Kimsenin birbirine bakmadığı, yalan, ihanet, şiddet, tecavüz ve acımasızlıkla yoğrulmuş, yalnızca hayallerin göz göze geldiği bir hayattan intikam almanın en iyi yolu yaşamaktır. Anlam aramak boşunadır ve her şeyin “hiç”e dönüşmesi gerekir.
Henüz on ikisinde Berlin’de dört kişinin tecavüzüne uğrayan Zargana, bu olaydan sonra kendini insan sınıfından sıyırır. Ne var ki insan olmaktan uzaklaşıp “hiç”e yaklaştıkça kendisine döner; aşık olur. Parçalanmış benliğini onarmak için, başkalarının oynadığı bir “hayat oyunu”nu sahnelemeye koyulur..
Türk edebiyatında şimdiden farklılığını kanıtlamış olan Hakan Günday, Zargana’da bunca karmaşık bir öykünün altından yalın ve duru bir anlatımla kalkıyor. Hayat, varlık, hiçlik, oyun, zeka, kudret ve acizlik arasında gidip gelen bir metin.
***
Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaralan bir Ruh Sağlığı Hastanesi’nin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü Birinci 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği korumak mı? başlıklı bir konferans veriyordu.
Nietzsctae’den aparttığı bir cümleyi konu başlığı olarak seçen Ülkü Bey psikoloji doçentiydi, İstanbul’da uyduruk bir Özel üniversitede görevliydi. Çoğunluğu mankafa olan Öğrencilerine ders anlatırken kullandığı yüksek tansiyonlu üslubuyla konuşuyordu kürsüde. Avuçlarını dayadığı kürsü adi formikayla kaplıydı, bir ayağı da kısa olduğu için, sallandıkça konsantrasyonu bozuluyordu. Gece hiç uyumadığı ve çok gergin bir sabah geçirdiği için sinirliydi. Şu siktiğimin kürsüsü yüzünden konuşmama fokuslanamıyorum! diye küfrediyordu içinden.
Fokuslanmak sözcüğünü yeni yeni kullanmaya başlamıştı. Eskiden odaklanmak derdi. ABD’de yürüttüğü psikoterapi çalışmalarını İngilizce yazdığı, beş para etmez bir kitapla taçlandırıp yurda dönen Profesör Altay Çamur’un ikide bir fokuslanmak dediğini fark edince, hemen benimsedi bu sözcüğü; o da yerli yersiz fokuslanmak demeye başladı.
Severdi böyle yeni sözcükler kapmayı, zengin bir dağarcığı vardı. Ama herkes yalan yanlış kullanıyor diye dağarcığından sözcük ya da deyim sildiği de olurdu. Bir akşamüstü, üç kuruş maaşıyla yurtdışı tatillerine nasıl gidebildiğine akıl sır erdiremediği Fakülte Sekreteri Şenay Hanım’ın, Çok keyif alıyorum şu bisküvilerden, dediğini duyunca, tiksindi bu keyif almak deyiminden, kimin ağzından duysa batmaya başladı.
Ucuz kolejlerden yarım yamalak İngilizce’yle mezun olmuş öğrencilerle içli dışlı olmayı çok seven Şenay Hanım’ın konuşması baştan başa yanlıştı aslında. Ne kadar dil yanlışı varsa yapıyordu kadın. İşin kötüsü, bunun havalı bir konuşma tarzı olduğunu sanıyordu. Mesela, kendisiyle dalgasına flört eden kolejli piçlerin etkisiyle, İngilizce feel sözcüğünü Türkçe’ye birebir uyarlamıştı. Bayılıyordu onlar gibi Nasıl hissettin? diye sormaya. Ülkü Bey bir gün kantinci kızla konuşmasına kulak misafiri oldu. Kadının dekandan bahsederken, Bana kötü hissettirdi! dediğini duyunca, Şuna bir çaksam! dedi içinden.
