Olay Cezayir ‘de kaldığı Sahel Çiftliği olarak ifade ettiği bir çitlikte gerçekleşmiştir. Öyküce Turcot bölüğü ve Turco Askerleri olarak ifade ettiği kişiler ise Türk Askerleri olmalıdır. Öykünün ana konusu milyonlarca çekirgenin çiftliği ve yöreyi istila etmesi, halk ile Turco askerlerinin yaptığı çekirge katliamıdır.
ÇEKiRGELER
Bir Cezayir anısı daha; sonra yine değirmene döneceğiz…
O Sahel Çiftliği’ne geldiğim günün gecesi, bir türlü uyuyamamıştım. Yerimi yadırgamak, yolculuğun rahatsızlığı, çakalların ulumaları, sonra insanın sinirlerini bozan boğucu bir sıcak, sanki cibinliğin deliklerinden içeriye bir solukluk hava giremiyormuş gibi, tam bir boğulma…
Penceremi sabaha karşı açtığımda, yavaş yavaş kımıldanan, kenarları kara ve pembe saçaklı ağır bir yaz sisi, bir çarpışma alanını kaplayan barut dumanı gibi havada dalgalanıyordu. Bir tek yaprak bile kımıldamıyordu; gözlerimin önüne serilen bu güzel bahçelerde, bayır üstüne, şaraba tatlılık veren güneşin alnına aralıklı dikilmiş asma kütüklerinde, gölgeliğe konmuş
Avrupa türü yemiş ağaçlarında, boysuz portakallarda, dizi dizi sıralanmış küçücük mandalina ağaçlarında, hep o iç kapayıcı ve sıkıntı verici görünüm; fırtına bekleyen yaprakların kıpırtısızlığı vardı. Bir esintiyle hemen pek hafif ve ince saçları birbirine dolanıp çırpınan muz ağaçları, o açık yeşil renkte kocaman kamışlar bile, derli toplu birer sorguç gibi, sessiz ve dimdik duruyorlardı.
İçinde dünyanın bütün ağaçları bir araya getirilmiş, her biri mevsiminde gurbetçi çiçeğini açıp yemişini veren bu olağanüstü çiftliği bir an seyre daldım. Buğday tarlalarıyla sık mantar meşelikleri arasında böyle boğucu bir sabah saatinde, görünümü insanın içini serinleten bir sulama kanalı, parıldaya parıldaya akıyordu. Bütün bu şeylerin güzellik ve düzenine, Mağrip biçemi kemerleriyle bu güzel çiftlik yapısına, şafakta apak kesilmiş taraçalarına, çevresine sıralanmış ahırlarına ve ambarlarına hayran olurken, yirmi yıl öncesini, o babacan insanların bu Sahel koyağına yerleşmeye gelip de ortada kötü bir yol işçisi barakasından, bodur hurma ve yaban sakızı ağaçlarıyla diken diken olmuş bakımsız bir topraktan başka bir şey bulamadıkları zamanı düşünüyordum. Her şeyi yoktan var etmek, her şeyi yeni baştan kurmak gerekmişti.
Yerli Arapların ayaklanmaları da eksik olmuyordu. Sapanı bırakıp silaha sarılmalıydı. Üstelik bir de hastalıklar, göz ağrıları, sıtmalar, kötü ve eksik ürünler, deneyimsizliğin acemilikleri, ne yaptığını bilmeyen, dar düşünceli bir yönetimle çekişmeler… Bu ne emekti, bu ne yorgunluktu!
Hiç durup dinlenmeden her şeye gözünü dört açmalıydı!
Şimdi bile, kötü günlerin geçmişe karışmış olmasına ve alın teriyle pek pahalıya kazanılan zenginliğe karşın, karı koca, her ikisi de çiftlikte herkesten önce ayaktaydılar. Sabah sabah onların yer katındaki büyük mutfaklarda dolaşarak işçilerin kahvaltısını gözettiklerini duyuyordum. Biraz sonra çan çaldı ve arkasından da işçiler yola düzüldüler: Burgonya’dan gelme bağcılar, başlarında kırmızı birer fes, dökülen kılıklarıyla oymak çiftçileri, Mohan’lı baldırı çıplak yol işçileri, Malta’lılar, Lucques’lüler, kısacası yönetimi güç, karmakarışık bir topluluk…
Çiftlik sahibi, kapının önünde, her birine buyurgan ve sertçe bir sesle, o gün yapacağı işi söylüyordu. Bu da bitince, adamcağız başını kaldırdı ve meraklı meraklı gökyüzüne baktı.
Sonra, beni pencerede görünce:
– Ekin için kötü hava, dedi. Sam geliyor.
Gerçekten, güneş yükseldikçe güneyden bir fırının kapağı açılıp kapanıyormuş gibi, yakıcı ve boğucu soluklar gelmeye başladı. Đnsan nereye oturacağını, ne yapacağını şaşırıyordu. Bütün sabah, böyle geçti. Kahvelerimizi dehlizdeki hasırların üstünde içtik. Ne konuşacak, ne de kımıldanacak gücümüz vardı. Köpekler uzanmış, döşeme taşlarından serinlik umarak bitkin bitkin yerlerde yatıyordu. Öğle yemeğini yiyince biraz kendimize geldik. Bu tuhaf ve çeşidi bol yemekte neler yoktu: Sazan balığı, alabalık, yaban domuzu, kirpi eti, Staoueli tereyağı, Crescia şarapları, hintarmutları, muzlar; kısacası çevremizdeki karmakarışık doğaya pek benzeyen bir sürü gurbetçi yemek…
Tam sofradan kalkılacağı sırada, fırın gibi yanan bahçeden sıcak girmesin diye kapalı duran balkon kapısının önünde, birdenbire bağrışmalar oldu:
– Çekirge geliyor! Çekirge geliyor!
