştım ama karşımdaki, beni yere itmişti. Adam aşırı güçlüydü, hatta doğaüstü bir güce sahipti ve kim ya da ne olduğuna dair çok az şüphe bırakacak yırtıcı bir vahşilikle boynumu ısırdı.
O bir vampirdi.
Ama dişlerini tenime ve kasıma geçirdiğinde kanımı içmedi, buna vakti olmadı. Öncesinde hiçbir işaret vermeden durup geri kaçtı, sonra da meydanın ilersindeki binaların arasına koştu.
Bana saldıran kişi geçici olarak ortadan kaybolmuştu, elimi boynumla omzumun birleştiği yere götürüp yapış yapış sıcaklığı hissettim. Görüşüm bulanıklaşıyordu ama parmaklarımdaki şarap rengi lekeyi çok net görebiliyordum.
Sonra etrafımda bir hareketlilik oldu. İki adam.
Bana saldıran kişinin onları görünce kaçtığı iki adam.
İlk konuşanın sesi huzursuz çıkıyordu. “Adam hızlıydı. Acele etmen gerekecek Köle.”
İkincisi son derece rahattı. “Hallederim.”
Beni dizlerimin üstüne kaldırıp arkamda diz çöktü, bir kolunu destek verircesine dolamıştı belime. Sabun ve temizlik kokan bir parfümü vardı.
Hareket etmek, biraz çabalamak istedim ancak gittikçe hâlsizleşiyordum.
“Kıpırdama.”
“Sevimliymiş.”
“Evet, öyle.” dedi. Boynumdaki yarayı emdi. Ben tekrar kıpırdanınca saçlarımı okşadı. “Kıpırdama.”
Sonraki üç güne, beni bir vampire dönüştüren, genetik yeniden yapılandırmaya dair çok az şey hatırlıyordum. Hâlâ bile sadece birkaç anı var aklımda: Çok derinlere inen, donuk bir acı ve onun vücudumu kıvrandıran darbeleri, insanı hissizleştiren bir soğuk, karanlık; yemyeşil bir çift göz…
Limuzindeyken, boynumda ve omuzlarımda olması gereken yara izlerine dokundum. Bana saldıran vampir düzgün ısırmamıştı, boynumdaki deriyi açlıktan ölmek üzere olan bir hayvan gibi parçalamıştı. Ama tenim pürüzsüzdü. Yara izi yoktu. Şişlikler yoktu. Bandajlar da yoktu. Elimi geri çekip soluk rengime ve üç gün önce vişne kırmızısına boyanmış kısa tırnaklarıma baktım.
Kan gitmişti ve tırnaklarıma manikür yapılmıştı.
Sersemlik hissinden kurtulmaya çalışarak yerimde doğruldum. Üzerimdeki giysiler de farklıydı. En son kot pantolon ve tişört giyiyordum. O an ise üzerimde dizlerimin hemen aşağısına kadar inen ve vücudumu saran, siyah bir kokteyl elbisesi ve ayaklarımda da sekiz santimlik siyah topuklular vardı.
Yani saldırıya uğramış, yirmi yedi yaşında bir kurbandım; tertemizdim, tuhaf bir şekilde yara izlerim yoktu ve bana ait olmayan bir kokteyl elbisesi giyiyordum. O an ve orada anladım, beni kendilerinden birine dönüştürmüşlerdi.
