Bu Şehirde Kimse Yok mu? -Rövşen Abdullaoğlu
Eskiden başarı göstermiş bir sporcuydu Willy… Şimdilerdeyse köşesine çekilmiş bir temizlik görevlisi… Ölümcül bir hastalıkla mücadele etmekte olan Lübnanlı bir göçmenle tanışır çalıştığı yerde… Günden güne ölüme bir adım daha yaklaşan Wisman’ın her şeye karşın yaşama sımsıkı ve sevgiyle tutunmayı başarabiliyor olması, etrafındaki herkesi, yaşamı ve ölümü tekrardan sorgulamaya iter.
Willy ve Wisman arasındaki arkadaşlık ilişkisi, insanoğlunun anlam arayışına yepyeni bir kapı açacaktır.
Azerbaycan’da iki yıl süresince çok satanlar sıralamasında yer bulan BU ŞEHİRDE KİMSE YOK MU? umuda, hayata ve anlama dair nahif fakat kuvvetli bir hikâye…
***
Willy, mutlu olmak için insana on saniye yeter.”
“Nasıl?”
Her zamanki gibi gülümseyerek, “Benim gibileri düşünerek,” diye cevap verdi.
Her şey, hayata bambaşka açılardan bakan iki insanın karşılaşmasıyla başladı. Eskiden çok başarılı bir sporcu olan, ancak şimdilerde kendi köşesine çekilmiş,temizlik görevlisi olarak çalışan Willy’yi yeniden hayata bağlamak, kendisi de ağır bir hastalıkla savaşan bir “meleğin” görevidir. Uzun bir yolculuktan sonra son durağı Anderson olan genç göçmen, Willy’yi hayata bağlamaya çalışırken kendi geçmişindeki düğümleri çözebilecek mi?
Birbirlerinin yaralarına merhem olan iki yaralı ruhun sınırları aşan dokunaklı videodakı yazılan kitab hikâyesi okurların kalbinde kendine mutlaka bir yer bulacak. Çünkü hiç kimse kendi “meleğiyle” karşılaşmadan bu dünyadan göçmez. O melek ister bir insan olsun, ister bir kitap…
2016-2018 yıllarında Azerbaycan’da bestseller olan bu kitap binlerce(14) insana umut vermiş, hayata tutunma sebebi olmuş, hatta pek çok kişiyi intiharın eşiğinden döndürmüştür.
Bu Şehirde Kimse Yok mu?, umudunu kaybetmeden kanserle ve hayatın zorluklarıyla savaşan herkese ithaf edilmiştir.
***
İÇİNDEKİLER
Yeşil Bank: Her Şey Onunla Başladı……………………………………………
Hayata Küsen İnsan……………………………………………………………
Kötü Niyet Bazen İyi Sonuçlar Doğurur………………………………………
Neden Anderson? ……………………………………………………………………
Yapayalnız …………………………………….
Tepetaklak Bir Aile…………………………………………
Yine Sabah Oldu, Yine Her Şey Aynı……………………………………
Davetsiz Misafir……………………………………………………………
Her Zaman Bir Çıkış Yolu Bulunur……………
O Evde Bana Yer Yok…………………………………………………
İstenmeyen Armağan…………………………
Hayat Ne Zaman Başlar………………………
Kilise Ayrılıktır ………………………………………
Yabancı Gözler…………
Çalınan Tebessüm………………………………………………………
Başkasının Mutluluğunu Bozan Mutluluğu Yakalayamaz ……
Gereksiz Eşyaya Dönüşen İnsan……………………………………………
Bir Sonbahar Günü…………………………………………………………
O Bir Melekti……………………………………
Zaman İlaç Değildir …………………………………………
“It’s a Man’s World” …………………………………
Başka Türlü Yaratamaz………………………………………
Tabutunun Üstünde Şaka Yapan Kişi………………………………………
Mutlu Olmak İçin On Saniye Yeter…………………………………………………………
Bizi Zaman Değil, İnsanlar Değiştirir………………………………………………………
İncil’de Yetmiş Altı Kez İsmi Geçen Ülke………………………………………………..
Mutlu Olmaktan Korkmak……………………………………………………
“Siyah Kare” ya da “Kral Çılpak”…………………………………………………………………………
Film Bahane …………………………………………………………………..
Bir Günde Yüz Yıllık Yol Yürüyen Sığınmacı……………………………
Nazardan Koruyan Saat…………………………………………………………………..
İtham…………………………………………………………………………
Vicdan En Acımasız Yargıçtır…………………………………………………
İtiraf ………………………………………………………
Masum Kanı Yerde Kalmamalı…………………………………………………………….
İbrahim’in Kurbanı……………………………………………………………………
Son Duruşma………………………………………………………………….
Beni Son Yolculuğuma Uğurlamayacaksın……………………………………………………
Kırk Gün Sonra………………………………………………………………………………
İntihar, Bir Ömür Duyulmayan Çığlıktır……………….