Ev sahibinde, sanki büyük bir yıkım haberi almış gibi bet beniz kalmadı. Hemen dışarıya fırladık. Az önce çıt bile duyulmayan yapıda, on dakika sürecek bir koşuşmadır başladı; uyanmanın telaşı içine karışıp yiten karmakarışık sesler duyuldu. Hizmetçiler, öğle uykusuna yattıkları dehlizlerin gölgesinden, bakır kazan, leğen, tencere gibi ellerine geçirdikleri bütün madenden kab kacaklara sopayla, yabayla, döğenle vura vura dışarıya fırladılar. Çobanlar, borularını öttürüyorlardı. Kimilerinin ellerinde de üfleyince ses çıkaran kavkalar, av boruları vardı. Korkunç, bozuk düzen bir şamatadır başladı. Çevredeki çadırlardan koşup gelen Arap karılarının tiz perdeden “lu lu”ları hepsini bastırıyordu. Söylendiğine bakılırsa, çekirgeleri kaçırmak, yere konmalarına engel olmak için, çokluk, büyük bir gürültü, havanın sesle sarsılması yetermiş.
Peki ama şu korkunç hayvanlar da neredeydi acaba? Sıcaktan titreyen gökyüzünde, ufuktan bir dolu bulutu gibi bakır renginde, tek parça bir bulutun, tıpkı bir ormanın içine saldırmış kasırga gürültüsüyle sökün etmesinden başka bir şey gördüğüm yoktu. İşte bunlar, çekirgeydi. Birbirlerine kuru ve gergin kanatlarıyla destek olarak, kütle halinde uçuyorlardı. Bağrışmalarımıza, bütün emeklerimize karşın bulut, ovaya düşen o ulu gölgesiyle hep ilerliyordu.
Çok geçmeden tepemize geldi. Bir an, kıyılarında bir saçaklanma, bir yırtılma oldu. Sağanağın ilk damlaları gibi kimi çekirgeler, kırmızımtırak ve besbelli, sürüden ayrıldı. Sonra bütün bulut patlayıverdi ve bu böcek yağmuru, gür ve gürültülü, toprağa düştü. Göz alabildiğine tarlalar çekirgeyle, parmak boyunda kocaman çekirgelerle örtüldü.
İşte o zaman kırım başladı. İğrenç bir ezilme, çiğnenen saman hışırtısı… Tırmıklarla, çapalarla, sabanlarla, bu kıvır kıvır toprağın altı üstüne getiriliyordu. Ne kadar öldürülse, daha çoğu çıkıyordu. Uzun bacakları birbirine geçmiş, kat kat kaynaşıp duruyorlar, üsttekiler, can korkusuyla zıplıyorlar ve böyle garip bir tarla sürme işi için sabana koşulan beygirlerin burnuna sıçrıyorlardı. Tarlaların içine bırakılıveren çiftlik köpekleriyle, çevredeki Arapların çomarları çekirgelere saldırıyor ve hırsla paramparça ediyordu. O sırada, önde borazanlarıyla, iki turcot (*) bölüğü, zavallı çiftlik sahiplerinin yardımına geldi ve kırımın görünümü değişti.
Askerler, çekirgeleri ezeceklerine, yere bol bol barut serperek tutuşturuyorlardı. Öldürmekten bitkin düşmüş, iğrenç kokudan içim kabarmış, eve döndüm. Yapının içinde de, dışardaki kadar çekirge vardı. Bunlar, kapı, pencere aralıklarından, baca deliklerinden içeriye dalmışlardı. Tahta kaplamaların kıyısında, çoktan yiyip bitirdikleri perdelerin üstünde sürükleniyorlar, uçuşuyorlar, çirkinliklerini bir kat daha artıran koskocaman gölgeleriyle beyaz duvarlara tırmanıyorlardı. O iğrenç kokunun da bir türlü sonu gelmiyordu.
Akşam yemeğinde su içmekten vazgeçmek gerekti. Sarnıçlar, hazneler, kuyular, havuzlar, her yer berbat olmuştu. Odamda da sürü sürü çekirge öldürmüşlerdi ama, akşam yatmaya gittiğim zaman, eşyanın altında yine kaynaşmalar, sıcak basınca çatlayan bezelye kabuklarının çıtırdısına benzer gevrek kanat sesleri duydum. O gece de uyuyamadım. Çiftliğin çevresinde de bütün canlılar uyanıktı. Alevler toprağı yalayarak, ovanın bir ucundan öbür ucuna gidip geliyordu. Turcolar boyuna çekirge öldürüyordu!
Ertesi gün, bir gün önceki gibi penceremi açtığımda, çekirgeler gitmişti. Ama arkalarında bıraktıkları yıkımı görmeliydiniz! Ne bir tek çiçek, ne de bir ot kalmıştı. Her şey kapkara, kemirilmiş, kömür olmuştu. Muz, kayısı, şeftali, mandalina ağaçları, ağaç dediğimiz şeyin yaşamı olan yaprağın güzelliği ve neşesinden yoksundular ve ne ağacı oldukları ancak cascavlak olmuş dallarının duruşundan belli oluyordu. Su haznelerini, sarnıçları temizliyorlardı.
Her yerde çiftlik işçileri, böceklerin bıraktığı yumurtaları öldürmek için toprağı kazıpduruyorlardı. Her toprak topağı altüst ediliyor ve iyice eziliyordu. Bereketli toprağın böyle didik didik edilmesiyle ortaya çıkan özsuyla dolu binlerce apak kökün görünümü, insanın yüreğini burkuyordu.