Bu Ne Biçim Cumartesi, dünyaya farklı açılardan bakan insanların hayata tutunma çabalarını anlatan hikâyelerden oluşuyor. Her biri kendi kişisel serüveninde yol alan kahramanların dünyalarından kesitler sunan yazar, toplumsal bazı sorunlara bireylerin kişisel tecrübeleri üzerinden göndermelerde bulunuyor. Kitap, ‘Taş’, ‘Gerçeğin Peşinde’, ‘Muharrem’, ‘Bu Ne Biçim Cumartesi’, ‘Hasibe’nin Rüyası’ ve ‘Kırmızı Gül Demet Demet’ isimli 6 hikâyeden oluşuyor.
içindekiler
taş
gerçeğin peşinde
muharrem
bu ne biçim cumartesi!
hasibe’nin rüyası
kırmızı gül demet demet
Orada öylece durmuş, akıp giden insan seline aldırmadan, vitrindeki kahverengi oturma grubuna bakıyordu. Geçerken takılıp kalmıştı yine. Süheyla’nın gözleri nasıl da ışıl ısıldı ilk gördüğünde.
Alalım diyememiş, manalı bakışlarla kocasının gözlerine bakmıştı.
‘Keşke’, demişti. ‘Şu badireyi atlatır atlatmaz alıvereydik kahverengi takımı. Çok yakışırdı bizim odaya. Sehpa takımı da var. Şimdi demiyorum elbet. Şu sıkıntılar geçsin hele bir…’
Alırız tabi.
Altı üstü bir oturma grubu. Hoş ona kalsa lüzumu yok ya. Minderin suyu mu çıktı. Hem öteden beri alışamamıştı çekyatlara, kanepelere. Emanet oturuyorum şuracığa diyordu. Babasının ‘toprağa yakın olmak gerek’ lafını söyler dururdu.
Gözünü sevdiğimin eskileri.
Yerde oturur, sofralarını yerde kurar, yere serdikleri yataklarda uyurlardı.
Onlar geride kaldı.
Şimdi herkeslerin gözü yüksekte.
Artık oturma grubu olmayan ev kalmadı diyor Süheyla.
Yıllandı kaldı içerdeki emektar çekyatlar. Makaslarından envai sesler çıkıyor. Oğlan rahat edemiyor uyurken, söylenip duruyor her gün.
Süheyla yenisine razı değil çekyatlarını. Gönlü kahverengi oturma grubunda.
Hemen alalım demiyor.
Lafı açıldıkça gözlerinin içine bakıyor kocasının.
Hanidir almayı düşünüyordu ama iki yakası bir türlü bir araya gelmemişti. Oğlanın düğün telaşı geçiversin, bacanağın kredi kartıyla taksitlendirip almaya niyetliydi.
Süheyla’nın hatırı var arada. Evlendikleri günden beri bir kez olsun rahatsızlık vermemişti kocasının canına. Kocası gibi heves ettiklerini içine atardı. Aybaşlarında Halis beyin verdiği üç beş kuruşu kendine saklamaz, evin eksiğine gediğine harcardı.
Karısı onun gözünde geçim ehli, eşe dosta göre de eski kafalının biriydi.
Süheyla’yı oturma grubunu kapının Önünde görür halde hayal etti.
Güldü sonra.
Gözünü vitrinden alıp gidecekti ki ayağında küçük bir acı hissetti. Olduğu yerde parmaklarıyla yokladı. Ayakkabısının içine kaçmış küçük, sert bir cisimdi bu.
Taş galiba.
Nerden de girdin buraya mübarek.
Nasıl çıkaracağım şimdi bu hengâmede.
iş merkezi hınca hınç doluydu.
Bütün albenileriyle rengârenk bezenmiş ışıklı camekânlar, akıp duran kalabalık, her biri ayrı türden, makamdan yükselen müzik sesleri, elinde telsizlerle ortada dolaşan güvenlik görevlileri, sezon indirimleri, etiketin yarışma satılanlar ve bunların ortasında, elinde ödemesi gereken elektrik faturası, aklında Süheyla’nın kahverengi oturma grubu sevdası, ayağında küçük bir taş parçasıyla vitrin önünde dikilen 20 yıllık öğretmen Halis bey.
Şuracıkta eğilip ayakkabısından taşı çıkarsa ne olur?
Hoş kaçar mı böyle uluorta…
Ne olur yani, kıyamet mi kopar?
Şu curcunanın içinde ayakkabı çıkarmanın hesabını mı yapacağım.
Giyim mağazasının önünde duran cansız mankenlerin birinin gölgesinde çıkardı ayakkabısını.