Aynı Hayat, Başka Işıklar ………………………………………………
Mutluluk Arayışı…………………………………………………
Yıkılan Duvarı Onarmak …………………………………………..
Başkalarını Affetmek Kendini Affetmektir………………………………
Oyun Kurucunun Müthiş Hamlesi…………………………………………………………
Efsanevi Atom’la Yıldız Bruce’un Görüşmesi……………………….
Dünyayı Değiştirmek…………………………………………………………………
Hayallerindeki Kahraman…………………………………..
Thomas’ın Son Anları………………………………………………
Sevmeyi Bilen Affetmeyi de Bilir…………………………………………….
Son Mektup…………………………………………………
Mezarlıkta Buluşma …………………………………
Annemi Göremeyeceğim………………………………
Ayrılığın Habercisi ………………………………………………………
Sonsuzluğa Doğru……..…………………………………………………………
Bir Melek Daha ……………………………
Dönüş………………………………………
YEŞİL BANK: HER ŞEY ONUNLA BAŞLADI
Bazıları cesaretsizlikleri yüzünden yapmadıkları şeyler için bedel öder.
Wieslaw Brudzinski
“Aaa, tanıdın mı bu adamı?” Uzun boylu, geniş omuzlu, atletik yapılı genç, yanında yürüyen arkadaşını dürttü.
“Yoo, kim ki?” dedi arkadaşı, önlerinde yürüyen siyah paltolu, beyzbol şapkalı, sakallı, orta boylu adama dikkatle bakarak.
“Nasıl tanımazsın? Mutlaka tanıyorsundur. Öğrenci süper liginin efsanevi oyun kurucusu Willy Owen işte!”
“Willy Owen mı? NCAA’in galibi, sezonun rekortmeni Atom Willy mi? Willy Owen Houston’da mı, yok artık!”
Bomber1 ceketli iki arkadaş hızlı adımlarla önlerindeki adama yaklaştı. Yanından geçerken dikkatle ona baktılar.
“Yoo, kesinlikle Willy Owen değil!” dedi kafadarlardan biri, gayet kendinden emin.
“Evet, doğru söylüyorsun. Willy Owen daha uzun boylu, daha yapılı ve daha yakışıklı.”
“Aman, sen de. Baksana, adam zor yürüyor. Tam adamına benzettin ha,” dedi beriki başıyla itiraz ederek.
“Ama arkadan Willy’ye çok benziyor.”
“Hey, düzenbaz!” Gençlerden biri yediği hamburgerin kâğıdını buruşturup yanlarında yürüyen adama attı.
“Biz de seni kime benzetmişiz.”
İki kafadar gülerek uzaklaşırken siyah paltolu adam arkalarından sessizce baktı. Bir süre yürüdükten sonra yolun sağındaki parka girdi. Usulca yaklaşıp yeşil banka oturdu…
***
Olup biteni gökyüzünden seyreden meleklerden biri diğerine, “İnsan kendini yüceltecek fırsatları bilerek kaçırdığı için ne kadar da aptal,” dedi.
Diğeri, “İnsan gözünü kapalı kapılara dikip açık kapıları göremeyen bir varlıktır,” dedi.
“İnsanlar mantıklarıyla değil, duygularıyla yaşamak ister. Duygularıyla yaşamayı başaramadıklarında da acı çekerler.”
“İnsan neyi bilmez ve neye inanmaz?”
“Gücünün ne kadar sınırsız olduğuna, muhtemelen.”
“Ben insanları kesinlikle anlamıyorum,” dedi insanlardan memnun olmayan başka bir melek.
“İnsanları anlamak için insan olmak lazım.”
“Öyle. Kendini anlamak için kim olduğunu bilmeli, başkasını anlamak için kendini onun yerine koyabilmelisin. Yerini kaybeden insan yalnızlığa ve acı çekmeye mahkûmdur.”
“İnsanoğlu kendine dürüst değil. O yüzden kendini anlamadığı için şikâyet etmemeli.”
Bir diğeri, “İnsanlar mutluluktan bahsetmeyi sever. Ancak en büyük mutluluğun insan olarak dünyaya gelmeleri olduğunu bilmezler. Zira onlar cansız bir taş, hareketsiz bir ağaç, bilinçsiz bir hayvan olarak da yaratılabilirlerdi,” dedi.
“Neden bu insanların düşüncelerini, kaderlerini değiştirmek istiyoruz ki? İnsan zaten hataları, günahları ve yaptığı güzel işlerle insandır,” dedi başka bir melek.
“Çok yazık. Bu insan düştükten sonra belki de bir daha ayağa kalkmayacak. Çünkü öyle darbeler vardır ki onun üstesinden gelmek çok zordur, hatta bazen mümkün değildir.”
“Tanrı bize: ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’2 derken bunları mı kastediyordu? Âciz, zayıf, hemen pes eden, amaçsız bir hayat yaşayan birbirine düşman insanları mı?”