Çakmadı elbette, o kadar değil, ama gene de büyük bir yanlış yaptı. Özel üniversite kantininin şımarık öğrencilerine sonsuz bir çeşitlilik sunan kantinde, Ne yesem., ne yesem., diye düşünen kadına, gayet üstü kapalı bir biçimde, saçları jöleli erkek öğrencilerin fakülteyle ilgili bürokratik işlerini kolayca halletmek için kendisiyle flört eder gibi yaptıklarını, bunun bir çıkar ilişkisi olduğunu söyledi. Cinsel içerikli ihsasları yanlış anlamakta Şenay Hanım’ın üstüne yoktu, yakışıklı doçentin kendisine asıldığını sandı.
Tamamen gereksiz bir konuşmaydı. Ülkü Bey odasına dönüp neden böyle saçma sapan şeyler söyleme gereği duyduğunu düşündüğünde, kadının dekandan azar işitmiş olmasına rağmen çevreye saçtığı mutluluğun sinirine dokunduğunu tespit etti.
Bu gereksiz konuşmanın Ülkü Bey’in kariyeri değil ama, aşk hayatı açısından olumsuz sonuçları oldu. Kimin kiminle yatmasının uygun olacağı konusunda sınırları sürekli genişleten bu özel üniversite camiasında, genellikle düzgün fizikli ve mümkünse seçkin kadınlarla ilişki kurduğu bilinen Ülkü Bey’in imajı zamansız bir yara aldı.
Tam da bölüme yeni gelen ve yakışıklı son sınıf öğrencileri arasında, adı kısa sürede verecen Selcen’e çıkan, genç araştırma görevlisi Selcen Akbaş’ı yemeğe çıkaraçaktı. İstanbul’un en moda restoranında yer ayırtmış; kıza facebook’ta şampanya, çiçek filan göndermiş; yatacaklarına garanti gözüyle baktığı için, temizlikçi kadından sadece bu tür özel gecelerde kullanmaya kıyabildiği, o çok pahalı çarşaflarını sermesini istemişti.
Hangisiyle yatsam kariyerime daha yararlı olur? diye düşünen araştırma görevlisi güzel kız, seçkin bir doçent sandığı Ülkü Bey’in önüne gelenle yatan bir kart zampara olduğuna hükmetti; adamın günlerdir beklediği buluşmayı sudan bir sebeple iptal etti. Tek gecelik partnerlerini seçerken pek de ince eleyip sık dokumadığı halde, Şenay Hanım’ın Ülkü Birinci konulu şen kahkahasına tanık olunca, kendini bu obez kadınla aynı seviyeye düşüren adamdan bir anda soğumuştu. Fakültedeki iktidarı açısından daha kuvvetli olmakla birlikte, Ülkü Bey kadar çekici olmayan, hatta hiç çekici olmayan Altay Çamur’la yatmayı tercih etti.
Ülkesine görünmeyen bir taçla döndüğünden emin olan Altay Çamur, bu tacın kendisine meslektaşlarına tepeden bakma hakkı verdiğini düşünüyordu. Amerika’dan döndüğünden beri, akademik açıdan değersiz bulduğu kişilerin selamlarını almaz olmuştu.
Ama hak ettiği halde profesörlük mertebesine bir türlü erişemeyen Ülkü Bey’in değerinden pek emin olamamıştı, ona selam vermekle vermemek arasında kararsız kalıyordu. Sonunda duruma göre, sanki Ülkü Bey’e değil de arkasındakine ya da arkasındakine değil de ona selam veriyormuş gibi yapmak türünden, bayağı beceri isteyen bir çözüm buldu. Ülkü Bey her defasında Altay Bey’in selamına karşılık veriyor, ama sonra bu kendini beğenmiş profesörün kendisine değil, arkasındakine selam vermiş olduğu duygusuna kapılıp rahatsız oluyordu.
Yurtdışı yazışmalarında ve mail adresinde soyadını Chamur biçiminde yazan Altay Bey biricik kitabının anadiline çevrilmesiyle meşguldü. Her öğle yemeğinde ya dekanla ya rektör yardımcısıyla bir araya gelmeyi başarıyor, onlara uzun uzun ülkemizin çevirmen ve redaktör sıkıntılarından söz ediyordu.
