2010 NATIONAL BOOK AWARD sahibi Bir başyapıt, daha önce hiç açılmamış bir hazine sandığının içini görmek için ayrıcalıklı bir davet. Johnny Depp Coltraınein ölduğu yazdı, aşkın ve isyanların yazıydı ve Brooklynde tesadufi bir karşılaşmanın iki genç insanı sanat, bağlılık ve başlangıçlarla dolu bir hayat yolculuğuna çıkarttığı yazdı. Pek çok eleştirmen tarafından 2010un en iyi kitabı olarak gösterilen ve son olarak prestijli National Book Awardu kazanan ÇOLUK ÇOCUK, bir aşk hikâyesi olarak başlayıp bir ağıt olarak sona eriyor. Altmışların sonu, yetmişlerin başındaki New Yorka, onun zengin ve fakir insanlarına, sanatçılarına ve serserilerine bir selam çakıyor. Yolun başında birbirlerine göz kulak olmaya söz vermiş iki genç sanatçı, Patti Smith ve Robert Mapplethorpeun yukselişini ve şöhret kapısını aralayışlarını nefes kesici bir içtenlik ve saflıkta anlatan bu kitap, gerçek bir masal. yaşlıca bir çift önumuzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu, heyecanla elimi sıktı. Hadi, fotoğraflarını çek, dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. Sanatçılar galiba. Hadi canım, dedi adam, omuz silkerek. Çoluk çocuk bunlar.
İçindekiler
ÖNSÖZ XI
PAZARTESİ ÇOCUKLARI I
ÇOLUK ÇOCUK 33
CHELSEA OTEL 89
BİRLİKTE AYRI YOLLAR 211
TANRI’YLA EL ELE 261
OKURA BİR NOT 287
Robert hakkında çok şey söylendi daha da söylenecektir. Delikanlılar ona öykünerek yürüyecek genç kıllar beyaz elbiselere bürünüp onun buklelerine yas tutacak. Hem ayıplanacak, kem de tapınılacak. Aşırılıkları hem lanetlenecek hem de romantikleştirilecek. Gerçek ise en sonunda çalışmalarında görülecek; sanatçının ete kemiğe büründüğü eserlerinde… Asla kaybolmayacak, asla eksilmeyecek. İnsanoğlu bunu yargılayamaz Çünkü sanat Tanrı’ yı söyleyen bir şarkıdır ve nihayetinde yine ona aittir.
Önsöz
ÖLDÜĞÜNDE UYUYORDUM. BİR KEZ DAHA İYİ GECELER DİLEMEK için hastaneyi aramıştım, ancak morfinin üzerini örttüğü, derin bir uykudaydı. Ahize elimde, telefondan ağır ağır soluk alıp verişini dinlerken, sesini bir daha duyamayacağımı biliyordum.
Sonra sessizce eşyalarımı topladım; defterimi, dolmakalemimi. Eskiden onun olan kobalt mavisi mürekkep hokkamı, tran kupamı, mor madalyamı ve bebek dişlerimi. Yavaşça merdivenlerden yukarı çıktım. Çıkarken basamakları saydım, on dördünü de, birer birer. Beşikte yatan kızımın battaniyesini üzerine örttüm, uyuyan oğlumu öptüm ve sonra kocamın yanına uzanıp dua ettim. Hâlâ hayatta, diye fısıldadığımı anımsıyorum. Ardından uykuya daldım.
Erkenden uyandım, merdivenlerden inerken onun ölmüş olduğunu biliyordum. Gece açık kalan televizyonun gürültüsü hariç her şey suskundu. Sanat kanalı açıktı. Opera vardı. Tosca’nın tüm gücü ve hüznüyle ressam Cavaradossi için duyduğu ihtirası ilan edişi beni ekrana çekti. Soğuk bir Mart sabahıydı ve üzerime kazağımı giydim.