O sırada Tanrı şöyle buyurdu: “ Şüphesiz, ben sizin bilmediklerinizi bilirim!”3
HAYATA KÜSEN İNSAN
Aldığım en büyük ders şudur: Anladım ki susuzluğu giderecek kadar suyu ve (ölmemeye yetecek kadar) yemeği olan insanın herhangi bir şeyden şikâyet etmeye hakkı yoktur.
Eddie Rickenbacker
(Pasifik Okyanusu’nda yirmi dört gün aç ve susuz kalan Amerikalı ünlü yarış pilotu)
Willy Owen bu karmaşık dünyaya hüzünlü bir ruh olarak gelmişti. Hassas ve üzgün, kırılgan, çoğunlukla yalnızlığı tercih eden biri olmasına rağmen çevresindekilere karşı oldukça dikkatliydi, kimseyi kırmayı, hatta yüksek sesle konuşmayı beceremezdi. Başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne çok önem verir, her adımda teşvik edilmeye ve yakınlarının desteğine ihtiyaç duyardı. Onunla ilgisi olmayan şeyler için bile kendini suçlamaya meyilliydi. İletişim kurmada pek başarılı sayılmazdı, bu yüzden şimdiye kadar hiç arkadaşı olmamıştı ama bir can dostu olmasını çok isterdi. Genellikle kimseye güvenmez, güvendiğindeyse sonuna kadar güvenirdi. En küçük haksızlıktan, ihanetten fazlasıyla etkilendiği için insanlara yaklaşmaya cesaret edemezdi.
İş arkadaşlarıyla anlaşamadığından, çalıştığı işyerlerinden çok defa atılmıştı. Kavgacı biri değildi ancak insanlarla iletişim kurmakta hep sorun yaşıyordu. Görüntü itibariyle de pek kavgacı biri değildi. Orta boylu, yuvarlak yüzlü, geniş alınlı, küçük gözlü bir adamdı. Dalgın ve düşünceli bakışları yüzündeki kederli ifadeyi daha da belirginleştiriyordu. Küçük gözlerinin altı uyku mahmuruymuş gibi hep şiş olurdu. Genellikle sakal bırakır, saçlarını arkaya tarardı. Aldığı kilolara rağmen eskiden kaslı bir vücuda sahip olduğu gözden kaçmıyordu. Basketbolculara özgü büyük ellerini, kalın bileklerini babasından almıştı.
Willy, okul yıllarında aktif bir şekilde ragbi ve Amerikan futbolu4 oynamasına rağmen uzun zaman önce sporu bırakmıştı. Oynadığı takımlar lise ve üniversiteler arasında yapılan maçlarda defalarca şampiyon olmuş, yerel gazetelerde onunla ilgili pek çok yazı yayımlanmıştı. Bu sporla ilgilenenlere özgü atletik vücudu; kafası, boynu, kalın bacak ve baldır kasları Willy’de geçmişteki güzel günlerin hatırasıydı. Willy çoğunlukla golle sonuçlanan mükemmel uzak pasları ve topu alıp hızla kaleye giderken sıçrayıp koşmasıyla Amerikan Gridiron Futbolu taraftarlarının hafızasında yer etmişti. Maçta o kadar hızlı hareket ederdi ki karşısındaki rakip oyuncuları hiç zorlanmadan devirip geçerdi. Sağa ve sola çevik sıçramaları, eğilip önündeki rakibinin karnına omuz geçirmesi, düştüğü anda yerden kalkmayı bilmesi onu diğer oyunculardan ayırıyordu. Çarptığı rakibi fırlayıp havada dönerek sırtüstü yere çakılırdı. Her hamlesinden sonra seyircilerden hayranlık dolu bir uğultu yükselirdi. Willy oyun sırasında adeta trambolinde koşardı. Hem lise hem de üniversite takımlarına defalarca en iyi oyun kurucu seçilmişti.
Bu kadar ünlü olmadan önce o kadar da iyi bir oyuncu değildi. Düzgün pasları sayesinde antrenörler onu birkaç kez oyun kurucu olarak denemek istemiş ancak Willy pek başarılı olamamıştı. Rakip takımın kalesine ustaca yaklaşmasına rağmen en önemli anlarda kalakalırdı. Çoğu zaman yakınında bir takım arkadaşı var mı diye etrafını kontrol ederdi. Hatta genelde gol atıp puan alma fırsatı varken bile bunu diğerlerinin yapmasını tercih ederdi. Antrenörleri onu sık sık uyardığı halde Willy bu huyundan bir türlü vazgeçmediği için yeniden running back5 pozisyonuna getirilmişti. Willy arka plandayken daha güvende hissederdi.