Chicago vampirlerinden birine…
Her şey sekiz ay önce bir mektupla, ilk kez Sun-Times ve Trib’de yayımlanan ve sonra da tüm ülkede bildirilerle duyurulan bir tür vampir manifestosuyla başlamıştı. Bu, onların varlıklarını tüm dünyaya duyurma şekliydi, toplum önüne çıkmalarıydı. Bazı insanlar bunun bir şaka olduğunu düşündü, en azından bu vampirlerden üçü uzun ve sivri dişlerini gösterdikleri bir basın toplantısı düzenleyene kadar. İnsanların bu panikli hâli Rüzgârlı Şehir Chicago’da dört gün süren bir kargaşaya ve bir vampir kıyametinin kopacağı korkusuyla su ve konservelerin yağmalanmasına yol açtı. Federaller en sonunda devreye girdiler ve vampirlerin varlıklarının her detayını ortaya sermek amacıyla parlamento soruşturmalarının, duruşmaların saplantılı denebilecek şekilde kayda alınıp televizyonda yayınlanmasını emrettiler. Ve her ne kadar ilk adımı atan kendileri olsa da vampirler bu detaylar konusunda ketumdular. Halkın vampirlere dair bildiği, onların uzun ve sivri dişlere sahip olduklarından, kan içtiklerinden ve geceleri ortalıkta gezindiklerinden ibaretti. Sekiz ay sonra bazı insanlar hâlâ korkuyordu. Bazıları ise takıntılı hâle gelmişti: yaşam tarzlarına, ölümsüzlüğün cazibesine, vampirlerin kendisine… Özellikle de halka kendilerini gösterme işini yöneten ve parlamento duruşmalarının ilk gününde insanların önüne çıkan, Rüzgârlı Şehrin göz kamaştırıcı vampirellası Celina Desaulniers’e…
Celina ince, uzun biriydi ve simsiyah saçlara sahipti. O gün üzerinde, sanki üzerine yapışmış gibi duran, daracık, siyah bir takım elbise vardı. Görüntüsünü bir yana bırakırsak, son derece akıllı ve bilgiliydi, insanları parmağında oynatmayı da çok iyi biliyordu. Mesela: Idaho’dan gelen kıdemli senatör, artık vampirlerin sırrı açığa çıktığına göre Celina’ya ne yapmayı planladığını sormuştu.
Celina ise soruyu mükemmel bir şekilde, ahenkli bir sesle cevaplamıştı: “Karanlıktan olabildiğince çok faydalanacağım.”
Yirmi yıllık tecrübeli parlamenter gözlerinde öyle budalaca ve şehvetli bir ifadeyle gülümsemişti ki New York Times’ın baş sayfasında bu hâlinin fotoğrafı basılmıştı.
Bense böylesi tepkiler vermemiştim. Gözlerimi devirip televizyonu kapamıştım.
Onlarla, o kadınla, onların iddialarıyla dalga geçmiştim.
Ve buna karşılık beni kendilerinden biri yapmışlardı.
Bu karma denen şey şirretin teki değildi de neydi?
Şimdi beni evime geri gönderiyorlardı ama farklı bir şekilde. Vücudumun başına gelen değişikliklere rağmen beni büyüleyici hâle getirip kanımın hepsini almışlar, giysilerimi çıkarıp kendilerine benzer bir şekilde yeniden paketlemişlerdi.
Beni öldürmüşlerdi. Beni iyileştirmişlerdi. Beni dönüştürmüşlerdi.
Beni vampire dönüştürenlere duyduğum güvensizliğin çekirdeği, o ufak tohum kök salıyordu artık.
Limuzin, ev arkadaşım Mallory’yle birlikte yaşadığım Wicker Park’taki sıralı, kahverengi tuğlalı evlerden birinin önünde durduğunda hâlâ sersem gibiydim. Uykulu değil ama bitkindim ve içinde ilerleyemeyeceğim kadar yoğun bir bulanıklığın ortasındaydı bilincim. Belki ilaçlar yüzündendi ya da insanlıktan vampirliğe geçişin artçı etkileriydi bunlar.
Mallory verandada dururken omuzlarına kadar gelen buz mavisi saçları tavandaki tek bir ampulden gelen ışıkla parlıyordu. Endişeli görünüyor ama geleceğimi de biliyor gibiydi. Üzerinde komik maymun desenlerinin olduğu pazen pijamaları vardı. Saatin geç olduğunu fark ettim.
