Roman (Yabancı)

Bulgar Çıkmazı – Gerard de Villiers

1.BÖLÜM

Osman Galata, parmaklarının arasındaki Montecristo’dan derin bir nefes çekerek gözlerini Kontes Hildegard von Brisbach’ın uzun, yumuşak, siyah deri çizmelerinin sımsıkı sardığı bacaklarına ve lasteks pantolonun hatlarını ortaya koyduğu kalçalarına dikti. Genç kadın elindeki panter kürklü mantoyu umursamaz bir tavırla koltuğa fırlatıp gri gözlerini Türke çevirdi.

Ne var yine?

Türk çıplak kıllı göğsünü kaşıdı. Gözlerinde insani bir ifade belirmişti. Kalın bir sesle:

Hiç, dedi. Sadece canım seni çekti.

Ne kibar bir itiraf! Hildegard alaylı bir gülümsemeyle ona baktı.

Yeni bir şey değil bu!

Karanlık işler ve kaçakçılıkla uğraşan Türk, gerçek bir kontesle ilişki kurmanın verdiği keyif içindeydi. Genç kadın, sevgilisini etkilediğinin bilincinde olarak alnına düşen saçı geriye attı.

Başın yine dertte mi? diye sordu Türke.

Resepsiyondan seni sorduğumda memur tuhaf tuhaf yüzüme baktı ve adımın listede olup olmadığını kontrol etti. Sonra da iki polis yukarı çıkmadan önce çantamı aradı.

Osman Galata gurur dolu bir gülümsemeyle sararmış dişlerini ortaya koydu.

Dün akşam sana anlattığım şey yüzünden.

Bir anda önemli biri oluverdim. Kapıyı açıp koridora bir göz atsana!

Meraklanan Hildegard, söyleneni yerine getirdi.

Kapı aralığından dışarı bir göz attı ve koridorun her iki ucunda iskemle üzerinde oturan iki adam gördü. Odaya döndüğünde:

Onları buraya gelirken de farketmiştim.

Seninle mi ilgili? Ne demek oluyor bu? Tutuklandın mı yoksa?

Osman iyice kasıldı.

Beni korumakla görevliler.

Kime karşı?

Osman esrarengiz bir biçimde gülümsedi.

Tahmin edemiyor musun? Beni ziyarete izin verilen tek kişi sensin. Çünkü sana güvenim var.

Kontes von Brisbach’ın bu işe bir türlü aklı eriniyordu. Osman Galata’nın, ayak bastığı her ülke polisiyle başı dertteydi. Hildegard aynı duruma Türkiye’de de rastlamıştı. Osman tutuklanmak üzereyken adaletin pençesinden sıyrılmayı başarmış, kendisine sus payı olarak teklif edilen parayı almaya Hildegard’ı göndermişti. O da sevgilisinin karıştırdığı haltlardan haberi yokmuş gibi safça bir tavırla gitmişti oraya.

Osman Galata yılışık bir gülümsemeyle:

Ne kadar güzelsin! Dedi.

Hildegard hemen aynada vücuduna baktı. Düz bir karnı, iri göğüsleri, yuvarlak kalçaları ve uzun saçları vardı. Gören otuz sekiz yaşında demezdi.

Ama ne yazık ki, duldu ve beş parası yoktu.

Viyana’da dolaşan söylentilere göre kontesin hafta sonlarını İran Körfezi’nde geçirdiği biliniyordu.

Tam olmasa da bu dedikoduda bir gerçek payı vardı, örneğin, Osman Galata genç kadının başlıca ihtiyaçlarını karşılamayı, hatta daha başka ihtiyaçlarına da cevap vermeyi görev edinmişti.

Son Bulgaristan seyahatinden ona bir Sovyet vizonu getirmişti.

Genç kadın bu tür hediyeleri doğal bir tavırla kabul ediyor, cinsel ilişkilerinin dışında Türkle fazla yüz göz olmamaya çalışıyordu. Ama iş sevişmeye gelince, Macar atalarından kalma her türlü açık saçık lafı kullanır, tahrik olan sevgilisini damızlık aygıra çevirirdi. Osman, Hildegard’a bir türlü akıl erdiremiyordu. Genç kadının ihtiyaçtan mı, yoksa zevk aldığı için mi seviştiğini bir türlü öğrenememişti. Anlamsız bakışlarını Hildegard’a dikerek, sözüm ona şefkatli bir el hareketiyle: Gel! Dedi.

Hildegard ağır hareketlerle yatağa sokuldu.

