Selahaddin Adil Paşa, Çanakkale Savaşlarının hem deniz hem de kara muharebelerine katılarak bu savaşlarda başka bir komutana nasip olmayan bir ayrıcalığa sahip olmuş bir askerdir.
Elinizdeki kitap Paşa’nın, 18 Mart Deniz Zaferi’ne dair, 1920’de İstanbul’da kurmay subay adaylarına verdiği konferansla başlamaktadır.
Paşa’nın tümen komutanı olarak katıldığı Çanakkale kara muharebelerinde, hem Seddülbahir hem de Anafartalar cephesinde görüp yaşadıklarını anlattığı hatıralar ikinci bölümü oluşturmaktadır.
Kitabın üçüncü bölümünde ise Selahaddin Adil Paşa’nın Çanakkale cephelerinden eşi Sîret Hanım’a yazdığı ve ilk defa yayınlanan mektupları bulunmaktadır.
Bu mektuplar bize bir taraftan savaşın ortasındaki sorumlu bir komutanın savaş hakkındaki düşüncelerini, endişelerini okuyarak duygularına yakından tanıklık etmek imkânı veriyor. Diğer taraftan ise; ailesinin geçim derdini düşünen, onların sağlığını merak eden, yeni doğmuş kızına hasret duyan mesuliyet sahibi bir eş, müşfik bir babanın insanî yönünü okuyarak savaşın ve gündelik hayatın nasıl iç içe girdiğini gösteriyor.
Sunuş
Çanakkale Savaşı denince aklınıza kim gelir diye sorulduğunda, ekseriyetle Çanakkale ile özdeşleşmiş, sembol olmuş birkaç isim dışında kimse hatırlanmaz. Bu amansız ve kanlı harp meydanında düşmana göğsünü siper etmiş, canını feda etmekte tereddüt etmemiş binlerce isimsiz kahraman er bir tarafa, Çanakkale muharebelerinde kolordu komutanlığı yapmış, tümenleri yönetmiş subaylar bile bilinmez çoğunlukla.
Selahaddin Adil Paşa da kendinden bahsetmeyi, övmeyi sevmeyen mütevazı kişiliğiyle bu subaylardan biridir. O’nun adını, Çanakkale Savaşı’ndaki rolünü ve önemini ancak bu savaşla yakından ilgilenenler bilir. Hâlbuki Selahaddin Adil Paşa, Çanakkale Savaşı’nda çok özel yere sahip bir subaydır ve Çanakkale onun kaderinde, zafer ve sevincin, üzüntü ve kederin peş peşe yaşandığı mekândır.
Selahaddin Adil Paşa Çanakkale Savaşı’nda özeldir; çünkü hem 18 Mart Deniz Savaşı’nda Müttefik donanmaya karşı hem de 25 Nisan’da başlayan Çanakkale kara muharebelerinin Seddülbahir cephesinde Fransızlara, Anafartalar cephesinde İngilizlere karşı savaşmıştı. Böylece Paşa, deniz ve kara muharebelerinin her iki cephesine katılarak belki de başka bir komutana nasip olmayan bir ayrıcalığa sahip olmuştu.
Çanakkale, O’nun kaderinde zafer ve sevincin, üzüntü ve kederin peş peşe yaşandığı mekândır. Zira Çanakkale zaferinin kazanılmasıyla iftihar eden Selahaddin Adil Paşa; I. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı ol duğu sırada, Mondros Mütarekesi şartları gereği, her cephesinde savaştığı, savunulmasında binlerce askerinin şehit veya yaralı olarak kanını döktüğü Çanakkale’yi 11 Kasım 1918’de büyük bir teessürle İtilaf Devletlerine teslim etmek zorunda kalmıştı.
Her türlü kötü durumda ve olumsuzluk altında bile inancını kaybetmeyen, geleceğe olan güvenini yitirmeyen, verdiği konferansta genç subaylara bu yönde telkinlerde bulunan Paşa, bu inancının karşılığını çok güzel bir biçimde görmüştü. Selahaddin Adil Paşa 1922’de Ankara Hükümeti’nin temsilcisi olarak İstanbul Kumandanlığı görevindeyken, Lozan Antlaşması hükümlerine göre İstanbul’daki işgalci devletlerin komutanları ile İstanbul’un tahliyesi anlaşması imzalamış ve 2 Ekim 1923 günü İstanbul’u işgal kuvvetlerinden geri almanın sonsuz mutluluğunu yaşamıştı. Bu anın, 1918’de Çanakkale’yi düşmana teslim etmek zorunda kalmış bir asker için ne büyük bir bahtiyarlık ve mükâfat olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildir şüphesiz.