Babası Brandon’ın bu soruna el atmasıyla işler tamamen değişti. Brandon oğlunun maçlarını izlemeye başlamıştı. Bir süre sonra da babası işlerini ertelemeyi göze alarak maçlara gelip oğluna destek olmaya çalıştı. Willy babasının düşüncelerine çok önem verirdi. Babası maçlara gelmeden önce onun için asıl sorun maçı kazanmaktı ama babası gelmeye başladıktan sonra Willy için maçı kazanmanın yanında, artık nasıl kazandığı da önemliydi. Babası onun kahramanıydı. Onun dikkatini çekebilmek için daha aktif olmalı, diğerlerinden farklı olduğunu göstermeliydi. Bu yüzden artık son anda başkasına pas vermemeli, touchdown’u6 artık kendisi tamamlamalıydı. Böylece spor kariyerinde yeni bir dönem başladı. Pozisyonu runing back’ten quarter back’e7 yükseltildi çünkü artık takım kaptanı olmak için bütün yeteneğini ortaya koyuyordu. Çevik hareketler, hızlı koşma, topu elden ele geçirme tekniği, rakibin savunmasını önceden sezme.
Öte yandan Willy üstün fiziksel özelliklere de sahipti. Büyük eller, sıkı kaslar, sağlıklı, gelişmiş bacak kasları. Boyunun uzun olmaması –ki oyun kurucu için çok önemlidir– iyi bir oyun sergilemesini engellemiyordu. Oyun kurucu genelde topu merkezde aldıktan sonra bitiş çizgisine koşması için runing back’e verirdi. Oysa Willy topu aldığı gibi rakip oyuncuları tek tek devirerek ilerliyordu. Ondan daha ağır ve daha uzun boylu rakiplerini bile devirip geçiyordu. Yana koşup sıvışma olanağı varken bile bazen rakiplerine çarpıp onları düşürmeyi tercih ediyordu. Willy bütün bunları babası için yapıyordu çünkü Brandon bu sporu çok seviyordu.
“Willy, aferin oğlum, adamları resmen lobut gibi deviriyorsun. 93 numarayı nasıl da havaya kaldırdın öyle. Hele şu 96’yı. Vay canına, adamın altından girip kuş gibi arkaya fırlattın.” Brandon şaşkınlığını gizleyemiyordu. Oğlunun ilk maçını izlediği günden beri hiçbir maçını kaçırmamaya özen gösteriyordu.
Willy, liselerarası bütün sezon maçlarını galibiyetle tamamladı. Okulu eyalet şampiyonu oldu. On bin kişilik stadyumda oyuncular onu omuzlarına alıp tur atıyordu. Brandon oğluyla gurur duyuyordu. Willy’nin hayatının en güzel günleriydi. Willy kupayı kaldırırken gözleri yalnızca babasını arardı. Babasının gözlerinin içine bakarken adeta şöyle diyordu: “Bunu sadece senin için yaptım, baba.”
Willy liseyi bitirince onu büyük bir memnuniyetle üniversite ligine aldılar. Önce running back, sonra quarter back pozisyonunu verdiler. Derslerini çok da önemsemeyen Willy bütün zamanını antrenmanlara ayırıyordu. Sonuç olarak ilk sezondaki birçok maçta takımını galibiyete taşıdı. Üniversitedeki ikinci senesinde takımı Amerikan Kolej Sporları Kurumu (NCAA) karşılaşmasında ikinci oldu. İki sene sonra kurumun yüz bin kişilik dev stattaki final karşılaşmasında galibiyet aldı. Sonunda Willy, Amerikan Gridiron futbolunun profesyonel ligi olan Amerikan Ulusal Futbol Ligi (NFL)’nde oynaması için davet edildi. Bu davet Super Bowl8 karşılaşmasının beş kez, on kez de konfederasyonun galibi olan Dallas Cowboys takımından gelmişti: Ulusal Futbol Ligi’nin en başarılı takımından.
Süper ligde oynama şansı her futbolcunun hayaliydi ama Willy kendine bile açıklayamadığı sebeplerle teklifi kabul etmemişti. Sebebi sorulunca da, “İstemedim,” demekle yetinmişti. Tabii ki cevap bu kadar basit değildi. Çok çok sonraları bu sorunun cevabını bulacaktı. Fakat şimdilik bilinen tek şey, içinde koca bir boşluğun açıldığıydı.
Anne ve babası, Willy profesyonel lige davet edildiği sıralarda boşanmışlardı. Zaten en başarılı çıkışlarını yaptığı zamanlarda bile ebeveynleri birbirleriyle asla anlaşamıyordu. Babasının geceleri eve gelmemesiyle biten kavgaları, annesinin ilaç içip günlerce yataktan çıkmaması sıradan bir durum haline gelmişti. Bütün bunlara rağmen Willy hayatına devam ediyordu: Okuluna gidiyor, düzenli olarak antrenmanlarına katılıyor, sık sık arkadaşlarıyla buluşup evin iç karartıcı havasından uzaklaşmaya çalışıyordu.