Yok.
Tüh… Taş ayakkabıda değil, çorabın içinde.
Şimdi olmadı işte.
Gelip gidenler göz ucuyla bakıyor.
İçinde bir utanma peydahlanıyor.
Yok, dedi. O kadar uzun boylu değil. Çorabı çıkarmak yakışık almaz.
Tam ayakkabısını giyiyordu ki, birkaç adım gerisinde gürültü koptu. Hemen ardından kırılan camların sesi bıçak gibi kesmişti kalabalığın uğultusunu. Sonrasında yaşanan arbede büyük bir kavgaya dönüşmüştü.
Seri adımlarla kavganın olduğu yere vardı. İyice sokulup, ne olup bittiğini görmeye çalıştı. Ayağındaki taşın verdiği acı artınca vazgeçip çıktı kalabalığın içinden.
Aksayarak alışveriş merkezinin merdivenlerinden indi. Taşın verdiği küçük ağrı, her basamakta artıyordu.
Alt katta bulunan fatura ödeme noktasının kapısını araladığında uzayıp giden kuyruğu gördü. Dalgalara kapılan bir tekne gibi yalpalayarak kuyruktaki yerini aldı.
Çıplak duvarlı bir devlet dairesi. Camın arka tarafında üç asık suratlı memur. İkisi ödemeleri alıyor, kısa boylu tıknaz olan diğeri keyifli bir ses tonuyla telefonda konuşuyordu. Döner koltuğunun çıkardığı tiz ses kuyrukta konuşanların uğultusuna karışıyordu.
Sen de Öbür tarafa oturup diğerlerine yardımcı olsan buyanın mı eksilir.
Ne de olsa devlet dairesi.
Azıcık daha lafla. Mesainin bitmesine kaldı 15 dakika!
Yan tarafta, kapı dibinde rengi solmuş çöp kutusu. Sınıfa koyduklarını hatırlayıp şükretti okulun haline.
Bir an tuvalete gidip ayağındaki taşı çıkarmaya niyetlendi ama mesai saati bitmek üzereydi ve kuyruk uzamaya devam ediyordu. Ağrıyı göze alıp bekledi.
Mesela önümüzdeki ay bacanaktan kredi kartım alıp Süheyla’yla gelip almalı oturma grubunu.
Yoksa sürpriz mi yapmalı. Nasıl sevinir kim bilir fukara.
Oğlanın da eli iş tuttu. Üç beş kuruş da o katsa.
Yahu, nerden girdi bu taş ayağıma bilmem ki.
Memurların da acelesi yok maşallah.
Beklettikleri dakika başına para alıyor sanki herifler.
Ayakkabıyı çıkardığımda, çorabı da indirip alacaktım taşı oracıkta.
Utanacak ne varsa!
Nelerini indiriyor el alem.
Tövbe tövbe.
Bekledikçe etime geçiyor sanki mübarek.
önündeki adama yerini belli ettirip tuvalette çıkarmaya karar verdi taşı.
Az işim var kardeş, hemen arkanda yerim. Göz kulak ol sevabına.
Hızla yürüdüğü koridorun sonuna varınca tuvaletin kapısındaki yazıyı okudu.
Hay arızalara gelesiceler. Su koyuverecek zamanı mı buldunuz.
Üst katlara çıksam kuyruktaki yerim gidecek. Şu faturayı elden çıkarayım da, dışarıda bakarım icabına senin.
Bir daha gerisin geri döndü. Sırası gelmek üzere.
Parmaklarımın arasına alsam, ağrısı azalır belki. Şöyle uslu durup beklesen olmaz mı. Toprağa ayak bastığım mı var, nerden de geldi başıma bu musibet.
Küçükken giydiği kara lastiklere kaçardı hep. Oracıkta çıkarır, atardı havaya. Sağlam bir şut çektin mi kayboluverirdi gözden.
Cama bozuk parayla vuran memurun sesiyle irkildi.
Parayı uzatırken manalı bir bakış attı beriki lafazana.
Bir de sakız çiğniyor edepsiz.
Çıkışta alışveriş merkezinin karşı tarafındaki marketin camlarında duran etiketlere İlişti gözü.
Süheyla’nın siparişlerini şuracıkta alıp, berideki otobüs durağına atıvereyim kendimi.
Reyonları gezerken ayağının kenarına basarak yürüyordu.
Taşı iki parmağının araşma almış sıkıca tutuyordu.
Çıkardığımda ezip un ufak etmeli.