Bu kitapta Selahaddin Adil Paşa’nın Çanakkale günlerini, hatıralarını üç bölüm hâlinde hazırladık.
Birinci bölümde, Paşanın Şubat 1920’de İstanbul’da Erkânı Harbiye Mektebi’nde, kurmay subay adaylarına vermiş olduğu Çanakkale Deniz Savaşı’na dair konferans bulunmaktadır. Aynı mektebin matbaasında basılan konferansın Osmanlıca metnini, günümüz Türkçesine göre sadeleştirerek verdik.
İkinci bölüm, Selahaddin Adil Paşanın Hayat Mücadeleleri adıyla 1982’de yayınlanan hatıratının Çanakkale savaşları ile alâkalı kısmından oluşmaktadır. Paşa’nın hatıratının orijinal metnine sadık kalınarak yeniden redaksiyonu yapılan metnin içerisinde geçen ve bugün anlaşılmayacak derecede ağdalı Osmanlıca kelimeleri günümüz Türkçesine uyarlayarak verdik.
Üçüncü bölümde ise, Selahaddin Adil Paşanın Çanakkale’den eşi Siret Hanıma yazdığı mektuplar bulunmaktadır. İlk defa yayınlanan bu mektuplar, Paşa’nın Çanakkale’ye tayin edildiği Ağustos 1914 ile Çanakkale cephesinden ayrıldığı Ekim 1915 ta rihleri arasında yazılmıştır. Mektupların Osmanlıca metninin transkripsiyonunu yaparken, orijinalliği bozmamak adına, konferans ve hatırat metninde yaptığımız gibi mektupları günümüz Türkçesine uyarlamak yerine, yazıldığı haliyle çevirmek yolunu seçtik. Yalnızca anlama kolaylığı sağlamak amacıyla, mektupların üslubuna müdahale etmeden, günümüzde kullanılmayan Osmanlıca kelimelerin bugünkü karşılığım parantez içinde vermeyi uygun gördük.
Bu mektuplarla bir taraftan savaşın ortasındaki bir subayın, sorumlu bir komutanın savaş hakkındaki düşüncelerini, endişelerini okuyarak duygularına yakından tanıklık ediyoruz. Diğer taraftan ise; ailesinin geçim derdini düşünen, onların sağlığını merak eden, yeni doğmuş kızına hasret duyan mesuliyet sahibi bir eş, müşfik bir babanın insanî yönünü okuyarak savaşın ve gündelik hayatın nasıl iç içe girdiğini öğreniyoruz.
Babası tarafından yazılan ve annesinin yıllarca özenle sakladığı bu özel mektupları neşrederek bizlerle paylaştığı için Semuh Adil Beyefendi’ye burada teşekkür etmeyi borç biliriz.
Son olarak bu kitapla, başta Selahaddin Adil Paşa olmak üzere Çanakkale’de bu vatan ve din uğruna sonsuz bir fedakârlıkla canını vermiş, kanını dökmüş aziz şehit ve gazilerimizi hatırlatabildiysek, asla ödeyemeyeceğimiz şükran borcumuzu bir nebze olsun yerine getirebilmenin mutluluğunu yaşayacağız.
İstanbul, Ocak 2007
Muzaffer Albayrak
Önsöz
Babam Selahaddin Adil Paşa savaş hayatından hiç bahsetmezdi. Öyle ki onun Çanakkale’de 18 Mart 1915 günü zaferimizle sonuçlanan deniz muharebesini idare ettiğini bile ancak yedek subaylığımı yaparken öğrendim.
İnşaat mühendisi olduğum için asteğmen olarak Harbiye’de I. Ordu İstanbul Askeri İnşaat ve Emlak Müdürlüğünde görevli iken, 1953 senesi 18 Mart günü diğer mühendis arkadaşlarım, Yıldız Teknik Okulu’nda 18 Mart Deniz Zaferimizle ilgili tören yapılacağını ve oraya girmek için yüzbaşıdan izin almamızı önerdiler. İzin alıp gittiğimizde ise Yıldız Teknik Okulu’nda babamla karşılaştım. Şaşırdım, çünkü annem ve babamla aynı evde oturuyorduk ve babam bana Yıldız’a gideceğini söylememişti. Babama; “Ne için buradasınız?” diye sorduğumda; “Bir şeyler anlatayım diye rica ettiler. Ben de hayır diyemedim” diye cevap verdi. Salona girdik ve babam kürsüde 18 Mart’ı anlatmaya başladı. Dinledikçe hayret ediyordum. Babam hiç kendisinden bahsetmeden, 18 Mart Deniz Savaşı’nı neredeyse dakikası dakikasına anlatıyordu. Bir aralık; “Babam savaş tarihini amma da iyi biliyormuş!” diye düşündüm.