Limuzinin kapısı açılınca önce eve sonra da arka koltuğa bakan siyah üniformalı ve kasketli adama baktım.
“Hanımefendi!” Elini beklentiyle uzattı.
Parmaklarım onun avucunun içinde, asfalta adımımı attım; topuklular yüzünden bileklerim sağa sola burkuluyordu. Nadiren topuklu giyerdim, kot pantolonu üniformam olarak benimsemiştim. Zaten yüksek lisans yaparken başka bir şeye de gerek yoktu.
Bir kapının kapandığını duydum. Saniyeler sonra bir el, dirseğimden tuttu beni. Bakışlarım soluk renkli, narin kola; oradan da kolun ait olduğu kişinin gözlüklü yüzüne gitti. Kolumu tutan ve limuzinin ön koltuğundan inmiş olduğunu düşündüğüm kadın bana gülümsedi.
“Merhaba tatlım! Artık evindeyiz. İçeri girmene yardım edeyim, sonra da eşyalarını toparlarız.”
Sarhoş hâlim beni uysallaştırdığı ve ona karşı koymak için iyi bir nedenim de olmadığı için, ellili yaşlarının sonunda gibi görünen kadını başımı sallayarak onayladım. Alagarson modelde kesilmiş çelik grisi saçları vardı, biçimli vücuduna oturan şık bir takım giymişti ve profesyonellere yaraşır bir güven duygusuyla hareket ediyordu. Biz kaldırımda ilerlerken Mallory yüzü bize dönük şekilde, merdivenlerden bir basamak indi dikkatlice ve sonra bir basamak daha…
“Merit sen misin?”
Yanımdaki kadın sırtımı sıvazladı. “O iyi olacak tatlım. Sadece biraz sersemlemiş durumda. Ben Helen. Sen de Mallory olmalısın?”
Mallory başını salladı ama bakışlarını benden ayırmadı. “Sevimli bir evmiş. İçeri girebilir miyiz?” Mallory başını tekrar sallayıp merdivenleri çıkmaya başladı. Ben de onu takip edecektim ki kadının kolumdaki baskısını artırması beni durdurdu. “Merit ismini mi kullanıyorsun tatlım? Soyadını yani?”
Evet, anlamında başımı salladım.
O da sabırla gülümsedi. “Yeni dönüştürülenler tek bir isim kullanırlar. Merit, eğer bunu kullanıyorsan, adını değiştirmemiz gerekmez. Sadece evlerin liderleri soyadlarını koruyabilirler. Bu, hatırlaman gereken kurallardan sadece biri.” Bana doğru eğilerek suratında pis bir ifadeyle konuşmasına devam etti. “Ve kuralları çiğnemek düşkünlere yaraşır bir harekettir.”
Onun bu yumuşak ikazı karanlıkta yanan bir işaret feneri gibi zihnimde bir şeyleri ateşledi. Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Bir insanı rızası olmadan dönüştürmek de bazılarınca düşkünlere yaraşır bir hareket olarak görülebilir, Helen.”
Helen’in suratında sabit bir gülümseme vardı fakat bu gülüş gözlerine ulaşmıyordu. “Merit, hayatını kurtarmak için vampire dönüştürüldün sen. Rıza konusunun bununla alakası yok.” Ardından Mallory’ye baktı. “Sanırım bir bardak su ona iyi gelecektir. Sizi baş başa bırakayım biraz.”
Mallory başını salladı ve omzunda eski görünümlü, deri bir çanta taşıyan Helen onu geçip eve girdi. Geri kalan merdivenleri tek başıma çıktım ama Mallory’nin yanına geldiğimde durdum. Mavi gözleri yaşlarla doluydu, dolgun dudaklara sahip ağzını ise buruşturmuştu. Olağanüstü, klasik bir güzelliğe sahipti; bu klasikliği yıkmak için saçlarını paket paket mavi Kool-Aid’le* renklendirmişti.