Willy o yıllarda aile kavgalarının içinde kalsa da kendini o kadar da yalnız ve desteksiz hissetmiyordu çünkü bir ailesi olduğunu, babası gitse bile siniri geçince geri döneceğini, ebeveynleri kavga etseler de her durumda onu çok sevdiklerini biliyordu. En azından Willy böyle düşünüyordu. Yalnız değildi, ne olursa olsun anne ve babası yanındaydı. Annesi ve babası boşandıktan sonra babası Houston’a taşındı. Annesiyle yaşamak dayanılmaz bir hal aldı. Babası Willy’ye, “Artık büyüdün, başının çaresine bakabilirsin,” dediğinde Willy ilk kez yapayalnız olduğunu hissetti. Eskiden iyi kötü bir ailesi vardı, şimdiyse koca dünyada bir başına kalmıştı. Gerçi bu yalnızlık duygusu kalbinin derinliklerinde en başından beri vardı. Ailece bayram yemekleri yediklerinde, arkadaşlarıyla piknikte eğlenirken, hatta elinde kupayla binlerce taraftarın tezahüratını dinlerken bile. Fakat bu duygu şimdi bendini aşan sel gibi bütün hayatını, düşünce ve davranışlarını ele geçirmişti. Tam da bu aşamada Willy, hayatını değiştirecek en büyük fırsatı kaçırdı. Hayat, varsayımlar üzerine değil, eylemlerimiz üzerine kuruludur. Hayat için senin nasıl olduğunun, ne düşündüğünün, ne istediğinin, nelere kadir olduğunun, “iyi insan” olup olmadığının önemi yoktur. Hayat yalnızca senin ne yaptığına bakar. Birçok insan gibi Willy de hayatını üstünde hiç denetimi yokmuş gibi yaşıyordu. Başarısızlıklarında kendini veya başkalarını suçlamak, sorumluluğu üstlenmek ya da sorumluluklarından kaçmak gibi pek çok seçeneği olduğunu bilmeden başını eğip önüne bakıyordu. Sadece yaklaşımını değiştirmekle kararlarının ve bütün hayatının yön değiştirebileceğinden bihaberdi.
Willy hayatı boyunca pek çok zorluk yaşamıştı. Başkalarını daha da güçlendirebilecek bu zorluklar hayata bakış açısını daha da karamsarlaştırmış, hayata inancını kaybetmesine sebep olmuştu.
Babası Houston’a taşındıktan bir süre sonra annesi de ikinci evliliğini yaptı. Ara sıra oğlunu telefonla arıyordu.
Zamanla bu aramalar da kesildi ama Willy umudunu kaybetmedi. Ne zaman bu konuyu düşünse bin türlü bahane uyduruyor, annesinin onu arayacağını düşünerek kendini avutuyordu. Zamanla annesi de babası gibi, çocukluğunun acı sayfalarında kalan bir hatıradan ibaret oldu. Willy yalnızlığa alışmıştı. Beklediği kimse yoktu. Bu saatten sonra kimsenin onu hatırlayacağını sanmıyordu. Güvensiz, önyargılı biri olup çıkmıştı.
Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre Dallas’ta çalıştı. Dallas onun anavatanıydı çünkü Dallas’ta doğmuştu. Çalışmak için sık sık farklı şehirlere gidiyordu. Daha sonra Houston’a, babasının onları bırakıp gittiği şehre geldi.
KÖTÜ NİYET BAZEN İYİ SONUÇLAR DOĞURUR
“Kötü niyet, bereketi alıp götürür.”
Ali bin Ebu Talib
Monroe Anderson, Tennessee Eyaleti’nde ünlü bir bankacı ve pamuk tüccarıydı. Bir süre sonra üvey kardeşiyle ortak oldukları şirketin ticaret hacmini biraz daha genişleterek uluslararası pazara da girdi. O dönemlerde devlet, sosyal projelere aktif olarak katılan şirketlerin hizmetlerine çok önem veriyordu. Böyle iştiraklere ayrıcalık gösteriyor, vergi imtiyazlarından faydalanmaları sağlanıyordu. Anderson bu olanaktan yararlanmak ve vergiden muaf olmak için başlangıç bütçesi üç yüz bin dolar olan bir vakıf kurdu. Anderson Vakfı. Monroe Anderson öldüğünde vakfın bütçesi on dokuz milyon dolardı.
Anderson’ın ölümünden iki yıl sonra, Teksas Eyaleti’nde kurulacak Onkoloji Hastanesi ve Bilimsel Araştırma Merkezi’nin inşaatı için yarım milyon dolara ihtiyaç vardı. Anderson Vakfı yönetimi bu meblağı üstlendi. Böylece Anderson Tıp Merkezi kuruldu ve yavaş yavaş büyüdü.
2011 yılında Şeyh Halife bin Zayed el-Nahyan’ın vakfının Anderson Merkezi’ne yüz elli milyon dolar bağışlamasının ardından Anderson Merkezi’nde yeni bir dönem başladı.