Daha bir gece önce beraberdiler ve Osman her zamanki gibi gözü doymaz bir biçimde kendini tatmin etmeye çalışmıştı… Aynı anda Türkün iri eli genç kadının bacaklarına yapıştı, sonra bacaklarının arasından yukarı doğru kaydı. Bacakları açık durumda ayakta kımıldamadan duran Hildegard von Brisbach sevgilisine baktı. Cinsel arzu yüzünü sevimsiz kılıyordu. Yanakları titremeye başlamış, dudakları gerilmiş, gözleri yuvalarından fırlar gibi olmuştu. Osman bir elini kadının bacakları arasında tutmaya devam ederek diğer eliyle seyrek saçlarını düzeltti.

Şu an ne istediğimi biliyor musun?

Elbette, dedi genç kadın. Doymaz domuzun tekisin sen.

Sonra yatağa, Osman’ın yanına oturdu ve bir elini örtünün altına kaydırdı. Osman gözlerini yumdu ve iğne yemiş hasta gibi titredi.

Osman Galata hiçbir kadına karşı böylesine hayvani bir istek duymamıştı. Geçirdiği tehlikeler, duyduğu korkular bu isteği daha da güçlendiriyordu.

Günlerden beri, korkunç bir sinir gerilimi içindeydi. Her an, her saniye, çevresinde bir ölüm tuzağı kurulduğunu hisseder gibiydi. Kapanın bir anlık gecikmeli kapanışından faydalanıp kapağı İstanbul’a atmış, oradan da Viyana uçağına atladığı gibi soluğu Imperial Oteli’nde almıştı.

Hildegard’ın çarşafın altında hareket eden parmakları beklediği sonucu yaratmıştı. Sabırsızlanan Osman elini genç kadının ensesine atarak vücudunu üstüne çekmeye çalıştı.

Senin için yanıyorum!

Hildegard soğuk bir biçimde gülümseyerek:

Kırk yıl ıssız adada kalmışlar gibi davranma, dedi. Senin tanıdığın sokak yosmalarından değilim.

Yataktan kalkıp radyonun başına geçti, düğmeyi çevirerek istasyon aramaya başladı.

Ne dinlemek istersin? Mozart, Wagner, Brahms? Belki de bir Rus, mesela Prokofiev…

Osman Galata’nın seçim yapacak hali yoktu.

Ha Fransız milli marşı olmuş, ha Chopin’in Polonez’i, farketmezdi… Heyecanını bastırmaya çalışarak:

Ne istersen onu çal, diyebildi.

Hildegard von Brisbach düğmeyi çevirmeye devam ederek Moussorgski’nin Çıplak Dağda Bir Gece sinde durdu; bir süre dinledi ve dönüp yatağa oturdu. Sert bir hareketle Türkü örten çarşafı kaldırdı. Osman hemen gözlerini yumdu ve olacakları beklemeye koyuldu, bir süre sonra gözlerini tekrar açtı.

Hildegard kımıldamamıştı bile. Gözleri boşlukta, eli Osman’ın vücudunda, başını müziğin ritmiyle hafif hafif sallıyordu.

İyi ama ne oluyor böyle?

Kes sesini, yoksa kalkar giderim, diye payladı Hildegard.

O durumda Osman, sonuca bir an önce gitmek için ne isteseler verirdi… Birden, radyonun hoparlöründen zillerin kulakları tırmalayan sesi yükseldi. Sesle birlikte Hildegard başını, avına saldıran şahin gibi Osman’ın vücuduna doğru eğerek dudaklarını tenine yapıştırdı. Beklemediği bu ani hareket karşısında Osman’dan ince bir feryat yükseldi. Sonra, teninde dolaşan sıcak dilin tekrar uzaklaştığını hissetti.

Osman’ın çilesi daha bitmemişti. Hildegard’ın okşamaları müziğin ritmine uyarak sürüyordu.

Osman beklediği sonuca ancak zillerin eşliğinde varacağını anlayarak beklemeye koyuldu. Nihayet, Çıplak Dağda Bir Gecenin son bölümüyle zillerin sesi yükseldi ve tempoyla birlikte hareketini hızlandıran Hildegard Osman’ı beklediği sona ulaştırdı.

Zevkten havalarda uçan Osman’ın yere inmesi hayli zaman aldı. Nabzı 160’a çıkmıştı.

Elin çok becerikliymiş, diyebildi.

Hildegard gülümsedi. Türkü memnun etmek kolaydı. Kocası onu bu konuda iyi eğitmişti.

Erkekleri zevkten çıldırtmaya bayılırdı. Kimi zaman sevişmeyi yarıda keşi verir, karşısında yalvarıp yakaran erkeğe istediğini yaptırırdı.

