Korku Dağları Bekler
Ege toprağında gencecik bir gürgendim ben. Beşparmak Dağları’nın ardında, küçük bir düzlükle yaşardım.
Sabahları akşama dek kuşlar uçardı tepemde, biçimden biçime giren, renk renk bulutlar uçardı
Tabii, her biri birbirinden yeşil, birbirinden iyi, birbirinden güzel komşularım da vardı. Sözgelimi, birkaç ağaç boyu ötemde, benden on üç yaş büyük olan. kambur bir köknar yaşardı Onun bir kuş ucumu uzağında yaşlı bir gürgen vardı Daha ötede çıtırdayıp duran kozalaklarıyla imi kıp kıpkızıl çamlar vardı soma. bulanık ardıçlar. ladinler kestaneler vardı
Düzlüğün sonunda da. hepimizden büyük olan. ak sakallı bir meşe yaşardı
Ben kendimi bildim bileli, gövdesini saran çalı hışırtılarının arasında, bir bilge heykeli gibi, olanca haşmetiyle öylece duruyordu bu meşe.
Dallarının birçoğu kuruduğu için. artık kuşlar konmuyordu ona; uça uça yoruldular ela birazcık dinlenmek istediler mi, dağınık
bir bulut halinde gelip cıvıltıyla benim dallarıma konuyorlardı. Tepeden tırnağa kuş sesine bulanıyordum onlar gelince, birkaç dakika içinde, neredeyse bir cıvıltı ağacına dönüşüyordum. Öyle ki, gaga
şeklinde, tüy şeklinde, heves şeklinde cıvıltılar damlıyordu bir süre sonra omuzlarımdan; yere doğru şıpır şıpır, rengârenk şarkılar dökülüyordu.
Derken, dayanamayıp ben de şarkı söylüyordum dallarıma konan bu irili
ufaklı kuşlarla birlikte.
Çevremizdeki otlar da şarkı söylüyordu hana. sağda solda gezinen böcekler, uzun kulaklı tavşanlar, tavşanlarla birlikle tilkiler, kurtlar ve taslar da şarkı söylüyordu. Kısacası, ormandaki her şey kendi sesiyle katılıyordu bu şarkıya.
Her şey kendi rengiyle katılıyordu.
Her şey kendi duruşuyla kanlıyordu.
Dahası, uzaklardaki kayalıkların sessizliği bile, mor bir ahenkle, gitgide her yana yayılan bu şarkının içinde yüzmeye başlıyordu. İşte bu yüzden, o sırada yürekleri genişleten kocaman bir şarkı oluyordu dünya, evet, tıpatıp bir şarkı oluyor ve hiç kuşkusuz, eskisine göre daha neşeli dönüyordu.
Dünya böyle daha neşeli ve daha güzel döndükçe, sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına, ormandaki her şey değişiyordu sanki Yeşiller daha da yeşile kesiyordu sözgelimi, havada kanat çırpan kuşlar görülmemiş bir hızla uçuşlarından, ağaçlar boylarından, böcekler kıpırtılarından, çiçekler de kokularından yavaş yavaş taşmaya başlıyordu.
Bir çiçek kokusundan nasıl tasar, diyeceksiniz belki taşına; olur mu, taşıyordu işte; görüp kokladığınız çiçeğin ötesinde düşsel bir çiçek daha gördünüz mü, taşıyordu…
Hep birlikle aşka gelip şarkı söylerken, biz yalnızca bir çiçek değil, binlerce, milyonlarca çiçek görürdük o düzlükle. Bulundukları yerde nazlı nazlı sallanan dağ sümbüllerinin, lalelerde yankılandığını görürdük sözgelimi; işlerini güçlerini bırakıp lalelerin kayakekiklerine, kayak e kiklerin in çiğdemlere, çiğdemlerin de sağda solda çınlayan börtü böcek sesleriyle birlikle, gelinciklere doğru aklığını görürdük.
Bu yüzden, bangi kokunun kimden yayıldığını bilemezdik bir an.
Hatta, ne kadar dikkat edersek edelim, hangi rengin nereden fışkırdığını ve kime ait olduğunu da bilemezdik. Nar kırmızı maviler, kar beyazı morlar, uçuk sarılar, sürgün yeşiller ortalıkta büyük bir gürültüyle cirit atar dururdu anık ve biz bunlara öylece bakardık. Bir yandan da, sarhoş olurduk bulutlar halinde uçuşan bu kokulardan, renklerden sarhoş olur ve bir an için kendimizden geçerdik.
Peki, hep böyle neşeli miydik?
Değildik tabii…
Hayatta, sevinç kadar acı da vardı.
Başka bir deyişle, biz de acı çekiyorduk insanlar gibi, zaman zaman biz de üzülüyor, zaman zaman kendimizi tutamayıp biz de ağlıyorduk. İnsanlar gibi, kimi zaman da kaygılanıyor, düşünüyor ve korkuyorduk.
Sözgelimi, ben en çok, düzlüğün sonundaki çalılıkların içinde yaşayan o ak sakallı meşenin anlattıklarından korkuyordum. O, çoğu kez bize gerçek masallar anlatırdı çünkü. Bu yüzden, ak sakallı meşe solundaki yamaca doğru dallarını eğip de iç çekmeye başladığında, birdenbire, yaprak yaprak ürperirdim ben.
Meşe dediğim bu meşe. dallarını eğince hemen konuşmazdı gerçi; uzun süre aşağıya doğru dikkatle bakar, başını inanılmaz bir şey görmüş de kendi kendine hayıflanıyormuş gibi sağa sola sallar, ardından da derin derin iç çekerdi.
O böyle iç çekince, biz de dayanamayıp merakla, “Heeey. meşe dede, anlat bakalım, ne görüyorsun orada?” diye sorardık hemen.
O, bizi duymamış gibi, yeniden iç çekerdi
Mavi göllere benzeyen gözleri de. dolu dolu olurdu
Sonra, kimi zaman öfkeli, kimi zaman kederli, kimi zaman da
kahırlı bir sesle bize aşağıda olup bitenleri tane tane
anlatmaya başlardı bu meşe
Dediğine göre, tellal yüzlü birtakım adamlar geliyordu aşağıdaki yamacın dibine. Kapkara bıyıkları oluyordu bu adamların, rüzgârda uçuşan karmakarışık saçları, şapkaları ve sağa sola dağılmış bulanık bakışları oluyordu. Sonra, bu adamlar, güzelim dağ çiçeklerini çiğneye çiğneye, avare bir ruhla oralarda gezmiyorlardı bir süre. Dağ çiçekleriyle birlikle böcekleri de çiğniyorlardı hatla gezinirken, otları, otların arasında uçuşan kokuları ve renkleri de çiğniyorlardı.
Çiğneyip ezdikleri şeylerin çığlıklarını da hiç duymuyorlardı tabii.
İşte, ak sakallı meşenin anlattığına göre, çevreyi karış karış gezen bu adamlar, birazcık soluklanabilmek için aşağıdaki çoban çeşmesinin başına doğru yürüyorlardı sonra. Atla gelmişlerse atlarını, eşekle gelmişlerse eşeklerini ardıçların dallarına bağlıyorlardı. Her şey derin bir sessizliğe gömülüyordu o sırada. Göğe doğru yükselen ardıçlar, çamlar, kestaneler, gürgenler ve köknarlar hep birlikte, birdenbire susuyordu…