İnsanın kaderi onu niyetlerine göre ödüllendirir. Niyet iyi olunca niyet sahibi de yapılan işten faydalanır. Ama niyet kötü olursa yapılan iş güzel sonuçlansa bile niyet sahibine faydası dokunmaz.
Birçok olaya ve gelecekteki etkilerine bu açıdan bakınca dünyada bir hedefin ve gizli bir planın varlığını hissedersin. Bazen bilmeden veya istemeden o gizli planın parçası oluruz. O gizli hedeflere yönlendiriliriz. Birçok olay biz istemesek de gerçekleşir. Oysa bunları biz istemeden değil, bile isteye yaparsak bize faydası dokunur. Bilgelerin dediği gibi, insan kendi isteğiyle servetinin bir kısmını hayır işlerine ayırmazsa hayat onu mükâfatı olmayan işlere zorlayacaktır.
Anderson’ın istemeden yaptığı işten de kendisi değil başkaları faydalandı. Binlerce insanın yolunun kesiştiği tıp merkezi Houston’daydı. Zaman rüzgârının Willy’yi savurup getirdiği bol yağmurlu şehirde. ABD’nin en kalabalık yerlerinden biri olan bu şehirde çok sayıda bilimsel araştırma merkezi vardı. Onlardan biri de Melekler Şehri, yani Anderson’ın adının verildiği onkoloji merkeziydi.
NEDEN ANDERSON?
Tesadüf, belki de olayların altına imzasını atmak istemeyen Tanrı’nın takma adıdır.
Anatole France
Willy bir senedir Anderson Onkoloji Merkezi’nde temizlikçi olarak çalışıyordu. Buradan aldığı maaş daha önce çalıştığı yerlerden fazla olmasına rağmen yine de memnun değildi. Aslında kendisi bile neden memnun olmadığını bilmiyordu. “Memnuniyetsizliğim maaşım yüzündense şimdi daha çok kazanıyorum. İşim de ağır değil. O halde neden memnun değilim, neden huzursuzum, beni mutsuz eden ne?” diye sorup duruyordu kendine.
Aynı yıl içinde başka yerlerden daha yüksek maaşlı iş teklifleri aldığı halde işini değiştirmedi. Anderson Tıp Merkezi’nde içindeki boşluğun az da olsa dolduğunu düşünüyordu.
İnsan ruhunun gelişimi maddi yasalardan bağımsızdır. Willy hayatı boyunca yaşadığı çeşitli duyguları, gördüğü olayları iç dünyasında biriktirmişti. Ruhu şekilden şekile giren bir diyar gibiydi. Eskiden işe yaramaz ve kurak olan bu arazide sonradan büyük bir meydan inşa edilmiş, yeşil alanlar, evler yapılmıştı. Bu meydandan, yeşil alandan çeşit çeşit yolcular gelip geçmiş, evlerde birbirinden farklı insanlar oturmuştu. Bunların hepsi zaman içinde gerçekleşmişti. Dünya gözüyle bakınca bu farklı olayların yalnız bir bölümü görülebilirdi ancak Willy’nin iç dünyasında maneviyata özgü bir zamansızlık vardı. Yaşananların hepsi aynı yerde, tek bir gerçekte toplanmış, farklı zamanlara ait duygular, izlenimler üst üste yığılarak karmaşık bir ruh hali oluşturmuştu. Geçmişi bugününe ve yarınına gölge düşürüyor, düşünce ve kararlarını etkiliyordu. Bazı adımlarını bilinçli atsa da çoğu zaman kararlarında akılla birlikte gizli duyguları, izlenimleri de söz sahibi oluyordu. Yaşadığı olaylar sebebiyle bilinçaltına yerleşen duygu ve düşünceler sebebini bilmediği adımlar atmasına yol açıyordu.
Yaşadıkları unutulsa da doğru ya da yanlış sonuçları asla unutulmuyordu. Ağır bir trafik kazası geçiren biri arabada sıkışıp kaldığında yaşadığı korkuyu, dehşeti, acıyı, çaresizliği, üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin hafızasından silemez. Bir daha arabaya binmek istemez, kapalı alanlardan kaçar, büyük yollardan uzak durur, ev alırken sokak arasında olanları tercih eder.
Dönüp kendi geçmişimize baktığımızda bizi en çok etkileyen olayları, durumları hatırlarız. Bizi en çok mutlu eden veya en çok üzen şeyleri anımsarız: Başarısızlık, nefret, acı, çaresizlik, ıstırap, kayıp, korku, üzüntü ya da tam tersi, bizi mutlu eden şeyleri, olumlu duyguları. Çevresinin etkisine karşı bu şekilde hassas olan insan her gün kendi ruhunda bir şeyler düzeltir. Bazen olumlu duygulardan oluşan bir gül bahçesi, bazen kurak, çorak bir arazi.