Konferans bitince kürsüye tanımadığım bir bey geldi (deniz savaşları uzmanı Abidin Dâver Bey olduğunu sonradan öğrendim). Bu bey şöyle konuştu: “Selahaddin Adil Paşa 18 Mart’ı çok güzel anlattı ama kendinden hiç bahsetmedi. Sizler onun orada misafir bir izleyici veya bir gazeteci olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Size şunu açıklamam lâzım ki; Paşa, o zaferi kurmay başkanı olarak hazırlayan ve o gün kumandan Cevat Paşa Kirte’ye teftişe gittiği için onun vekili olarak savaşı idare edip zaferi kazanan şahıstır”.
Bu sözler üzerine diğer dinleyicilerle beraber ben de babamın 18 Mart’taki rolünü öğrendim ve tabii ki salondakiler bu kadar mütevazı bir kahramanı olağanüstü bir şevkle alkışladılar.
Sonra babam hatıralarını yazdı ve ben de 1961’deki vefatından uzun seneler sonra 1982’de Hayat Mücadeleleri ismini verdiği bu hatıralarını aile dostumuz Enver Koray’ın yaptığı editörlük çalışması ile olduğu şekilde neşretmek imkânını buldum. (O zamanki teknik imkânlarla bir hayli yüksek olan kitap basma masraflarını karşılamak için, Merter’de Sosyal Sigortaların yaptırdığı bir sosyal konut kooperatifindeki dairemi devretmiştim).
Ancak babamın anılarını neşrettikten sonra, onun savaş hayatı hakkında anlatmadıklarını okuyarak öğrendim ve bana neden savaş günlerini anlatmadığını anladım. Artık babamın katıldığı savaşları öğrenmiştim. Bunlar;
1911 1912 Osmanlı İtalyan Harbi (Trablusgarp Savaşı),
1912 1913 Balkan Savaşı,
1914 1918 I. Dünya Savaşı,
1919 1922 İstiklâl Savaşıydı. (Paşa, 19 Haziran 1920″de katılmıştı).
Hayatının en verimli senelerini savaşlarda geçirdikten sonra nihayet memleketimiz devamlı bir barış dönemine girince, savaş dönemlerini bir kenara bırakıp barış içinde vatanını kalkındırmak için çalışmış olduğunu gördüm ve babama hak verdim.
Selahaddin Adil Paşa, hatıralarının önsözünde bu hatıraların yazılma gayesi için; “Uzunca süren, değişik, çalkantılı bir geçmişi, bazı görüşlerin ilavesiyle bizden sonrakilere anlatmak ve onları kendilerinin inceleyip düşünceye sevk ermekten ibarettir” dediğine göre artık savaş dönemlerini de anlatmasını tabii olarak karşıladım ve ilgiyle okudum.
Fakat bundan sonraki iki hadise bana babamı daha iyi tanıma fırsatı verdi. Birincisi Uğural Vant Hooft Bey dostumun, babamın 1920 yılında İstanbul’da Erkân ı Harbiye Mektebi’nde verdiği ve bu mektebin matbaasında 15 Şubat 1915’te basılmış olan konferansı bana vermesidir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki iki dostumun transkripsiyonunu yaptığı bu konferans, bana babamı daha iyi tanıttı. Çünkü bu konferans işgal altında İstanbul’da kurmay subay adaylarına verilmişti ve konusu, o günkü işgalcileri 18 Mart 1915’te nasıl yendiğimizi anlatıp gençlerin maneviyatını yükseltmekti. Ayrıca konferansın sonunda söylediği sözler çok mühimdi: “Bugün mütareke ve genel durum tesiriyle herkeste az çok mesleğinde bir tereddüt fikri mevcut ise de gelecek hiçbir zaman belli olmadığından bütün arkadaşlarımın her bir hâle karşı hazır olmaları ve çalışmaları lâzım geldiği kanaatindeyim. Karamsarlığın fena olduğunu en küçük cüretkârane teşebbüsatın muvaffakiyetli netice vereceğini, gayeye doğru yürümek lâzım geleceğini söylerim”.