Osman, genç kadının kendisiyle sevişmekten zevk alıp almadığından emin değildi, ama bu işi sokak yosmalarından çok daha iyi bildiği bir gerçekti.

Hildegard ayağa kalkıp, pencerenin yanma gitti.

Şuraya bak! Kar başladı.

İşte, Osman Galata’yı kahreden olaylardan biri de buydu. Hildegard von Brisbach gözü dönmüş, tırnaklarını etine geçirmiş bir durumda zevkten çığlıklar atarak sevişirken on saniye içinde değişiverir ve hiçbir şey yokmuş gibi ona, sinemaya gitmek isteyip istemediğini sorabilirdi…

Kendisini şaşılacak derecede kontrol edebiliyordu…

Bütün bunlardan sonra Osman, Avusturyalı kadınlarla doğuluların hiçbir ortak yanları bulunmadığına karar vermişti.

Osman kendini pek keyifli hissediyordu.

Hildegard tekrar yanına dönmüş ve eliyle okşamaya başlamıştı.

Nasıl, hoşuna gitti mi? diye sordu. Benim dışımda başka kadınlarla da yaramazlık yapıyor musun?

Asla, dedi Osman. Viyana’da uzun süre kalacağım ve iyi de para kazanacağım.

Hildegard’ın gözlerinde alaylı bir ifade belirdi.

Yine kaçakçılık işi mi?

Osman Galata Bulgaristan, Türkiye, Almanya ve Avusturya arasında durmadan mekik dokurdu.

Esrar, çalınmış araba işi de yapardı, silah işi de.

Kendisini koruyan kişiler olduğu muhakkaktı, çünkü her pürüzü kolay atlatırdı. Aslında yaşam tarzı Hildegard’ın hiç umurunda değildi. Onu Viyana’ya geldiğinde görürdü hep. İlk kez olarak işinden, bir gece önce söz etmişti. O da merakla dinlemişti. Doğuluların sözlerinden neyin doğru, neyin yalan olduğunu çıkarmak imkânsız gibiydi.

Osman Galata genzini temizleyerek:

Hayır, dedi. Dün akşam sözünü ettiğim konu…

Hildegard heyecanlanmış gibi göründü.

Dikkatli ol, tehlikeli bir iş bu. Başına bir şey gelsin istemem.

Osman elini yastığın altına attı ve 38’lik bir Radom çıkartarak namluyu genç kadının burnuna dayadı.

Osman kendini korumasını bilir, yavrum!

Ayrıca beni koruyorlar. Seninle yemeğe çıktığımızda bile peşimi bırakmayacaklardır.

Genç kadın yataktan kalktı ve banyoya gitmek üzereyken telefonun çaldığını duydu.

Osman Galata ahizeyi kaldırdı ve Alo dedi.

Banyoda, Hildegard usulca paralel ahizeyi kaldırdı ve kulağına dayadı, önce, uluslararası hattın o belirgin düdük sesi duyuldu, ardından da bir kadın sesi.

Osman?

Telaffuzuna bakılırsa, Osman’ın karısı olmalıydı bu. Yan odadan verilen cevap Hildegard’ın yanılmadığını gösterdi.

Evet, Leyla?

Yalnız mısın? Seninle konuşabilir miyim?

Sesinden telaşlı olduğu belliydi.

Elbette sevgilim, dedi Osman.

Hildegard Türkçe bilmiyordu, ama ses tonlamalarından bir şeyler hissedebiliyordu. Kendi kendine gülümsedi. Erkeklerin hepsi birbirlerinin aynıydı. Daha az önce yatakta beraberdiler. Bir an telefon konuşmasına o da katılmak istedi… Fakat hiç de hoş bir şaka olmazdı bu. Türkü başına bela etmenin gereği yoktu. Konuşmayı dinlemek daha eğlenceliydi… Birden, seslere parazitler karışmaya başladı. Birkaç anlaşılmaz kelime sonra kadının hayır diye bağırdığı duyuldu. Ardından da kulakları sağır eden bir ıslık sesi.

Ahizenin kulaklığında sanki korkunç bir patlama oldu.

Banyoyu odadan ayıran kapı bir anda menteşelerinden söküldü ve hızla karşı duvara çarptı.

Hildegard dev bir elin etlerini kopardığını hissetti.

Hava basıncı kulak zarlarını zorladı. Başı şiddetle duvara çarptı ve kendinden geçti.

Cinayet Masası müfettişi itfaiyecilerin ardından, elinde silah odaya daldı, itfaiyecilerden biri alev alev yanmakta olan perdelere köpük sıkarken diğerleri yatağın dibinde yatan cesede doğru ilerlediler.