Willy’nin bugünkü karmakarışık durumu da teslim olduğu ancak barışamadığı geçmişinin acı sonucuydu.
Willy, Anderson’da hastane koğuşlarının genel temizliğinden sorumluydu. Her gün koğuşları tek tek dolaşır, camları açıp odaları havalandırır, camların, yerlerin, yatakların temizliğine özen gösterirdi. Odalara girdiğinde tüm dikkatini işine verirdi. Doktor ve hastane çalışanlarıyla pek iletişim kurmazdı.
O gün de işini bitirdikten sonra üstünü değiştirip hastaneden çıkmıştı. Her zamanki gibi aheste aheste yürüyüp yakındaki parka yöneldi. Willy burada yeşil ahşap banka oturup düşünmeyi severdi. Park, yolun sağında, biraz aşağıda kalıyordu. Sonbaharın son ayı olduğu için sarı sarı yapraklar etrafa dağılmıştı. Kızıl, kırmızı, sarı yapraklar yeşil zemini adeta renkleriyle süslemişti. Alanı çevreleyen yeşil banklar doğaya uyum sağlıyordu.
Willy her zaman oturduğu banka yürüyordu. Derin düşüncelere dalmış, orada oturan iki genci görmemişti. Önce geri dönmeyi düşündüyse de sonra vazgeçip az ilerideki banka oturup arkasına yaslandı…
YAPAYALNIZ
Aşk, kadın ve erkek için, hayat boyu acı veren yalnızlıktan kurtulmanın yoludur.
Bertrand Russell
Bazen yalnız kalmak istersin. Yanında kimseyi istemezsin. Oysa böyle anlarda davetsiz misafir gibi beynine doluşan düşünceler seni rahat bırakmaz. Düşüncelerimiz, arzularımız ne kadar da basit ve anlamsız. Biz… Biz insanlar bu ucuz düşüncelerin müşterileriyiz. Neticede hayatımız da bu düşünceler gibi boş, anlamsız ve basit oluyor.
Dokunduğumuz her şeyi mahvediyoruz. Tıpkı düşüncelerimiz gibi…
Sık sık kederli ve anlamsız düşüncelere gark oluyorum. Her zamanki gibi onlarda bir anlam bulmaya çalışıyorum.
Sadece onlarda değil, yaşadıklarımda, çevremde, hayatımda arıyorum bu anlamı… Neden hayatın anlamını ararsın?
Belki de hayatın anlamı böyle monoton bir yaşam sürmektir. Sabah erkenden kalk, işe git, akşam eve gel, yorgun argın yat. Gelip gelmemenle ilgilenen biri varmış gibi. Sabah her şeyi sil baştan bir daha yaşa…
Willy bu karamsar düşüncelerden yorulup kayıtsızca etrafına bakındı. Çocuğunun elinden tutup onu zorla, neredeyse sürükleyerek götüren bir anne geçiyordu önünden.
“Alacağım dedim ya,” dedi anne umursamazca çocuğu peşinden sürükleyerek.
“Hep öyle diyorsun,” dedi çocuk, ağlamaklı bir sesle.
Yalan vaatler, ihanetler, boş ümitlerle dolu bir dünya! Willy başını eğip yine düşüncelere daldı. Herkesin kendince istekleri var. Bu çocuğun da hatta onu peşinden sürükleyen şu annenin de… Onu da elinden tutup çekiştirerek kendi isteklerine ulaşmasını engelleyen bir kuvvet var: Kader. Anne, çocuğunun elinden tutup çekiştirir, kader de annenin. Sonuçta hiçbiri kendi arzu ve isteklerine kavuşamıyor. Bedenen büyüsek de kalbimiz büyümez. Aklına koyduğunu çevresine aldırmadan ısrarla isteyen çocuklar gibiyiz. Israrla hayatta her şeyin bizim istediğimiz gibi sonuçlanmasını bekleriz. Hayat bize istediğimizi vermeyince de telaşa kapılırız, gözlerimiz yaşla dolar, bu hayatta kendimize yer bulamayız. En küçük isteklerimiz bile bizim için büyüktür. En kötüsü de bazen istediğimizi elde edince ona olan ilgimiz tamamen kaybolur, onu gereksiz bir eşya gibi bir kenara atarız. Düne kadar uğrunda mücadele eden biz değilmişiz gibi. Gel de şimdi kendini anla!
Peki, beni üzen ne, gerçekte neyin peşindeyim? Bilmiyorum. Ne kadar düşünsem de cevap bulamıyorum… Ama beni üzen bir şeyin farkındayım. Başını kaldırıp derin bir of çekti.
Parkın sonundaki kafede erkenden süslenmiş rengârenk çam ağacı dikkatini çekti. Bu şehirde Noel hazırlıkları bir süre önceden başlardı. Böylece şehirde uzun süre Noel havası hâkim olurdu.