Ülkü Bey ise focuslanmak sözcüğünü ABD’de taçlanmış bu chamur profesörden kaptığını bir fark eden olur da alay ederler korkusuyla -ki pek de gereksiz bir korku değildi, öğrencilerin adama Fokus Altay diye isim takıp alay ettiklerini kendi kulaklarıyla duymuştu- bu sözcüğü dilinin ucuna gelse bile kendi ortamında kullanmıyor, ama seyahatlerinde acısını çıkarıyordu.
Ülkü Birinci çok gezen bir adamdı, ama hep yurtiçinde. Yurtdışına çıktığı çok nadirdi. En son iki yıl önce Arnavutluk’a, Tiran Üniversitesi’nde bir sempozyuma davet edilince sevinçten uçmuştu. Gitmesine üç gün kala, acilen hemoroit ameliyatı olması gerekti, gidemedi. Şenay Hanım ise Dubai’den Mexico City’ye, Saint Petersburg’dan Venedik’e kadar gitmedik yer bırakmadı. Ülkü Bey şaşıyordu buna. Güzel bir kadın olsa anlayacak, Bir götüreni var herhalde, diye düşünecekti. Kadını yüzüne bakılır cinsten bulmuyordu. Yarım pansiyon kalınan otellerin açık büfe sabah kahvaltılarından araklayıp gün boyunca yemek için peçetelere sardığı salamlı tereyağlı sandviçleri geniş bel çantasına doldursun, tombul dizlerini örtmeyen XXL şortlar giysin, hasır şapkalar takıp mütemadiyen fotoğraf çeksin diye Şenay Hanım’a tüketici kredisi vermiş bankaların, haciz işlemlerini başlatmasının an meselesi olduğunu öğrense rahatlardı, ama bilmiyordu.
Aklı tıklım tıklım dolu bir adamdı Ülkü Bey. Gerçi zihinsel birikiminin çoğunluğunun çerçöp olduğunun farkındaydı. Sığ düşüncelerini çok kıymetli bulacak kadar aptal biri değildi. Ama epeydir bundan rahatsızlık duymaz olmuştu. Çalıştığı pinti üniversiteden aldığı maaşla geçinemediği için, ücret karşılığı yaptığı rutin konuşmalarda, bayatın bayatı görüşlerinin yepyeni şeylermiş gibi coşkulu bir karşılık bulmasına başlarda o da çok şaşıyordu, sonra sonra alıştı.
Sadece alıştı ama. Bayat düşünceleri coşkulu bir karşılık buluyor diye kendine hayran olmuş değildi. Neydi, ne oldu, nereye varmak istiyordu, nerede kaldı, her şeyin farkındaydı. Yine de bu coşkulu karşılıklar ona aklına estiği gibi düşünme, herhangi bir mantık silsilesi takip etmeyen düşüncelerini konuşmalarında pervasızca ortaya koyma cesareti kazandırdı.
Artık hiç kimse, dinlediği konuşmalarda mantık silsilesi aramadığı, bulacak olsa da takip etmeye üşendiği için; renkli anlatımlarla, küçük anekdotlarla, internetten indirilmiş basit resimlerle süslediği konuşmaları geniş ilgi görüyor, böylece Ülkü Bey de şehir şehir gezip ücret karşılığı konferans vermeye devam edebiliyordu. Bu konferansları vermek zorundaydı. Aksi takdirde daha nikâh masasına oturduğu anda evlendiğine pişman olduğu, ama Aman çocuk oldu., aman boşanmanın zamanı değil.,
aman kariyerim zarar görmesin., diye diye on beş yıl birlikte yaşadığı, boşanırken ciğerini söken karısına ve annesinin avukatı kesilen kızma nafakalarını her ay, çatır çatır ödeyemezdi.