Bu sözler çok mühimdi, çünkü Anadolu’ya geçmeye hazırlanan ve dört ay sonra 19 Haziran 1920’de Millî Mücadele’ye karılmak üzere Mudanya’dan Anadolu’ya geçecek bir Türk albayın, işgal altındaki İstanbul’da, kurmay subay adaylarını adeta Anadolu’ya geçmeye teşvik eden bu sözleri söylemesi büyük cesaret isteyen bir hareketti. Babamın cesaretine hayran olmuştum.
Aynı cesareti Selahaddin Adil Paşa, Ankara Hükümeti temsilcisi olarak İstanbul kumandanı iken şöyle göstermişti: “İstanbul’un işgalinde tarihi yarımadanın kara surlarının dışı işgal edilmemişti ve sur haricindeki Davutpaşa Kışlası’nda 81. Piyade Alayı’nın Türk askerleri bulunuyordu. İşgal kuvvetleri tarafından yapılan çeşitli gösteri yürüyüşleri, özellikle Balkanlardaki askerî hareketleri yönetmiş olan Fransız General Franchet d’Esperey’nin İstanbul’a gelmesi dolayısıyla yapılan büyük karşılama merasimi ve geçit resimleri karşısında; Türk süngüsünü yıllardan beri bir arada görmekten yoksun kalmış olan Müslüman halkın üzüntüsünü azaltmak ve millî duygularımızın uğradığı acıyı gidermek amacıyla eğitimlerine ve giyimlerine gayret edilmiş olan bu alay, 25 Mart 1923 günü başlarında bando bulunduğu halde TopkapıAksaray yolu ile Beyazıt’taki Harbiye Nezareti meydanına (bugünkü Beyazıt Meydanı) gelmiş ve burada teftişleri yapılarak coşkun gösteriler arasında kışlalarına gönderilmişlerdi”. (Selahaddin Adil Paşa, Hayat Mücadeleleri, s. 415).
Aslında bu hareket 1920’deki konferanstan daha da tehlikeliydi. İşgal altındaki İstanbul’un göbeğinde Türk alayı bando önde olarak yürüyordu. Fakat Selahaddin Adil Paşa her ihtimali göze almış buna cesaret etmişti. Babama nasıl hayran olmayacaktım?!
Fakat babamı en iyi şekilde tanımam, 2005 senesinde Çanakkale Savaşı’nın 90. yıldönümü münasebetiyle Ekip Film’in yaptığı, Gelibolu belgeseli hazırlanırken oldu. Bu belgesel dolayısıyla Tolga Örnek Bey’le tanıştığım vakit, kendisine babamın arşivi ile yardımcı olmamı istedi. Ne yazık ki babamın bütün arşivi yok edilmişti. Ancak annem, babamın ona yazdığı bütün mektupları saklamıştı ve ben de torbalar içinde olan bu mektupları muhafaza etmiştim.
Bunu Tolga Bey’e söylediğim vakit; “Aman bu mektupların Çanakkale ile ilgili olanlarından faydalanabilir miyim?” diye sordu. Mektuplar tasnif edilmemişti. Kaç tane Çanakkale mektubu olduğunu bilmiyordum ve onları bulup okumam ve tasnif etmem de mümkün değildi. Çünkü 1924 doğumlu bir Türk çocuğu olarak yetişmiş olup Arap harfleriyle yazılmış mektupları okumamın imkânı yoktu. Babamın konferansının transkripsiyonunu yapmış olan Osmanlı Arşivindeki iki dostuma danıştım; “Semuh Bey, size yardımcı oluruz, Çanakkale mektuplarını ayırırız, amma babanızın eşine yazdığı bu özel mektupları bizim okumamız doğru olur mu?” dediler. Cevabım şu oldu: “Hiç mahsuru olmadığına eminim. Annemle babamın ilişkisinin sevgi ve saygı üzerine kurulu olduğunu biliyorum ve mektupların hiçbirinde yabancıların okumasında sakınca olacak tek bir satırla bile karşılaşmayacağınıza kaniim”. Mektupların transkripsiyonu yapıldı ve benim dediğim çıktı.
Mektupların transkripsiyonunu Tolga Bey’e verdim, Çekimler yapılırken Tolga Bey beni Çanakkale’ye davet etti. Gittim ve birkaç gün orada kaldım. İngiltere, İskoçya ve Avustralyalı Çanakkale uzmanları ile tanıştım ve beraberce bazı geziler yaptık. Ayrılırken Tolga …