Bunun, kendini göstermenin bir yolu olduğunu iddia ediyordu. Doğrusu alışılmamış bir şeydi bu fakat yaratıcılığıyla var olan bir reklam şirketi yöneticisi için kötü bir görüntü de değildi.
“Sen…” Başını sallayıp devam etti. “Üç gün oldu. Nerede olduğunu bilmiyordum. Sen eve gelmeyince annenleri aradım. Baban konuyu halledeceğini söyledi. Polisi aramamamı tembihledi. Kendisini birinin arayıp senin saldırıya uğradığını ama durumunun iyi olduğunu söylediğini anlattı. İyileşmekte olduğunu… Babana, hazır olduğunda seni eve getireceklerini söylemişler. Birkaç dakika önce beni aradılar. Eve doğru geldiğini söylediler.” Beni boğarcasına kucakladı. “Beni aramadın ya, eşek sudan gelinceye kadar döveceğim seni.”
Geri çekilip baştan ayağa süzdü beni. “Onlar… Dönüştürüldüğünü söylediler.”
Başımı salladım, gözyaşlarım aktı akacaktı.
“Yani sen vampirsin, öyle mi?” diye sordu.
“Sanırım. Sadece uyandım ve… Bilmiyorum işte.”
“Herhangi bir farklılık hissediyor musun?”
“Yavaşlamış… hissediyorum.”
Mallory kendinden emin edayla başını salladı. “Dönüşümün etkileri muhtemelen. Bunun olabileceğini söylüyorlar. Her şey yoluna girecektir.” Mallory bilirdi tabii, benim aksime o, vampirlerle ilgili bütün haberleri takip ediyordu. Cılız bir gülümsemeyle baktı. “Hey, sen hâlâ bildiğimiz Merit’sin, değil mi?”
Tuhaf şekilde, en iyi arkadaşım ve aynı zamanda ev arkadaşım olan kişiden, bende bir batma hissi uyandıran bir şeyler yayıldığını hissettim. Bir karıncalanma, elektriklenmeydi sanki hissettiğim. Ama hâlâ uykulu, sersem gibi olduğum için bunu görmezden geldim.
“Ben hâlâ aynı benim.” dedim ona.
Ve bunun doğru olduğunu umut ettim.
Bu kahverengi taştan ev, dört yıl önceki ölümüne kadar Mallory’nin büyük halasına aitti. Anne ve babasını çok küçükken bir trafik kazasında kaybeden Mallory evi ve ahşap döşemeleri örten adi kilimlerden antika mobilyalara, çiçek vazolarının resmedildiği yağlı boya tablolara kadar içindeki her şeyi miras olarak almıştı. Şık değildi ama evdi işte ve ev gibi kokuyordu: ahşap cilasının limon esanslı kokusu, kurabiye kokusu, rahatlık hissi veren toz kokusu. Tüm kokular üç gün öncekiyle aynıydı ancak kokunun daha yoğun olduğunu fark ettim. Daha zengin olduğunu…
Belki de gelişmiş vampir algıları sayesinde böyle olmuştu, kim bilir?
Oturma odasına girdiğimizde Helen pötikareli kumaşla döşeli kanepeye oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Önündeki sehpanın üzerinde bir bardak su duruyordu.
“İçeri girin hanımlar. Oturun.” Gülümseyip kanepeye vurdu yavaşça. Mallory’yle bakıştık. Ben Helen’ın yanına oturdum. Mallory de kanepenin karşısında duran iki kişilik koltuğa geçti. Helen suyu bana uzattı.
Bardağı dudaklarıma götürdüm ama içmeden önce durdum. “Ben… Kandan başka şeyler de yiyip içebilirim, değil mi?”
Helen’ın kahkahası çınladı. “Tabii ki tatlım. İstediğin her şeyi yiyebilirsin. Ama besleyici değeri yüzünden kana ihtiyacın olacak.” Bana doğru eğilip parmaklarının ucuyla çıplak dizime tokundu. “Ve bunun hoşuna gideceğini söyleyebilirim!” Bu sözleri büyük bir sırrı açığa vurur gibi ya da kapı komşusu hakkında bir dedikoduyu paylaşır gibi söylemişti.