Kürsü yine zangırdadı. Ülkü Bey’in mavi uçlu, stabilo kalemi tıngır tıngır yuvarlanıp yere düştü. Kendini tutmasa bir tekme savuracaktı uyduruk kürsüye. Giderek daha çabuk sinirlenen bir adam olmuştu. Ama epeydir dolu dolu öfkelenmiyor, kendine zarar verecek sınıra geldiğinde durmayı biliyordu.
En son üç yıl önce, artık yakın gözlüğü kullanmaktan kaçamayacağını öğrendiği gün çok öfkelenmişti. O sinirle kırmızı ışıkta duramadı, öndeki taksiye çarptı. Suç kendisinde olduğu halde, çarptığı taksinin şoförüne saldırdı, adamın gözünü morartınca karakolluk oldular. Öfkenin bedeli! diye düşündü; komiser, gırtlak gırtlağa geldiği, öğle yemeğinde soğanlı fasulye piyazı yemiş şoförle kendisini zorla öpüştürüp barıştırırken.
Aslında yaşlanıyor olmaktan duyduğu aczi örtmek için öfkelenmişti, yoksa gözlüklere düşman olduğundan değil. Kapıldığı yaşlanma korkusunun nedeni, Yarın başlayacağım, yakında yapacağım, daha zaman var, bugün, yarın., diye diye ertelediği şeylerin hiçbirini yapamamış, hayallerinin birçoğu için zamanın geçmiş olduğunu, sanki zihninde bir şimşek çakmış gibi birdenbire ve kesinlikle anladığı halde, inkâr etmiş olmasıydı.
Yeni çıkan, antioksidan içerikli bir vitaminin prospektüsünü gözünden ne kadar uzaklaştırsa da okuyamayıp astigmatının maalesef ilerlediğine kendini inandırarak doktora gittiği ve böylece zihninde o şimşeğin çaktığı gün yaşlanmıştı asıl, ama bunu kabul etmek istemiyordu.
Muayenehanesinin duvarlarına, Hacettepe Tıp’tan mezun olduğunu gösteren nal gibi diplomasının, uzmanlık belgesinin ve West Virginia University’s Scool of Medicine’den aldığı çeşit çeşit sertifikaların büyütülmüş renkli fotokopilerini asmış olan Oftalmolog Berkay Özberk’e Yakın gözlüğü kullanmanızın zamanı gelmiş de geçiyor bile, dediği için çok kızmıştı. Genç doktor bu cümleyi astigmat şikayetiyle gelen hastasına müstehzi bir ifadeyle kurmamış olsa, Zamanı gelmiş de geçiyor bile, demek yerine, nazikçe Çok şart değil ama., yine de bir yakın gözlüğü kullanmayı düşünmez misiniz? dese sorun etmeyecekti. Ama ifadesi cilalı bu genç doktorun yaşlanıyor olduğunu alaycı bir tavırla anıştırmasına bozulmuştu.
Göz Doktoru Berkay Özberk’in hastalarını gıcık etmek gibi bir âdeti yoktu. Ama kırları şakaklarındaki üç beş telden ibaret olan gür saçlarını aslan yelesi gibi dalgalandıran Ülkü Bey, dudağının ucunda müstehzi bir gülüşle dazlaklık modasından bahsedince, doktorun birden tepesi atmıştı. Gerçi Ülkü Bey’in de kötü bir niyeti yoktu, duvardaki bir poster dikkatini çekmiş, sık sık yaptığı gibi yersiz bir söz etmişti sadece. Bütün gerginlik de böyle başladı.
Devasa boyutlarda büyütülerek poster haline getirilmiş fotoğrafta, yeni açılan bu şık ve pahalı hastanenin oftalmoloji servisinin, tesadüfen tümü erkek olan ve kılık kıyafetleri, duruşları, bakışları birbirine benzeyen doktorları omuz omuza sıralanmışlar, sağlam dişlerini ışıldatan gülümsemelerle poz vermişlerdi. Hepsi birbirinden yakışıklıydı, zımba gibiydiler, her birinin yüzünden buram buram özgüven okunuyordu. Ama yine bir tesadüf sonucu, hepsinin kafaları kazınmıştı. Kimisi saçları erken kırlaştığı, kimisi de tepesi açıldığı için çözümü kafayı kazıtmakta bulan bu genç doktorların dazlak kafalarının sıralanmasıyla oluşan poster rahatsız edici bir otorite, bir üstsınıfsallık sezdiriyordu.