Elinde poşetlerle çıktı marketten. Otobüs durağına geldiğinde oturağa ilişti hemen. Taşı parmaklarının arasından çıkarıp ayağını öne doğru uzattı. Rahatlamış, bir vaziyette etrafına bakmıyordu.
Hızlı adımlarla gelip geçenlerin ayaklarına takılıyordu gözleri.
Ne güzel, taş yokken yürümenin bile bir manası oluyordu.
Bu ay olmaz.
Oğlanın düğün masrafı, şofbenin son taksiti, kira. Liste uzadı gitti…
Azıcık daha sabret Süheyla, şart olsun habersiz alıp kapının önüne getireceğim oturma grubunu. Düşünmüyorum sanma ama sen de görüyorsun durumu.
Otobüs geldi.
Bir hamleyle yükünü alıp bindi otobüse.
Dur hele sen, zerrelerini havaya dağıtmazsam.
İndiği duraktan eve kadar sabrın son demini sürdürdü.
Asansörle çıkarken taşı yuvarlayıp duruyordu çorabının içinde. Kendi küçük, marifeti büyük meretin sabahtan beri ettiği eziyete bak! Alaylı bir şekilde güldü haline.
Kapı açılır açılmaz salonun girişindeki koltuğa ilişti hemen. Süheyla’nın şaşkın bakışları arasında ucundan tutup bir seferde çekti çıkardı çorabını. Önce salon kapısının camından bir çıt sesi geldi. Kırık bir nohut tanesi Süheyla’nın önüne düştü sonra.
Saatin alarmıyla yatağından doğrulan Çetin uzun süredir İlk kez bu Pazar dinlendiğini hissetmişti. Kalkıp banyoya gitti. Aynaya baktığında yüzünün de ruhu gibi diri ve canlı olduğunu gördü. İçine bugünün güzel olacağı hissi doğdu.
Çoktandır yapageldiği bir alışkanlığını bozarak evden kahvaltı yapıp öyle çıkmaya karar verdi. Hiç üşenmeden sofrayı kurdu. ‘Evde ıslık çalmak uğursuzluktur* diyen annesine gıyabi bir gülücük gönderdi ve ıslığını daha bir içten çalmaya devam etti. Kahvaltıya başlarken bütün bir günün iyi geçmesini umdu. Ufak tefek gerginliklerle dolu bir haftanın ardından güzel bir günü, hatta güzel bir haftayı fazlasıyla hak etmişti.
Gazeteye geldiğinde içindeki mutluluk yerini iş planlarına bırakmıştı. Geçen hafta birkaç küçük haber takibi hariç dışarı çıkmamış, haftayı gazete odasında sayfa hazırlıklarıyla geçirmişti. Ertesi gün etnik müzikleriyle tanınan bir grubun konseri vardı. O konserle ilgili geniş bir yorum yazmak, bir süredir düşündüğü bazı güncel siyasi gelişmeleri de bu grubun müzik mantalitesi etrafında tartışmak istiyordu.
Koridordan geçerken güler yüzle selamladığı iş arkadaşlarına kolaylıklar diledi. Odasına yöneldiğinde ise haftanın ilk sürpriziyle karşılaşmıştı bile. İçinden ‘İyimser olmak için erken mi davrandım’ diye geçirdi. İşte Gürhan Bey odasının önünde bir arkadaşıyla sohbet ediyordu. Yüzüne yapmacık ama saygın bir gülümseme yerleştirdikten sonra onları selamladı.
•Burada sizi bekliyordum ben de.
Gürhan beyin selamlaşmadan sonraki ilk sözü Çetin’in moralini tuz buz etmeye yetmişti. ‘Anlaşılan benden önce davranmaya kararlı’ dedi kendi kendine.
Buyurun Gürhan bey. Sizi dinliyorum.
Burada değil, odamda konuşalım. Hatta müsaitseniz hemen odama çıkalım.
Ağır parfüm kokularıyla dolu o odanın kesif havasını daha şimdiden solumaya başlamıştı bile.
Tabi ki.
Birlikte Gürhan Bey’in üst kattaki odasına geçtiler. Hızla koltuğuna oturan Gürhan Bey, anlatacaklarının çok zaman almayacağını söyledi.
Nasıl işini seven bir gazeteci olduğunuzu biliyorum. Bu gazeteye gelmeden önce de hazırladığınız dosyaları, haberleri ve yorumları büyük bir dikkatle okuyordum.
Çetin bu giriş cümlesinden meselenin tahmin ettiğinden de büyük olduğunu hissetmişti.
Yaptığınız çalışmaları taktir ediyorum. Gazetecilik zor…