Bir yudum alınca suyun hâlâ su gibi tat verdiğini keşfettim. Bardağı sehpaya bıraktım.
Helen ellerini dizlerine vurdu sonra ikimize de kocaman bir gülümsemeyle baktı. “Pekâlâ, artık başlayalım, değil mi?” Ayaklarının dibindeki çantaya uzanıp sözlük boyutlarında, deri kaplı bir kitap çıkardı. Koyu şarap rengindeki kapağın üzerine altın renkli harfler basılmıştı –Kuzey Amerika Evleri Kanunları, El Kitabı. “Cadogan Evi’ne katılmakla ilgili bilmen gereken her şey burada. Bu kanunlar kitabının tamamı değil tabii ki. Epeyce fazla olduğu için burada kuralların hepsi yok gördüğün gibi ama buradaki bilgiler temel konuları içeriyor.”
“Cadogan Evi mi?” diye sordu Mallory. “Cidden mi?”
Önce Mallory’ye, sonra Helen’a gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Cadogan Evi de nedir?”
Helen kemik çerçeveli gözlüklerinin üstünden bana baktı. “Cadogan, senin kabul edileceğin ev. Chicago’daki üç vampir evinden, yani Navarre, Cadogan ve Grey’den biri. Sadece her evin lideri insanları vampire dönüştürme ayrıcalığına sahiptir. Sen de Cadogan’ın Lideri…”
“Ethan Sullivan tarafından dönüştürüldün.” diyerek onun sözlerini tamamladı Mallory.
Helen da onaylarcasına salladı başını. “Doğru.”
Merak dolu gözlerle Mallory’ye baktım.
“İnternet…” dedi. “Neler neler yazıyor, şaşarsın.”
“Ethan, Cadogan’ın ikinci lideri. Peter Cadogan’ın peşinden karanlığa yürüdü, tabiri caizse.”
Sadece liderler insanları vampire dönüştürebildiklerine göre bu Ethan Sullivan o gece sonradan gelen vampirdi, ikinci seferde beni ısıran vampir yani.
“Bu ev…” diye başladım söze. “Ben, yani, vampir kardeşliği gibi bir şeyin içinde falan mıyım?”
Helen başını salladı. “Daha karmaşık bir şey bu. Dünyadaki bütün meşru vampirler bu evlerden herhangi birine bağlıdırlar. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde on iki ev var; Cadogan da bunlar arasındaki en eski dört evden biri.” Helen duruşunu daha da dikleştirdi, bu yüzden kaba bir tahminde bulunup onun da Cadogan Evi’nin en önde gelen üyelerinden biri olduğunu düşündüm.
Helen kitabı bana uzattı, dört buçuk kilo falan vardı ağırlığı. Kitabı kucağıma, dizlerimin ortasına koydum.
“Kuralların hepsini hatırlaman gerekmeyecek elbette fakat giriş kısımlarını okumak isteyeceksindir. Böylece en azından içerikle ilgili bir fikrin olur. Ve tabii ki, belli başlı soruların için bu kitaba başvurabilirsin. Tören bölümünü mutlaka oku.”
“Tören bölümü mü?”
“Kabul töreniyle ilgili olan kısım. Evin resmî bir üyesi olacaksın, bunun için Ethan’a ve Cadogan vampirlerinin geri kalanlarına yeminini sunacaksın. Laf açılmışken, ödemeler genellikle yemin edildikten iki hafta sonra başlar.”
Gözlerimi kırpıştırdım. “Ödemeler mi?”