Bir süredir kendim yetersiz, aciz hisseden, yaşlanıyor olduğunu inkâr eden Ülkü Bey’in postere bakıp özgüvenden çatlayacak hale gelmiş bu genç doktorların kellik kompleksleri olduğunu aklından geçirerek güleceği tuttu, aynı anda elini gür saçlarının arasından geçirdi. Berkay Özberk de bu müstehzi gülüşü ve aklından geçeni belli eden hareketi anında gördü.
Ülkü Bey genç doktorun soran bakışlarına cevap verme gereği duymasa gerginlik büyümeyecekti. Ama haftanın en az üç sabahını spor salonunda geçirdiği kalın boyun kaslarından belli olan yakışıklı adama ezilmek istemedi. Dazlaklık modası yaygınlaştığından beri kim kel, kim değil anlaşılmıyor, dedi, müstehzi gülüşünü gizleme gereği duymadan. Ailesinin bütün erkekleri kellikten mustarip olan genç doktor bu hamleyi karşılıksız bırakmadı, müstehzilikte hiç de aşağı kalmayarak Ülkü Bey’e gençliğinin çoktan geçtiğini hissettirdi.
Çok gergin bir muayene oldu. Tıp fakültesini kazanamamış, hadi ondan geçti, en uyduruk üniversitede, üç aylık sıradan bir seminer programına bile razı olduğu halde, bütün girişimlerine rağmen Amerika kıtasına ayak basa-mamış olan Ülkü Bey genç, sportmen ve boy boy sertifikalı doktora; doktor da onun aslan yelesi saçlarına ve hak edilmemiş kibrine sinir oldular.
İlaç firmalarının talebiyle verdiği konferanslarına öyle uzun uzadıya hazırlanmıyordu artık. Sanki çok anlamlı ve bilgi dolu şeyler söylüyormuş izlenimi verecek, ilaç firmasını memnun edecek kadar bir şeyler anlatmak yeterli geliyordu. Oysa eskiden gerçekten anlamlı bir şeyler söyleyebilmek için günlerce çalışırdı, hayallerinin taze olduğu zamanlarda. Ama uzunca bir süredir boş yermişti, sadece parasına bakıyordu. Bir taşra şehrinde eli yüzü düzgün bir konuşma yapmasının hiç de şart olmadığını düşünüyordu. Dinleyicinin ilgisini canlı tutmak yetiyordu ona, zaten daha fazlasını talep eden de yoktu. Bu nedenle makalelerine kadın bacakları, uçları görünmeyen iri göğüsler gibi taşra için cesur sayılabilecek, ama muhafazakârları da galeyana getirmeyecek resimler yerleştiriyordu.
Şimdi de, ne zaman elindeki ışıklı çubukla, perdeye yansıttığı resimdeki kadın göğsünü işaret etse, şehrin öbür ucundaki tıp fakültesinden hocalarının zoruyla gelmiş tıp öğrencileri ve uyumak için konferans salonunu keşfetmiş, muayene sırası bekleyen nöropsikiyatri hastaları gözlerim açıyorlardı. Ülkü Bey dinleyicinin kaybolan ilgisini diriltmenin yolunun cinsellikten geçtiğini biliyordu ve bu bilgiyi yerli yerinde kullanıyordu.
Bu Karadeniz şehrinin uzun bir tarihe sahip Ruh Sağlığı Hastanesi’nin konferans salonunda bulunan bir bacağı kısa kürsü, sahnenin sağ tarafına, hafif yan duracak biçimde yerleştirilmişti. Böylece hem dinleyicileri, hem de arkadaki duvarı boydan boya kaplayan, salonun bakım ve temizliğinden sorumlu hademe Kulaksız Ziya’nın her konferans günü açıp toplamaktan nefret ettiği beyaz perdeyi rahatlıkla görebiliyordu.
