Felsefe ve dinler tarihinin hemen her döneminde, Allah’ın varlığının ahlak ile ilişkisi önemli bir odak noktası olmuştur. Fakat 18. yüzyıldan önce ahlakın hareket noktası yapılmak suretiyle Allah’ın varlığı için bir argüman ileri sürüldüğüne tanıklık edilmez.
Bunun bir sebebi, birçok teistin Allah’ın varlığını fideist bir şekilde (delile ihtiyaç duymayan imancı bir yaklaşımla) başlangıç noktası yaparak bir argümana ihtiyaç duymaması; diğer bir sebebi ise argümanlara atıf yapanların başta tasarımı temel alan deliller olmak üzere kozmolojik delil, ontolojik delil, bilinç delili gibi delilleri yeterli görmeleri olmuştur.
Bu konuyla ilgilenenler evrenin veya canlıların kökeninden deliller çıkartmaya çalışmışlar, fakat burada yapılacağı gibi ahlakın kökeni konusunda benzer bir yaklaşım sergilememişlerdir.
18.yüzyıldan önce rastlanmayan, 20. yüzyılın başlarından sonra ise felsefenin adeta “metruk arazisine [1] dönüşmüş olan ahlak delilleri hakkında hâlâ çok şey söylenebileceğini düşünerek bu kitabı yazdım.
Ahlakın artan bir şekilde interdisipliner bir çalışma alanı olduğu gözlenmektedir; felsefe ve dinler dışında psikoloji, bilişsel bilimler, nöroloji, antropoloji, evrimsel biyoloji, çocuk gelişimi gibi birçok başlık altında ahlak konusu ele alınmaktadır. [2] Ahlaktan hareketle yeni bir şeyler söylenecekse, bu çalışmaların göz önünde bulundurulması gerektiği kanaatindeyim.
20.yüzyılda bireylerin ahlaklarının tamamen içinde bulundukları ortamın sosyo-kültürel etkileriyle şekillendiğini savunan rölativist görüşler oldukça etkili oldu. Steven Pinker’ın da işaret ettiği gibi çeşitli korkulardan dolayı insan zihninin “boş levha” (blank slate, tabula rasa) olduğunu iddia eden, ahlakın doğuştan bir insan özelliği olduğunu inkâr eden yaklaşımlar 20.
yüzyılın akademik dünyasında oldukça popülerdi; hâlâ bu görüşler akademik çevrelerde oldukça yaygındır. [3] Ahlak üzerine modern psikoloji ve bilişsel bilimler gibi alanlarda yapılan yeni çalışmalar ise insanların ahlakla ilgili temel özelliklerinin doğuştan olduğuyla ilgili birçok veri sunmaktadır.
Bu yeni bulgulardan yola çıkarak ahlakın doğuştan gelen yönünü inkâr eden, insan zihnini boş bir levha olarak gören ve sosyo-kültürel belirlemeyle her şeyi açıklamaya çalışan yaklaşımların yanlışlığını göstereceğim.
Daha sonra insanlardaki bu doğuştan özelliğin, tesadüfi süreçlerle (sürecin arkasında bir bilinç rol oynamadan) oluştuğunu iddia eden ateist yaklaşımlardan Allah’ın bu özelliği insanların yaratılışına yerleştirdiğini söyleyen teist yaklaşımın daha iyi bir açıklama olduğunu savunacağım.
Bunu yaparken bu konuyla ilgili Euthyphro ikilemi hakkındaki görüşümü de açıklayacağım. Kitabın sonlarına doğru ise doğuştan ahlaki özelliklerimizin Allah’ın varlığına inanmayı alternatif görüşlerden daha rasyonel kılmasının yanında, Allah’ın buyruklarını ihtiva eden dinlerin var olmasının rasyonelliği için de delil teşkil ettiğini göstereceğim.