Bana yine gözlüklerinin üstünden bir bakış attı. “Maaşın tatlım…”
Sinirden boğuk boğuk gülmeye başladım. “Benim maaşa falan ihtiyacım yok. Öğrenciyim ben. Asistanlık yapıyorum. Bununla cep harçlığımı çıkarıyorum.” Üç yıldır lisansüstü araştırmalar yapıyordum ve romantik Orta Çağ edebiyatı üzerine yazmakta olduğum tezin üç bölümünü tamamlamıştım.
Helen kaşlarını çattı. “Hayatım, okula dönemezsin artık. Üniversiteler vampirleri öğrenci olarak kabul etmiyor ve işe de kesinlikle almıyorlar. Yurttaşlık Hakları Kanunu’nun VII No.lu başlığı bizi henüz kapsamıyor. Biz ilk adımı atıp kaydını sildirdik, sırf hırgür çıkmasın diye; bu yüzden bu konuda endişelenmene…”
Nabzım kulaklarımda güm güm atıyordu. “Ne demek kaydımı sildirdiniz?”
Suratındaki ifade yumuşadı. “Merit, sen artık vampirsin. Bir Cadogan üyesi. O hayata geri dönemezsin.”
O daha konuşmasını bitirmeden ben kapıdan çıkmıştım; ben birinci kattaki, ofis olarak kullandığımız yatak odasına doğru koştururken sesi arkamda yankılanıyordu. Bilgisayarımı harekete geçirmek için fareyi kıpırdattım, yeni bir sayfa açıp üniversitenin sunucusuna bağlandım. Sistem beni tanıyınca sıkışan midem rahatladı.
Sonra kayıtlarımın bulunduğu sayfamı açtım.
İki gün önce durumum değiştirilmişti. “Kayıtlı Değil” olarak görünüyordum.
Zemin ayaklarımın altından kaydı gitti.
Oturma odasına geri döndüm, içimde hızla yükselen panikle savaşırken sesim titriyordu. Doğrudan Helen’a baktım. “Ne yaptınız siz? Beni okuldan almaya hakkınız yoktu!”
Helen çantasına tekrar uzanıp bir kâğıt çıkardı, duruşu sinir bozucu derecede sakindi. “Ethan senin durumunun… Özel olduğunu düşündüğü için maaşını evden, önümüzdeki on iş günü içinde alacaksın. Doğrudan mevduat sözleşmesini çoktan ayarladık. Kabul töreninin, yedinci gününde olması planlandı, yani altı gün sonra. Çağrıldığın zaman gelirsin. Törende Ethan, senin ev içinde yapacağın görevi belirleyecek.” Bana gülümsedi. “Belki de halkla ilişkiler biriminde bir şey olur, ailenin belediyeyle ilişkilerini düşününce…”
“Ah, hanımefendi. Aile konusunu açmanız hiç olmadı şimdi.” diye mırıldandı Mallory.
Arkadaşım haklıydı. Bunu söylemesi hiç iyi olmamıştı; çünkü ailem, hakkında konuşmayı sevdiğim konular arasında değildi. Fakat en azından bu sersem hâlimden beni uyandıracak kadar sarsıcı bir şeydi. “Bence konuşacaklarımız bitti.” dedim ona. “Gitme vaktiniz geldi.”
Helen kaşlarını kaldırarak baktı. “Burası senin evin değil.”
Yeni bir vampiri uyuz edecek kadar cesurdu demek bu kadın. Ama şimdi benim çöplüğümdeydik ve müttefikim de vardı.
Şeytani bir gülümsemeyle Mallory’ye baktım. “Vampir mitlerinin ne kadarının mit olduğunu öğrenmeye ne dersin? Vampirlerin, birinin evine girebilmeleri için davet almaları gerekmiyor muydu?”
“Şu düşünme tarzına bayılıyorum.” dedi Mal, sonra da yürüyüp kapıyı açtı. “Helen,” dedi, “evimden çıkmanı istiyorum.”
Sanki havada bir şeyler hareketlendi, aniden çıkan hafif bir rüzgâr kapı eşiğinden geçip Mallory’nin saçlarını dalgalandırdı ve kollarımdaki tüyleri diken diken etti.