Jaluzileri kaldırınca çalışma odasının içi ışıkla doldu, iskemlemin kaim keten kaplamasını elimle düzelttikten sonra Odilon Redon’ın tablolarının yer aldığı bir kitabı seçtim, küçük bir denizde yüzen bir kadın başının resmedildiği tabloyu açtım. Kapalı Göllerle. Soluk gözkapaklarının ardında gizlenen, henüz çizilmemiş bir kâinat. Telefon çaldı, cevap vermek üzere ayağa kalktım.
Arayan Robert’ın en küçük erkek kardeşi Edward’dı. Söz verdiği gibi Robert’ı son bir kez benim adıma öptüğünü söyledi. Öylece kalakaldım, donmuştum; sonra yavaşça, sanki bir rüyadaymışçasına iskemleme geri döndüm. Tam o anda Tosca’nın muhteşem aryası “Vissi d’arte” başladı. Ben aşk için yaşadım, ben Sanat için yaşadım. Gözlerimi kapadım ve ellerimi kavuşturdum. Ona nasıl veda edeceğime takdir-i ilahi karar vermişti.
Pazartesi Çocukları
Humboldt Parkı’nda yürüyüşe çıkarırdı. Oraya ait muğlak anılarım var, cam tabaklar üzerindeki baskılar gibi; eski bir kayıkçı kulübesi, yuvarlak bir orkestra sahnesi ve kemerli bir taş köprü… Nehrin dar boğazlan geniş bir gölete dökülüyordu ve ben o suyun yüzeyinde
ANNEM ÇOK KÜÇÜKKEN BENİ PRAIRIE NEHRİMİN KIYISINDAKİ eşsiz bir mucize görmüştüm. Beyaz tüyden bir elbisenin içinden uzun, kavisli bir boyun çıkmışa.
Heyecanımı fark eden annem, kuğu, dedi. Kuğu, geniş kanadan ile parlak suyun yüzeyini çırparak göğe yükseldi.
Bu kelime, hayvanın görkemi ve bende yarattığı duygular karşısında kifayetsiz kalıyordu. Gördüğüm manzara sözlerle anlatılamayacak bir dürtüyü ortaya çıkarmıştı; kuğudan bahsetmek için arzuyla dolup taşıyordum, beyazlığı üzerine bir şeyler söylemek, hareketinin o şiddetli görkemini ve kanatlarının o yavaş çırpmışını anlatmak istiyordum.
Kuğu gökyüzüyle bir oldu. Hissettiklerimi anlatabilmek için kendi sözcüklerimi bulabilmek için çabaladım. Kuğu, diye tekrar ettim, tam anlamıyla tatmin olamadan, ve bir sancı hissettim içimde, tuhaf bir özlem; etraftakilerin, annemin, ağaçların ya da bulutların fark edemedikleri.
★
1946’daki Büyük Tipi sırasında, Chicago’nun Kuzey Yakası’nda bir Pazartesi günü doğdum. Bir gün erken doğmuşum; yeni yıl gecesi doğan bebekler hastaneden yepyeni bir buzdolabıyla çıkardı. Annemin beni içerde tutma gayretlerine rağmen, taksi Michigan Gölü kıyısında, kar ve rüzgarın içinde yol alırken, doğum başlamış. Babamın anlattığına göre uzun, sıska bir şeymişim ve bronşit zatürreyle dünyaya gelmişim; beni buharı tüten bir leğenin üzerinde tutarak hayatta kalmamı sağlamış.
Kız kardeşim Linda ise 1948’de, yine bir kar fırtınası sırasında aramıza katıldı. Zorunluluklar bir an önce kendime yetebilmeyi gerektiriyordu. Annem ev bütçesine katkıda bulunmak için ütü yaparken ben pansiyonumuzun sundurmasında oturup buzcuyu ve onun artık tarihe karışmaya yüz tutmuş at arabasını beklerdim. Adam bana kahverengi kağıtlara sarılmış buz dilimleri verirdi. Birini henüz bebek olan kız kardeşime vermek üzere gizlice cebime atmış, daha sonra almak üzere cebime uzandığımda yok olduğunu fark etmiştim.