Evet… Noel yaklaşıyor. Uzun zamandır benim için bir anlamı yok. Çocukken yaşadığım Noel mutluluğundan, o güzel heyecanlardan eser kalmadı. Eskiden nasıl da heyecanla Noel’i beklerdim. Bir zamanlar biz de bu kafenin sahibi gibi aylar önceden hazırlıklarımızı yapardık. O zamanlar annemle babam yanımdaydı. Her şey ne kadar da güzeldi. Willy’nin gözlerine hüzün çöktü. Geçmişe dönmüştü. Unuttuğu duyguları yeniden yaşadı.
Sıkıntılı günler, kâbus dolu geceler, yıllar, aylar bütün bu güzel duyguları süpürüp götürdü. Bu acı yıllar beni o güzel günlerden uzaklaştırdı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Artık mucizelere de inanmıyorum. Hediyeler getiren Noel Baba benim gözümde artık para verip bir şeyler aldığım gülünç kıyafetli bir satıcıdan başka bir şey değil. Tanrım, eskiden bunlar benim için ne kadar değerliydi. Oysa şimdi her şey bomboş. İçini yakan duyguyla alnı kırıştı. Sanki ayaklarının altından yer, başının üstünden gök çekilivermişti. Dipsiz bir boşluğa düşmüş, basacağı sağlam zemin yok olmuştu.
“Bu duygudan nefret ediyorum.” Aşina olduğu duyguları tekrar tekrar yaşamanın verdiği bıkkınlıkla ağzından döküldü bu sözler. Sanki hayat durmuş. Hiçbir şey hissetmiyorum, körelmişim, beynim durmuş. Varım ama yok gibiyim de… Ömür geçiyor, zaman geçiyor ama hayat ölmüş, yok olmuş, savrulup koca bir delikte kaybolmuş gibi. Bu düşünceler de sanki boşluktan, hiçlikten fırlayıp beynime doluşuyor. Etrafındaki boşluk korkulacak bir şey değil, aksine seni rahatsız eden kimse yok. Oysa kalpteki boşluk dayanılmaz. Hem de görmezden gelinemeyecek kadar.
Yandaki bankta oturan gencin sözleri Willy’yi daldığı düşüncelerden kopardı.
“Ah, keşke tekrar çocuk olsaydım… Sadece iğne yapılınca canım acısaydı keşke…”
Öyle anlar olur ki evrende uçuşan yüzlerce kelimenin içinden yalnız birini, sana lazım olanı, duymak istediğini duyarsın. İnsan ruhu çok ilginç. Düşünceler farklı yönde olmasına rağmen yine de sesleri, kelimeleri duyar ve ayrıştırır. O kelimelerin ancak bazıları insanı kendine çeker.
Ben geçmişe dönmek istemiyorum… Willy bankta oturan gencin yüzüne bakmadan kendi kendine yakındı. Geçmiş de bugün de benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Hayat o kadar basit ve monoton ki bütün olacakları, söylenecek sözleri, insanların davranışlarını, duygularını bile önceden kestirmek mümkün. İşyerinde ne olacağını, evde yaşanacakları, televizyonda ne olduğunu, hatta pazar günlerime kadar ne yapacağımı önceden biliyorum… Sıkıcı ve monoton
****
1) Bomber: Hava kuvvetleri için hazırlanmış “bombacı” anlamına gelen şişkin, kollarında ve beline lastik şeritler bulunan kısa cekettir. Sonradan Amerikan giyim sektörünün bir parçası olmuştur.
2) Bakara Suresi, 30. ayet.
3) Aynı ayet.
4) Amerikan futbolu: (diğer ismi Gridiron futbolu) Ragbi gibi sert bir spor çeşididir. Bazı farklılıklarına rağmen oyun şekli genel olarak benzerdir. Amerikan futbolunun oluşmasını ragbi sağlamıştır. Amerikan futbolu daha dinamik, daha serttir. Burada pas atmak ragbiden 4 kere daha hızlıdır. Aynı zamanda oyuncuların hızı da daha yüksektir. Bu yüzden oyuncular göğüs ve dizlerine koruyucu zırh giyer, başlarına ise yüzü parmaklıklarla kaplı kask takarlar. Amerikalılar Avrupa’da oynanan futbola “sokker” adını vermişlerdir. Orada futbol denilince ragbi benzeri gridiron futbolu kastedilir.
5) Topla rakip takımın en son çizgisine koşan oyuncunun pozisyonu.
6) Touchdown: Amerikan futbolunda hücum eden takımın topu, rakip takımın koruduğu alana ulaştırması ve koymasına denir. 6 puana denk gelir.
7) Quarter Back: Takımın oyun kurucusudur. Hücum başladığında top genellikle bu oyuncuya gelir. Oyunu bu oyuncu belirler.
8) Super Bowl: ABD’de her yıl düzenlenen NFL’nin şampiyonluk maçıdır. Maçı ekranlardan yaklaşık 100 milyon kişi seyreder.