Perde Ülkü Birinci için çok önemliydi. Çünkü comic şans karakteriyle ve iyice basite indirgemek amacıyla maddeler halinde yazdığı, zaten basit makalesini ve konuyla doğrudan ilgisi olmayan resimleri power point aracılığıyla bu perdeye yansıtıyordu. Makalelerinin madde başlarına en klişe işaretleri koymak da âdetiydi. Gizemli chat odalarında yazıştığı, bol bol erotik cümleler sarf etmekten müthiş zevk aldığı, manidar nick name’ler kullanan, cinsiyetlerinden asla emin olamadığı kişilere göz kırpması, öpücük türünden basit smile’ler göndermeye de bayılıyordu. Chat dilini tümüyle kapmış durumdaydı.
Birçok tuhaf internet grubuna üyeydi. Elbette sahte bir fotoğraf gönderdiği, alabildiğine erotik nick name’li bu chat arkadaşları, Reelde de buluşalım, diye ısrar ediyorlardı.
Karısından boşandığından beri, bu buluşma tekliflerinin hiç değilse bir-ikisine evet demek aklından geçmiyor değildi. Gerçi, Selcen Akbaş’ı kıl payıyla kaçırmış olsa da, yakın çevresinde bulunan, çağları geçmek üzere olan yorgun kadınların ilgisi üstünden hiç eksilmiyordu. Gizemli internet dünyasının ne idüğü belirsiz cinsel karakterlerine ihtiyacı yoktu. Ama yine de çevresindeki kadınların ilgisi, içine ne zaman girdiğini bilemediği fantezi şeytanını yatıştıramaz olmuştu. Ekran başına geçtiğinde içinde uyanan şeytan onu sürekli kışkırtsa da, gerçekliğe adım atmaya çekiniyor, geceleri saatlerce ve sınırsızca, kendi tahayyül gücüne hayret ederek sohbet ettiği bu kişilerin sanal âlemde kalmasını tercih ediyordu.
Ülkü Bey için, pek de yaratıcı olmayan, ama kendini dolaysızca ortaya koymasını sağlayan zebb sözcüğünü nick name olarak seçtiği sanal âlem, ruhsal bir yalnızlığın pençesinde kıvrandığı gecelerde (yani sık sık) girdiği ve kendi varlığından fersah fersah uzaklaşıp bastırılmış arzularının derinliklerinde kaybolduğu, orada yeni bir Ülkü bulduğu gizemli ülkeydi.
Bazen gün içinde, hem de çok ciddi kişilerle bir arada olduğu sıralarda bu gece âlemlerini hatırlıyor, chat odalarında seviyesiz erotik sohbetler yapmış olmaktan duyduğu utancın yüzüne yansıdığını sanıyor, eli ayağı titriyordu. Bu sabah da benzer bir şey yaşamış, sırtından aşağı ter akmış, gömleği sırılsıklam olmuştu.
Korkuyordu çünkü. Gönderdikleri resimlerin kendilerine ait olmadığından emin olduğu, kim olabileceklerini tahmin bile edemediği bu profesyonel chat’ci arkadaşlarının Reel dedikleri gerçek dünyada, onlarla yüz yüze gelecek olursa bastırdığı arzularını çıktıkları yere tıkıştıramamaktan; bir daha gerçek varlığına, ciddi, akademisyen, güvenilir kişi kimliğine dönememekten deli gibi korkuyordu.
Sallanan kürsüden başka, eski tozlu bir hoparlör ile denize bakan tek bir penceresi olmayan bu hastanenin dura dura kararmış flamasının, yerel sponsor firmaların bez afişlerinin ve yıkanmaktan yıpranmış Türk bayrağının bulunduğu sahne, salonun büyüklüğüne oranla çok fazla dar olan kapıdan girince tam karşıdaydı. Yer yer çürümüş zemin tahtaları, budaklı parke desenli adi bir…