“Bu son derece kaba bir hareket.” dedi Helen ama çantasını da hışımla eline aldı. “Kitabı oku, formları imzala. Buzdolabında kan var. İç ondan, iki günde bir, yarım litre. Gün ışığından ve kazıklardan uzak dur, çağrılınca da gel.” Kapıya yaklaştı ve sonra birden, sanki birisi elektrikli süpürgenin düğmesine basmış da onu vakumla çekmiş gibi verandada belirdi.
Ben de kapıya koşturdum. Helen gözlükleri çarpık bir şekilde, en üstteki basamakta dikiliyor, şaşkınlıkla bize bakıyordu. Bir süre sonra eteğini ve gözlüğünü düzeltti, ciddiyetle arkasını döndü ve merdivenlerden inip limuzine doğru yürümeye başladı. “Bu, bu çok kabaydı.” dedi tekrar. “Ethan’a bunu anlatmayacağımı sanma sakın!”
Ona elimi neredeyse hiç sallamadan geçit töreni selamı verdim.
“Anlat Helen, anlat.” diyerek meydan okudu Mallory. “Sen buradayken sana defolup gitmeni söylediğimizi de anlatırsın.”
Helen dönüp bana baktı, gümüş rengi gözleri alev alevdi. Sanki olağanüstü bir gümüş rengiydi bu. “Bunları hiç hak etmiyorsun.” diyerek laf attı.
“Bunları hiç istemedim.” diyerek onu düzelttim ve meşeden yapılmış ağır kapıyı menteşelerini yerinden oynatacak bir güçle çarptım. Asfaltın üzerindeki taşların çıkardığı sesten limuzinin hareket ettiğini anladıktan sonra kapıya yaslanıp Mallory’ye baktım.
O da bana baktı. “Gecenin bir yarısı kampüste tek başına dolaştığını söylediler bana!” Suratında bariz bir nefretle kolumu yumrukladı. “Ne düşünüyordun, söylesene!”
Onun benim eve gelemeyeceğimi öğrenene kadar geçen sürede yaşadığı paniği o anda dışarı vurarak rahatladığını düşündüm. Beni beklediğini, benim için endişelendiğini bilmek boğazımı düğümlüyordu.
“Yapmam gereken işler vardı.”
“Gecenin bir yarısı mı?”
“Yapmam gereken işler vardı dedim!” Ellerimi iki yana savurdum, sinirlenmeye başlıyordum. “Tanrı’m! Mallory, bu benim hatam değildi.” Dizlerim titremeye başladı. Kanepeye doğru birkaç adım atıp oturdum. Bastırdığım korku, dehşet hissi ve maruz kaldığım saygısızlık beni bunalttı. Gözyaşlarım akmaya başladığında ellerimle yüzümü kapadım. “Benim hatam değildi Mallory. Her şey; hayatım, okulum gitti ve bu benim hatam değildi.”
Yanımdaki minderin çöktüğünü ve bir kolun omuzlarımı sardığını hissettim.
“Ah, Tanrı’m… Özür dilerim, özür dilerim. Çılgına dönmüştüm. Çok korktum Mer. Senin hatan olmadığını biliyorum.” Ben ağlarken sarıldı bana, hıçkırıklara boğulurken, hayatımın, insanlığımın yasını tutarken sırtımı sıvazladı.
Orada uzun bir süre beraber oturduk, en iyi arkadaşım ve ben. Hatırlayabildiğim birkaç şeyi, saldırıyı, sonradan gelen vampirleri, soğuğu ve acıyı, hayal meyal geçen limuzin yolculuğunu
tekrar anlatırken o da kâğıt mendil uzatıyordu bana.
————
* Kool-Aid: ABD’de popüler bir toz içecek markası. İçecek olarak kullanıldığı gibi saç boyamak için de kullanılmaktadır.