Annem erkek kardeşim Tod’a hamile kaldığı zaman Logan Meydanı’ndaki sıkış tepiş dairemizden ayrıldık ve Pennsylvania Germantown’a taşındık. Sonraki birkaç yıl geçici olarak asker aileleri için inşa edilmiş evlerde yaşadık, yabani çiçeklerle kaplı terk edilmiş bir araziye bakan beyaz badanalı kışlalar. Bu araziye Arsa ismini vermiştik; yaz günleri büyükler orada oturup sohbet eder, sigara içer ve biz çocuklar oynarken hindiba şaraplarını elden ele dolaştırırlardı. Annem bana kendi çocukluğunun oyunlarını öğretti: Heykeller, Kızıl Korsan ve Simon Diyor Ki. Yaptığımız papatya zincirleriyle boynumuzu süsleyip alınlarımızı taçlandırırdık. Akşamları yakaladığımız ateş böceklerini cam kavanozlara doldurur, ışıklarını sağıp parmaklarımıza yüzük yapardık.
Annem bana dua etmeyi öğretti, ona da kendi annesinin öğrettiği bir duayı bu: Şimdi uykuya yatıyorum. Ruhumu koruması için İsa ya dua ediyorum. Geceleri, ben küçük yatağımın yanında diz çöküp onun sözlerini tekrarlarken, o da ağzından hiç düşürmediği sigarası ile yanıbaşımda ayakta bekler, beni dinlerdi. Tek dileğim dua etmekti ama sözleri kafamı karıştırırdı ve annemi soru yağmuruna tutardım. Ruh nedir? Ne renktir? Çok yaramaz olduğu için ruhumun ben uyurken gizlice kaçıp sonra da geri dönemeyeceğinden korkuyordum. Uyuya-kalmamak için elimden geleni yapardım; böylece ruhumu ait olduğu yerde, içimde tutacaktım.
Merakımı dindirmek için olsa gerek, annem beni Pazar okuluna yazdırdı. Eğitim sistemi ezbere dayalıydı. Kutsal Kitap’tan ayetler ve İsa’nın sözlerini ezberliyorduk. Daha sonra sıraya girip bir kaşık dolusu petek balıyla ödüllendiriliyorduk. Bir sürü öksüren çocuğa bal vermek için kavanozun içinde tek bir kaşık bulunurdu, içgüdüsel olarak kaşıktan kaçınsam da Tanrı fikrini çabucak kabullendim. Gökyüzünde akan yıldızlar misali, hareketli bir varlığın yukarılarda bir yerde olduğunu hayal etmek mutluluk vericiydi.
Çocuksu duamla yetinemediğimden, bir süre sonra kendi duamı yazmama izin vermesi için anneme yalvardım. Artık Eğer uyanmadan ölürsem, İsa’ya ruhumu yanına alması için dua ediyorum sözlerini tekrar etmek zorunda olmadığım ve kalbimden ne geliyorsa söyleyebileceğim için rahatlamıştım. Artık özgürleşmiştim; kömür sobasının yanındaki yatağıma uzanıp azimle Tanrı’ya sözlü mektuplar yazmaya başladım. Uykuyu çok sevmezdim; bitip tükenmek bilmeyen yeminlerim, hayallerim ve planlarımla onun canını oldukça sıkmış olmalıyım. Ancak zaman ilerledikçe, farklı bir dua etme yöntemine yöneldim; konuşmaktan çok dinlemeyi gerektiren sessiz bir duaydı bu.
Küçük söz sağanağım dinip yerini oldukça karmaşık bir duyguya; bir açılım ve içe dönüş hissine bıraktı. Bu, hayalgücünün parıltılı dünyasına ilk adımımdı. Grip, kızamık, suçiçeği ve kabakulak gibi hastalıklar yüzünden ateşlendiğim zamanlar daha da etkiliydi. Bu hastalıkların tümünü geçirdim ve her biri ile yeni bir farkındalık seviyesine ulaşma ayrıcalığını yaşadım. İçimin derinlerinde kaybolmuş yatarken -başımın üzerinde bir kar tanesi dönüyor, yoğunlaşarak gözkapaklarımın arkasına işliyordu- çok değerli bir hatıra edindim; cennetin…