Oda, kasırgaya uğramış gibiydi. Pencere çerçevesiyle birlikte yerinden kalkıp sokağa uçmuş, gelip geçen birkaç kişiyi yaralamıştı.

Imperial’in çevresindeki binaların tüm camlan kırılmıştı, itfaiyeci alevleri söndürdü. Patlama telefonun bulunduğu noktada olmuş, geriye sadece ucu yanık kısa bir kablo ve duvarda açılmış bir delik kalmıştı. Yanık patlayıcı kokusu insanın genzini yakıyordu. 816 numaralı odanın kapısında meraklılar birikmeye başlamıştı. İkinci Cinayet Masası müfettişi Osman’ın cesedini çevirmekte olan arkadaşına yaklaştı. Türkün öldüğünü anlamak için uzman olmaya gerek yoktu. Yüzünün yarısı yok olmuş, kemikler ortaya çıkmıştı. Müfettişler göz göze geldi. Korunmakta olan birinin bu şekilde kazaya uğraması her zaman tatsız sonuçlara yol açardı, içlerinden biri ağlamakta olan oda hizmetçisine döndü: Odadan çıkan birini gördünüz mü?

Hayır, kimse çıkmadı.

Peki, birlikte oldukları kadın nerede?

Bilmiyorum.

Odaya paket filan getiren oldu mu?

Hayır.

Bir itfaiyeci banyo kapısından bağırdı.

Burada yaralı bir kadın var! Hemen sedye getirin!

Herkes o tarafa koştu. Molozların arasında yüzü kanlı, saçlarının yarısı yanmış, elbiseleri parçalanmış, baygın bir kadın yatıyordu. Kadını molozların arasından dikkatle çıkardılar, itfaiyeci hemen yüzüne bir oksijen maskesi taktı. Cinayet Masası müfettişleri odada iz aramaya başladılar, ama bir şey bulabileceklerinden hiç emin değillerdi.

Beş dakika sonra yaralı kadın sedyeyle dışarı çıkarıldı. Polislerden biri yanına takıldı. Üniformalı ve sivil giyimli diğerleri karış karış odayı tarıyorlardı. Pencere boşluğundan içeriye dondurucu bir ayaz giriyordu. Cesedi bir naylona sardılar. Açılmış bir çekmeceden etrafa dolarlar, marklar, İsviçre Frankları yayılmıştı. Polislerden biri, bir koltuğun altından Radom’u çıkardı. Silah odanın öteki ucuna uçmuştu. Polis şarjörü kontrol etti. Ateş edilmemişti. Osman Galata’nın temkinli olduğu anlaşılıyordu, ama biri ondan daha açıkgöz çıkmıştı. Gece, gündüz korunan biri nasıl olur da böyle öldürülebilirdi? Odaya bir tek kişi girmişti, o da baygın bulunan genç kadındı. Olup biteni ancak o açıklayabilirdi.

2.BÖLÜM

Bildiğimiz kadarıyla telefonla adam öldürme olaylarının ikincisi oluyor bu. İlki, 1980’de Paris’te Mossad’ın tezgâhladığı cinayetti.

Malko votka kadehindeki buzları salladı.

Kütüphaneye tatlı bir sıcaklık yayan şöminedeki alevler, Liezen Şatosu’nu dış dünyadan ayırır gibiydi. Birinci katta, Malko’nun uzatmalı sevgilisi Alexandra daha o gün Paris’ten aldığı bir elbiseyi deniyordu. Genç kadın sabah uçağıyla Paris’e gitmiş, akşam uçağıyla da dönmüştü. Air France’ın, Avrupa’da devreye yeni soktuğu Boeing 737’lerle yolculara çok esnek bir hareket imkânı sağlanmıştı. Alexandra yer bulamadığı için her zamanki gibi lüks mevkide uçamamış, turist mevkide bulduğu yerle yetinmek zorunda kalmıştı.

Malko öğle yemeğini civardaki bir şatodan gelen konuklarıyla birlikte yemişti. Elko Krizantem’in işi ise, şatoyu kontrol altında tutmaktı.

Koridorlarda dolaşır, gelene gidene göz kulak olurdu.

CIA’nin Viyana’daki yeni Büro Şefi Allan Margdof atletik yapılı, koyu mavi gözlerinden zekâ fışkıran, dikkatli, saçları ve bıyıkları aklaşmış bir tipti, insan on beş yıla yakın bir süre CIA’de çalıştı mı, biraz

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Soğuk Büyü

Editor

Öç Hikayeleri

Editor

Gabriel Garcia Marquez Yaprak Fırtınası Konu Özet İnceleme

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası