Cesedin Şifresi
Cerrah Hugh de Singleton’ın ikinci günlüğü
( Huzursuz Kemiklerin serisinin ikinci kitabı )
“Ustaca örülmüş bu hikâyeyi okumaktan çok keyif aldım. Geçtiği dönem çok iyi betimlenmiş. Kesinlikle tavsiye ediyorum.”
-Davis Bunn
Bampton Kalesi’nin çit bekçisi Alan, yat borusundan sonra sokağa çıkanları denetlemek için dışarı çıkar. Sonraki sabah eve dönmeyince, eşi Matilda, artık kale mübaşiri olan Hugh de Singleton’a başvurur.
İki gün sonra, bekçinin cesedi St Andrew Şapeli’ne giden yoldaki çalıdan çitlerin arasında bulunur. Boğazı parçalanmış; yüzü, elleri ve kolları derin çiziklerle yarılmıştır.
Herkes, yaralara bir kurdun neden olduğu konusunda görüş birliğine varsa da, Üstat Hugh’un kafasını karıştıran bir soru vardır ortada:
Neden cesedin etrafında o kadar az kan bulunmaktadır?
***
Bölüm 1
1365 Nisanının dokuzuncu gününde, tan vaktinde uyandım. Günler Malmsey’nin1 aksine yıllandıkça güzelleşmiyordu. Tan vaktinde uyandığım birçok gün olmuştu ancak üç hafta sonra bile içinde bulunduğum şartları hatırlayabileceğim bir sabah yaşamamıştım. O günü, uyandığım zaman yüzünden değil, sonrasında yapmak zorunda olduğum şey yüzünden hatırlıyorum. Olağandışı bir olayın insanın zihnine, etrafında gelişen olağan şeyleri da beraberinde kazıması çok tuhaf, öyle değil mi?
Bu dünyada geçirdiğim yirmi beş yıl boyunca hatırda kalıcı başka günler de yaşadım. Ağabeyim Henry’nin vebadan öldüğü günü anımsıyorum. Henüz küçük bir çocuktum ama Peder Aymer’ın kutsal yağ sürme ayinini gayet iyi hatırlıyorum. Peder kendini salgından koruyabilmek için boynuna bir baharat kesesi asmıştı. Ancak bu hiçbir işe yaramamış ve peder de iki hafta sonra ağabeyim gibi vebaya yenik düşmüştü. Pederin vebalı ağabeyimin üzerine doğru eğilirken kendir ipiyle boynuna asılmış kesenin nasıl da sağa sola sallandığı hâlâ gözlerimin önündedir.
1361 yılında Garstangli William’ın öldüğü günü de dün gibi hatırlıyorum. Balliol College’da okuyan William, ben ve iki kişi daha, Oxford’daki St Michael’s Caddesi’ndeki bir odayı paylaşıyorduk. Patlayan hıyarcıklar, tekrar hortlayan veba salgınıyla birlikte William’ın vücudunu ele geçirirken onu rahatlatmaya çalışıyordum. Bu küçük yardımıma karşılık olarak son nefesinde bana üç tane kitap hediye etmişti. Bu ciltlerden biri Henry de Mondeville’in Cerrahlık İlmi’ydi. Bu kitabın William’ın eline nasıl geçtiğini bilmiyorum. Ama şimdi bu hediyenin aslında Tanrı’nın eli olduğunu görüyorum, çünkü kitabı okuduktan sonra mesleğimi değiştirmeye karar verdim.
O halde William’ın acılar içinde ölmesi ve benim bu sayede Tanrı’nın hayatıma çizdiği yolu bulmam da Tanrı’nın bir takdiri miydi? William’ın vücudundaki, içlerinden irin sızan çıbanları gördükten sonra bunu kabullenmem çok zor. Böyle bir ölümün Tanrı’nın isteği neticesinde gerçekleşmiş olabileceğine asla inanmayacağım. Hayattaki her şeyin mukadder olduğuna inanan Üstat Wyclif’e2 bu konuda katılmadığımı itiraf etmeliyim. Ama Tanrı en büyük kötülüklerin içinden bile iyilik yaratabilir, tıpkı beni cerrahlıkla tanıştırırken yaptığı gibi. Belki de yeteneğim sayesinde yaptığım iyilikler, William’ın ölürken çektiği işkenceye karşılık geliyordur. Fakat tabii ki artık bunun William için hiçbir önemi yok.
Lort Gilbert Talbot ile tanıştığım günü çok iyi hatırlıyorum. Oxford’daki anayolun üzerinde, hırçın bir atın çiftesi yüzünden açılan bacağını dikmiştim. Bu dikiş beni Lort Gilbert ve Bampton’ın sakinlerine hizmet etmeye ve ayrıca Lort Gilbert’ın Bampton Kalesi’ndeki mübaşirlik makamına kadar getirdi.
Aklıma pek hoş olmayan diğer günler de geliyor. 1363 yılının Noel’ini ve Lort Gilbert’ın Goodrich Kalesi’nde verdiği ziyafeti kolay kolay unutamayacağım. Bampton’dan oraya, sadece Lort Gilbert’ın kız kardeşi Lady Joan’ı tedavi etmek için gitmiştim. Güzel Joan atından düşerek bileğini kırmıştı. Lort Gilbert kırığı onarmam için beni çağırtmıştı. Bu hanımefendiyi kazanabileceğimi düşünmek benim aptallığımdı ama aşk bundan daha büyük aptallıklar gerektirirdi. Noel’den birkaç gün önce Goodrich Kalesi’ne Sör Charles de Burgh adında bir konuk geldi. Lort Gilbert adamın bir hırsız olabileceğini bildiği halde onu ziyafete davet etti. Ve adam gerçekten de Lady Joan’ın kalbini çaldı. Noel ziyafetinin ikinci ve üçüncü servisleri arasında ayağa kalkarak Lady Joan’a salondaki herkesin görebileceği bir şekilde karanfillerle süslenmiş bir armut uzattı.
Lady Joan ise armudu aldı ve dişleriyle üzerindeki karanfillerden birini dikkatle çekip çıkardı. Geçen yıl eylül ayında, Aziz Michael Yortusu’ndan birkaç gün önce evlendiler.
Konunun dışına çıkıyorum. Tan vaktinde, odamın kapısından gelen hafif vuruşların sesine uyandım. Gözlerimi kırpıştırarak yatağımdan dışarı süzüldüm ve kapıya doğru sendeledim. Kapı görevlisi Wilfred tekrar vurmak üzereyken kapıyı açtım.
“Alan… Çit bekçisi. Bulunmuş.”
Alan sokağa çıkma yasağının bitiminden iki gün önce yasağı çiğneyenlerin kim olduklarını bulmak üzere evinden ayrılmıştı. Bir daha da geri dönmedi. Karısı ertesi günün sabahı, telaş içinde bana geldi. Kâhya John Holcutt’ı bir arama grubu oluşturması için görevlendirdim ancak grup Alan’a dair hiçbir iz bulamadı. John altı adamı bir gün boyunca işlerinden alıkoymaktan pek de hoşnut olmamıştı. Nadasa bırakılan tarlaları sürme işi henüz bitmemişti. Çarşamba akşamı odama çekilmeden önce beni bulup ertesi gün aramaya devam etmemem için yalvardı. Kabul ettim. Eğer Alan, bütün kasaba adamın yokluğundan haberdar olmasına rağmen bulunamadıysa, saman balyalarını dürtmekle geçecek bir günün daha hiçbir işe yaramayacağı belliydi. Gereksizdi.
“Eve mi geldi?” diye sordum.
“Hayır. Ve bir atın arkasından sürüklenmediği sürece de gelmesi imkânsız.”
“Ölmüş mü?”
“Evet.”
“Nerede bulunmuş?”
“St Andrew Şapeli’nin yanından geçen yolun kenarında.”
Onu arama grubunun bulmadığı aşikârdı. St Andrew Şapeli buradan neredeyse yarım mil kadar doğudaydı. Onu görev başındayken kasabanın dışına çekenin ne olduğunu merak ettim.
“Hubert Shillside durumdan haberdar edildi. Sizin, cesedin bulunduğu yere kadar kendisine eşlik etmenizi istiyor.”
“Onu derhal göreceğimi bildir.”
O an bile, Alan’ın ölümünün doğal bir ölüm olmadığından şüphelenmeye başlamıştım. Bir adamın fazlaca şüpheci olmasının bir kişilik sorunu olduğuna inanıyorum. Ancak benim çalışma alanımda –cerrahlık ve mübaşirlik– ilk izlenimlerden kuşku duymanın iyi bir şey sayılabileceği durumlar vardır. Alan henüz otuz yaşında bile değildi. Lort Gilbert Talbot’ın yarım yardalık bir toprağını işletiyordu ve genç yaşına rağmen o kadar seviliyordu ki Lort Gilbert’ın kiracıları feodal mahkemede onu üç yıl üst üste çit bekçisi seçmişti.
Sebatla çalışıyordu ve bütün kış boyunca dört akrelik toprağına ektiği her bir kile3 tohumun nasıl da beşer kile yulaf verdiği hakkında böbürlenip durmuştu. Arazilerinin Bampton civarındaki hiçbir araziden daha iyi durumda olmadığı göz önüne alındığında, bu onun için büyük bir başarıydı. Bu başarı beraberinde bir miktar da haset getirmişti sanırım. Ayrıca onun başarısını kendi eşleriyle kıyaslayan kadınlar da vardı muhtemelen. Ancak yine de bunun bir adamı öldürmek için yeterli bir sebep olmadığını düşünüyordum.
Bir adamın, dostlarının bile farkında olmadığı bazı düşmanlarının olabileceğini sanıyorum. Alan’ı kasabadaki birçok insan gibi ben de dostum bilirdim. Bampton Kalesi’nden Hubert Shillside’ın evi ve dükkânının bulunduğu Church View Sokağı’na giderken kendimi bunun doğal bir ölüm olduğuna ikna etmeye çalıştım. Tabii ki açık bir alanda bir ceset bulunduğunda insanlar, beden artık soğuk ve kaskatı olmuş olsa bile yaygara koparmaktan geri kalmazlardı. Bu nedenle sorgu yargıcı Hubert ile cerrah ve mübaşir olan ben işlerimizi yapmalıydık. Alan’ı bulduk fakat kasabadan birkaç dakikalık mesafe kadar uzaklaşmıştık. Rosemary Patikası’ndan anayola indik ve Bushey Row’dan sola dönerek St Andrew Şapeli’ne giden yola girdik. Hubert ve bizimle birlikte gelen John Holcutt ile beraber henüz oldukça uzağında olmamıza rağmen cesedin yattığı yeri görebiliyorduk. Bampton’ın doğusundaki şapele doğru giden yolun kenarına yapılmış son evi de geçtiğimizde, geçen seneden nadasa bırakılmış ve bahar ekimi için sürülmekte olan bir tarlanın yanından geçen toprak yolda bir grup adam gördük. Yaklaştığımızı gördüler ve onların yanına vardığımızda saygıyla kenara çekildiler.
Patikayla tarlanın arasında, kayaların içinden sürgün veren çalıların oluşturduğu bir çit vardı. Isırganlar, devedikenleri ve yaban güllerinin kökleri yeni yetişen yaprakların açık yeşil renkleriyle süslenmişti. Yeşilliklerin olgunlaşmak için iki haftalık bir zamanları daha olsaydı, Alan’ın bedeni asla bulunamayabilirdi. Ancak günlük çalışmalarına erkenden başlamaya karar veren iki çiftçi, sabanlarının ilk çizgisini sürdükten sonra geri dönerken cesedi bulmuşlardı. Hava, çitlerin arasından çıkan beyaz ayağı belli belirsiz görebileceğimiz kadar aydınlanmıştı. Arama ekibine haber veren çiftçi, öküzlerini geri dönmeleri için dürterken fark etmişti ayağı.
Alan’ın cesedi yoldan görünmüyordu ama ısırganlar ve dikenleri dikkatle geriye ittiğimizde böğürtlenlerin arasında uykuya dalar gibi kıvrılmış bedeni gördük. İzlemekte olan adamlardan ikisine cesedi getirmelerini söyledim. Mevkimin bazı ayrıcalıkları vardır. Isırganların onları ısırması, bizleri ısırmalarından iyidir. Birkaç dakika sonra çit bekçisi Alan, patikanın üzerinde serilmiş yatıyordu.
Yolun üzerinde, açık alanda yatan çit bekçisi, çalılıkların arasında olduğu kadar huzurlu görünmüyordu. Yüzünde, ellerinde ve kollarında derin çizikler vardı. Giysileri yırtılmış ve büyük bir yaranın kana buladığı boynunun derisi yırtılıp kopmuşu. Ayaklarıysa çıplaktı. Sorgu yargıcı yarayı daha yakından incelemek üzere cesede doğru eğildi.
Ayağa kalkarken, “Bunu bir hayvan yapmış olmalı,” diye mırıldandı. “Paltosunun kollarının nasıl da yırtıldığına bakın, sanki kendini dişlerden korumak istemiş gibi.”
Çit bekçisi Alan’ı canından eden yaraya bakma sıram geldiğinde diğer taraftan cesedin üzerine eğildim. Durum Hubert Shillside’ın söylediği gibi görünüyordu. Kollarıyla boynunda delikler vardı ve dişlerle pençelerin iz bıraktığı yerleri kaplayan palto ve deri parçaları yırtılmıştı. Alan’ı kasabaya ve karısına geri götürecek bir at getirmesi için kâhyayı Bampton Kalesi’ne geri gönderdim. Patikanın kenarında duran diğerleri dağılmaya başladılar. Alan’ı bulan çiftçiler diğer çiftçilerin yanına döndüler. Çok geçmeden cesedin başında ona göz kulak olmak üzere yalnızca ben ve yargıç kalmıştık. Cesedin göz kulak olunmaya ihtiyacı vardı. Bir leş kargası sürüsü çoktan patikanın üzerinde kanat çırpmaya başlamıştı bile.
Huzursuzluğumu dile getiremiyordum, bu nedenle Shillside’a kuşkularımdan bahsetmedim. Ama vahşi bir hayvanın bunları yapmış olabileceği gibi bir açıklamadan pek de tatmin olmamıştım. Yargıcın da bundan şüphe duyduğu belliydi ki, sessizliği ilk bozan kişi o oldu.
Dalgın bir sesle, “Hayatımda bir kez bile bu civarda ne bir kurt olduğunu duydum,” dedi, “ne de bir yaban köpeği.”
“Ben duydum,” diye karşılık verdim. “Lort Gilbert, Goodrich yakınlarındaki kurtlardan bahsediyordu. Ve de Pembroke. Bu iki kale Dean Ormanı’na ve Galler dağlarına yakın. Ama o kadar vahşi topraklarda bile pek sık görülmezlermiş.”
Shillside ayaklarımızın dibindeki cesedi incelerken tekrar sessizliğe gömüldü. Gözlerim Alan’ın uzandığı patikada dolanıyordu. Aradığım şeyi bulamayınca kasabaya doğru birkaç adım yürüdüm, yönümü değiştirdim ve St Andrew Şapeli’ne doğru giden yolu inceledim. Arayışım sonuçsuzdu.
Hubert hareketlerimi gittikçe artan bir merakla izliyordu. Sonunda, “Ne arıyordun?” diye sordu. Yolun üzerinde bir şeyler aradığımı anlamıştı.
“İzler. Şayet bunu bir hayvan yaptıysa, geride bıraktığı izler olmalı. Çamur oldukça yumuşak.”
Yargıç, “Muhtemelen,” diye yanıtladı. “Ancak diğerleriyle birlikte neredeyse yarım saat boyunca yolun üzerinde durduk. Hayvanın bıraktığı izleri pekâlâ çiğnemiş olabiliriz.”
Buna katılıyordum. Ama aklımı kurcalayan başka bir düşünce daha vardı. “Çok daha fazla kan olması gerekirdi,” dedim, “ama yolun üzerinde oldukça az kan var.”
Shillside “Niçin?” diye sordu.
“Bir adamın boynu Alan’ınki gibi yırtıldığında çok fazla kan kaybeder. İnsanı öldüren de budur. Etrafta kan görebiliyor musun?”
“Belki de toprak kanı emmiştir?”
“Belki… Çitlerin arasına, onu bulduğumuz yere bir bakalım.”
Isırganları dikkatle ayırarak çalılıkların arasına baktık. Alan’ın yattığı yerdeki yapraklar ezilmişti ancak etraflarında sadece birkaç yaprak, kaya ya da çimenlere sürülmüş kan lekeleri görünüyordu.
“Burada kan var,” diye açıkladım, “ama çok değil. Yeterli miktarda değil.”
Yargıç çatık kaşlarının altından, “Ne için yeterli değil?” diye sordu.
“Bir adamın ölümüne sebep olmak için.”
Shillside bir süre sessiz kaldı. Sonunda, “Sözlerin aklımı karıştırdı,” dedi. “Eğer onu öldüren şey,” Alan’ın boynuna baktı, “bu yara değilse, nedir?”
“Orası bir bilmece,” diyerek ona katıldığımı belirttim. “Onu ısırganların arasında bulduğumuz yere bir bak. Belki birden fazla hayvanın saldırısına uğradı ve kaçmak için kendini oraya kadar sürükledi.”
“Belki de hayvan onu oraya kadar sürükledi,” diye ekledim. Ancak buna açıklayamayacağım sebeplerden dolayı hâlâ inanmıyordum.
Gözlerini etrafta gezdirme sırası yargıçtaydı. Dalgın bir sesle, “Ayakkabıları ve değneği…” diye mırıldandı. “Acaba nerede olabilirler?”
Değneği hatırlıyordum. Çit bekçisi ne zaman insanları denetlemek ve uyarmak için akşam vakti dışarı çıksa yanına bir adamın kolu kadar kalın, porsuk ağacından yapılmış ve kendi boyundan daha uzun bir sırık alırdı. Onunla bir keresinde bu silah hakkında konuşmuştum. Bununla bir şaplak, demişti, en asi sarhoşu bile sokakları terk ederek yatağını aramaya ikna eder. Birlikte çalıları aramaya koyulurken Hubert, “O sopayla çok gurur duyardı,” diye belirtti. “Herkes sopanın ona ait olduğunu bilsin diye üzerine bir ‘A’ harfi kazımıştı.”
“Yazı yazabildiğini bilmiyordum.”
Shillside, “Ah, yazamazdı,” diye açıkladı. “Ona harfi Peder Thomas gösterdi ve Alan da kazıdı. Bununla oldukça gurur duyuyordu.”
Değneği St Andrew Şapeli’nin arkasındaki ağaçlık boyunca uzanan boş bir alanda, yolun epeyce uzağında bulduk. Alan’ı içinde bulduğumuz çalılıkların neredeyse otuz adım uzağındaydı. Ancak arama sırasında hiçbir ayakkabıya rastlamamıştık. Shillside, “Buraya nasıl gelmiş olabilir?” diye sordu. Sanki bilmeme imkân vardı da. Değneği inceledi. “İşte Alan’ın kazıdığı harf. Görüyor musun?” Sopanın sert ağacına beceriyle kazınmış bir “A” harfine işaret etti.
Yargıç sopayı benden önce davranarak yerden kaldırdığında onu yakından inceleme fırsatı buldum, aklım karışmıştı. Shillside çatık kaşlarımın farkına vardı.
“Aklını karıştıran nedir, Hugh?”
“Değneğin üzerinde hiçbir iz yok. Ben böyle bir silah taşırken bir kurt bana saldırmaya yeltenseydi kendimi korumak için hayvanı pataklardım ya da kolumu dişlemesini engellemek için sopayı önümde siper ederdim.”
Shillside sırığa dikkatle bakarak her bir yanını görebilmek için elinde çevirdi. Yüzeyi düzgün ve pürüzsüzdü. Düşünceli bir sesle, “Belki de,” dedi, “Alan sopayı hayvana doğru sallarken sopa elinden kurtuluverdi. Cilasının pürüzsüzlüğüne bir bak. Elinden kayarak buraya kadar fırlamış olabilir.”
“Böyle olmuş olabilir,” diyerek ona katıldığımı belirttim çünkü daha iyi bir açıklama bulamıyordum.
Patikaya geri döndüğümüzde kâhyanın, seyahat etmem gerektiğinde bütün bu kırsal bölge boyunca bana eşlik eden yaşlı atım Bruce ile birlikte dönmekte olduğunu gördük. Bruce sıra bir cesedi taşımaya geldiğinde sakin ve temkinli olurdu. Alan’ı Bruce’un sırtına yerleştirmek üzere yere eğildik. John cesedin ayaklarından, Shillside ile ben ise omuzlarından tuttuk. Onu yukarı savururken Alan’ın başı geriye doğru eğildi. Boynu o kadar derinden parçalanmıştı ki, başını yerinde tutabilmek için gerekli olan desteği sağlayamayacaktı. Başı sabitlemek için bir elimi kaldırdım ve ensemdeki tüylerin diken diken olmasına neden olan bir şeye dokunduğumu hissettim. Biraz da olsa keskin bir sesle, “Bekleyin,” dedim. Yardımcılarım irkilerek meraklı gözlerini bana çevirdiler. “Onu tekrar yere bırakın.”
Çit bekçisinin başını çevirerek irkilmeme sebep olan kafatasına dokundum. Alan’ın sağ kulağının arkasında yumuşak bir çukur vardı. Oyuk, üzerini kaplayan gür saç tutamı nedeniyle görülemiyordu. Saçları iki yana ayırarak Alan’ın kafatasını inceledim, sonra bulduğum şeyi yargıç ile kâhyaya gösterdim.
John Holcutt sessizdi ancak Shillside elini çukurun üzerinde gezdirdikten sonra bana bakarak, “Bir kurt bunu nasıl yapabilir?” diye sordu.
Doğrularak bu yeni keşfin üzerinde tartışmaya koyulduk. Olaya ilk açıklama getirmeye yeltenen kişi yargıç oldu. “Çalılıkların arasındaki ısırganların olduğu yere bir bakın. Orada tarlalardan fırlatılmış birçok kaya var. Belki de Alan böğürtlenlerin arasında bir kaçış yeri ararken düştü ve başını çarptı. Bu da onu niçin orada bulduğumuzu açıklar. Ve bilincini yitirmiş haldeyken hayvanın boynunu parçalamasına engel olamadı.”
Bunun çok iyi bir açıklama olduğunu kabul ediyorum. Ancak aklım hâlâ karışıktı. “Bir adam, hele ki Alan gibi genç ve kuvvetli bir adam, başını çarptığında ölecek kadar sert bir şekilde yere düşebilir mi?”
Shillside karşı çıktı. “Onu öldüren şeyin bu olması gerekmez. Eğer bilincini kaybettiyse, kurt başladığı işi bitirirken ona karşı koyması olanaksız.”
“O halde onca kan nerede?”
“Kan mı?” Yargıcın kafası karışmıştı.
“Bilincini yitirmiş bile olsa canlı bir adam, Alan’ınki gibi bir yara aldığında çok kan kaybeder. Ölü bir adam kanamaz yalnızca.”
“O halde Alan’ın başını kayaya çarptığında mı öldüğünü düşünüyorsun?”
“Evet,” dedim. “Ya da bir kaya Alan’a çarptığında.”
Shillside yavaşça “Ama… Kurtlar bir insana kayalarla saldırmazlar ki,” dedi. “Sanırım Alan’ın bir hayvanın saldırısı sonucu öldüğü hakkında kuşkuların var. Neden?”
“Eyalette bir kurt olduğunun rapor edildiğini hatırlıyor musun?” diye sordum. “John, ya sen?”
Kâhya başını iki yana salladı. “Ben de hatırlamıyorum. Bampton’daki hiç kimse hayatlarında bir kez bile kurt uluması duymamıştır.”
Shillside, “O halde bunu başka bir hayvan yapmış olamaz mı?” diyerek fikrini belirtti.
“Ne? Bir ayı mı? İskoçya’da bile ayı yoktur. Ya yaban köpekleri? Etrafta başka hasar görüyor musun? Tazılar bir kuzuya saldırdıklarında, arkalarında çıkardıkları işi tescillemek için kalıntılar bırakırlar. Yanılmıyorsam kurtlar da öyle. Bana böyle bir hasar rapor edilmedi, piskoposun topraklarında da böyle bir olay olmadı, yoksa haberim olurdu.”
Aklımı kurcalayan bir konu daha vardı. Alan’ın ayakları çıplaktı. “Alan’ın değneğini bulduk ama ya ayakkabıları? Bir adam,” diyerek sorumu yanımdakilere yönelttim, “sokağa çıkma yasağını denetlemek için dışarı yalınayak mı çıkar?”
Yargıç ve kâhya bakışlarını Alan’ın ayaklarına yönelttiler. Shillside alt dudağını emdi ancak hiçbiri konuşmadı. Bu sorunun yanıtını hepimiz biliyorduk: Böyle bir şey olası değildi. Alan’ı Bruce’un geniş sırtına yerleştirme işine geri dönmek üzere tekrar eğildik. Yaşlı at ne tür bir görev üstlenmek üzere olduğunu anladığında ayaklarını yere sürüdü. Fakat hayvan daha önce Lort Gilbert’ı Poitiers Çarpışması’nda4 sırtında taşımış, kan ve ölüm kokusu solumuştu. Şimdiki görevinden ürkmüyordu. John yuları eline aldı ve küçük cenaze alayımız Bruce’un ağır temposu eşliğinde kasabaya ve Alan’ın Catte Sokağı’ndaki evine doğru yola koyuldu.
Çit bekçisinin evi komşularınınkilerden farksızdı. Kereste, kamış ve çamurlu harçtan yapılmıştı ve üzerinde belki de çoğu evde kullanılmış olandan biraz daha kaliteli bir çeşit sazdan yapılmış bir çatısı vardı. Evin çatısıyla birleşen ön duvarın üzerindeki küçük açıklıktan belli belirsiz bir duman süzülüyordu. Matilda’yı evin arkasındaki küçük tarha soğan ekerken bulduk. Ortada kayıp bir eş bile olsa yapılması gereken bazı işler vardır. Hiç kimse ona kocasının bulunduğu haberini getirmemişti. Hiç kimse kötü haberin kaynağı olmak ya da kederli bir eşi teselli etme görevini üstlenmek istememişti. O yüzden bunu ben yaptım. Ben Matilda’nın yirmi dört saattir duymaktan endişe ettiği sözleri söylerken Hubert Shillside yanımda duruyordu. Paltosunun dizleri tıpkı öncelikle iki yana düştükten sonra kederle burulmuş yüzünden yayılan hıçkırıklarını örtmek için yukarı çıkan elleri gibi toprağa bulanmıştı. Arka bahçede gördüğüm bir iskemleyi kadının yanına getirdim. İskemleye büyük bir minnetle oturdu ya da belki de yığıldı demek daha doğru olur. Hıçkırıkları evin içine kadar ulaşmış olmalıydı. Matilda oturmak için ancak dört bir yanda yankılanan bir feryat kopana kadar fırsat bulabilmişti. Belli ki oğlu uyanmadan bir an önce işlerini bitirmeye uğraşıyordu. Çocuğun çığlıkları Matilda’nınkilere bir son vermişti. Doğruldu ve yargıç ile bana sürtünerek yanımızdan geçtikten sonra bebeğini avutmaya koştu. Birkaç dakika sonra kucağında hıçkıran bir oğlanla birlikte yeniden kapıda belirdi. Çocuk uyurken birbirine girmiş saçlarıyla gün ışığına çıktığında gözlerini kırpıştırdı ve annesinin güvenli kollarının arasından kuşkuyla bana baktı.
Matilda kederin nasıl bir şey olduğunu biliyordu. Kederle tanışıklığını henüz dört ay önce, tam Noel öncesinde, daha gün ışığını bile göremeden ölen kızı sayesinde pekiştirmişti. Ebe Katherine Pecham, bütün kasabada işinin ehli olarak bilinirdi. Bir kusuru yoktu. Bir annenin tüm çocuklarının erişkinlikten önce mezarlığa adım atmalarına tanık olması gerçekten de az rastlanan bir durumdu.
Kadın kapı eşiğinde durarak tüm ağırlığıyla pervaza yaslandı. İçimde ona karşı bir acıma duygusu hissettim ama üzüntüsünün çok da uzun sürmeyeceğini biliyordum. Bampton ve Weald’da otuz beş yaşın altında ya da o yaşlarda, tam beş tane dul ve birçok da evlenmemiş erkek yaşıyordu. Bir tanesi, karısını doğumda kaybetmişti. Kocasının ardından yas tutacağı münasip bir zamandan sonra mutlaka bir talibi çıkacaktı. Ve birbirlerini bir süreliğine özenle ölçüp tarttıktan sonra, Matilda’nın yası için ayrılan süre artık tamamen uygunsuz bir hal alacaktı. Şey, belki de o zaman geldiğinde Matilda’nın söyleyecek bir çift lafı olurdu.
Matilda yirmi beş yaşından fazla değildi ve çoğu kiracının hemen hemen aynı yaşlardaki, onca çalışma ve sıkıntı yüzünden tükenmiş karılarından çok daha güzeldi. Ve ayrıca yeni yapacağı bir evliliğe yarım yardalık araziyle gelecekti. Bir miras vergisi ve yeterince büyüdüğünde babasının topraklarını devralacak oğlu için bir nüfus kaydı ücreti ödeyecekti. Ancak bunlar çok da külfetli olmayacaktı. Bunu biliyordum çünkü Lort Gilbert ve kâhyası Geoffrey Thirwall’un yokluğunda bu ücretleri belirleyen kişi bendim.
Matilda, “Nerede bulunmuş?” diye sordu.
Yargıç ona her şeyi anlattı ve Alan’ın ölümünün vahşi bir hayvanın, muhtemelen bir kurdun saldırısı sonucu gerçekleştiğini açıkladı. Matilda’nın gözleri bu öğrendikleri karşısında kocaman açılmıştı.
Ona kocasının neden kasabanın dışına çıkmış olabileceği hakkında aklına herhangi bir neden gelip gelmediğini sordum. “Belki de,” diye fısıldadı, “kurdu gördü ve onu uzaklaştırmaya çalıştı.”
Adamı gerçekten de bir kurt öldürdüyse bu açıklama, Hubert Shillside ile aklımıza gelen diğer nedenler kadar mantıklıydı. Ona Alan’ın ayakkabılarını görüp göremeyeceğimi sordum. Matilda hiç de aptal değildi.
Sert bir sesle çabucak, “Ayakkabıları ayağındaydı, öyle değil mi?” dedi. “Gece vakti dışarı ayakkabısız çıkacak kadar şaşkın biri değildi. Bir adamın karanlıkta nelerin üzerine basabileceğini kim bilir?”
Layıkıyla susturulmuştum. Ancak bu tam da aradığım ve beklediğim cevaptı. Yargıçla bakıştık. Karşılıklı kaşlarımızı kaldırdık. Böyle zamanlarda genellikle Lort Gilbert Talbot’ın yaptığı gibi tek kaşımı kaldırmaya çalışırım. Ancak hareketi hâlâ tam olarak oturtamadım. Bunun yalnızca seçkin sınıftan doğmuş olanlara özgü bir şey olduğuna ikna olmak üzereyim.
Matilda, “Ona ne oldu?” diye sordu.
Bu anı, Shillside ile birbirimizin konuşmasını bekleyerek geçirdiğimiz kısa bir suskunluk izledi. Yargıç, Catte Sokağı’nın aşağısında dikkatini yöneltmesini gerektiren olağandışı bir olay olmuş gibi bakışlarını çevirdi. Bu yüzden ben konuşmak zorunda kaldım.
“Onu sana getirdik,” diyerek konuşmayı sonlandırdım. “Kapının önünde, sokakta duruyor. John Holcutt da onunla beraber. Yarın cenaze töreni için Thomas de Bowlegh ile konuşursun.”
Bir sonraki gün Kutsal Cuma’ydı ve o gün çit bekçisinin karısı Matilda için bir daha asla aynı olmayacaktı. İsa’nın her ölüm yıldönümünde kendi kaybını hatırlayacak ve ıstırabı iki katına çıkacaktı. Ben de ne zaman bir armut görsem, karanfil koklasam ya da bir Noel yemeği yesem kendi kaybımı hatırlıyorum.
Metanetle, “Ona bir bakayım,” dedi ve dönerek küçük evinin arka bahçesinden ön tarafa doğru yürümeye başladı. Kapıya varması ancak birkaç adım sürmüştü. Yargıç ve ben de onun ardından gittik.
John Holcutt kışın soğuğundan paslanmış menteşelere tutunan kapının gıcırtısıyla birlikte Matilda ile bebeğinin kendisine yaklaştığını görünce taş kesildi. Matilda duraklayarak uzun birkaç dakika boyunca ata ve sırtındaki yüke baktı. Hiç kimse sessizliği bozmaya cesaret edememişti. Yoldan geçenler bakışlarını kaçırarak istavroz çıkarıyorlar ve daha sessiz adımlar atmaya çalışıyorlardı.
Matilda yavaşça kocasına doğru ilerleyerek çocuğu kalçasının üzerine kaydırdı ve Alan’ın soğuk alnı üzerindeki karmakarışık saçlarını kenara itmek üzere elini uzattı. Bilinçsiz kocasını okşadı ve artık duymayan kulağına bir şeyler fısıldamak üzere eğildi. Söylediklerini dinlemeye hakkım olmadığına karar verdim.
Bahar güneşi Bampton’ın çatılarının üzerinde artık iyiden iyiye parlamaya ve manzaranın tümüne parlak altın renkli ışığını serpiştirmeye başlamıştı. Bu görkemli aydınlıkta siyah saçlı kocasını okşarken Matilda’nın gözüne bir şey çarptı. Önce Alan’ın başının arkasındaki çukuru fark ettiğini düşündüm ama öyle olmamıştı. Kocasının saçlarını iki yana ayırarak bulduğu mavi bir kumaş şeridi öne doğru çekti.
“O halde bu nedir?” diye sordu ve görebilmemiz için şeridi havaya kaldırdı.
Alan’ın üzerinde mavi bir şey yoktu. Paltosu kahverengi, tuniği sarı ve pantolonu griydi. Ve içliğinin Matilda’nın elinden geldiği ölçüde beyaz olduğuna şüphe yoktu.
Kumaşı elime aldım. Kaba yünden dokunmuş, yaklaşık bir parmak uzunluğunda, solgun mavi renkli bir parçaydı. Matilda’nın bunu bulup çıkardığı yer kocasının başındaki yaranın çok yakınındaydı.
————
1 Malmsey (malmasia, malvoisie): Alkolle kuvvetlendirilmiş tatlı bir Yunan şarabı. Günümüzde çoğunlukla Madeira Adası’nda üretilir ve Madeira şarabı olarak bilinir. (Çev.)
2 John Wyclif: 14. yüzyılda İngiltere’de yaşamış, Roma Katolik Kilisesi’nin öncü muhaliflerinden biri. John Wycliffe olarak da bilinen reformcu; aynı zamanda bir ilahiyatçı, skolastik filozof, vaiz, çevirmen ve Oxford’da görev yapmış bir üniversite öğretmenidir. Lollard’lar olarak adlandırılan takipçileri zengin ve yozlaşmış Katolik ruhban sınıfının siyasete karışmasına karşı çıkan Protestan Reformu’na öncülük etmiş ve bu nedenle tarihçiler tarafından zamanının ilerisinde bir düşünür olarak anılan Wyclif’e, sabahları görünen ve Yunanca adı ışık getiren anlamına gelen Venüs yıldızından esinlenerek Reformasyonun Sabah Yıldızı adı verilmiştir. (Çev.)
3 Kile: Bir tahıl ölçeği. Osmanlı zamanında bir İstanbul kilesi 18-20 okka (ortalama 25 kg) gelirdi. Değişik bölgelerde bir kilenin kilogram olarak karşılığı da büyük farklar gösterirdi. Bunun nedeni bir kile tahılın yaklaşık olarak bir yağ tenekesinin alabileceği miktarla ifade edilmesidir. Kilenin bazen hacim ölçüsü olarak kullanıldığı da bilinir. (Çev.)
4 Poitiers Çarpışması: 1356 yılında yapılan Yüzyıl Savaşları sırasında İngiltere’nin Fransa karşısında zafer kazandığı ve Fransa kralı II. Jean’ın İngilizlere esir düştüğü çarpışma. (Çev.)