Diğer

Değişen Dünya Değişen Dil

Macit Gökberk’in felsefe anlayışı içinde dil konusu çok özel bir yere sahiptir. Düşüncenin üretilmesindeki başlıca kaynaktır çünkü dil. 1954-60 ve 1969-76 yılları arasında TDK başkanlığı da yapmış olan Gökberk, Türkçe felsefe terimlerinin kurulması, kavramların sınıflandırılması yolunda çok önemli uğraş vermiş değerli bir felsefe adamıdır.
Prof. Macit Gökberk Değişen Dünya Değişen Dil adlı bu çalışmasında, dünyanın değişmesiyle dilin değişmesi arasındaki zorunlu bağlantıya dikkat çekerek, ileriye dönük, bütün insanlığa açılan bir tarih bilinci ile kültür sorunlarının nasıl kavranabileceğine ışık tutuyor.
***
Önsöz
Bu kitap, geride kalmış kırk yıla yaklaşan bir süre içinde yaptığım konuşmalardan, genişçe bir okuyucu çevresi için yazılmış makalelerden oluşmuştur. “Değişen Dünya” başlığını taşıyan ilk yazıdan başkası -altlarında belirtilen yıllarda ve çoğu dergilerde- yayımlanmıştır.
Kitabın adındaki iki başlığın yan yana gelişi bir rastlantı değildir. Kitabın içeriği tanınınca, “dünyanın değişmesi” ile “dilin değişmesi” arasında, bu iki gerçek arasında zorunlu bir bağlantının bulunduğunun gösterilmeye, bu ilginin belli bir tarih savı ile kanıtlanmaya çalışıldığı görülecektir.
Burada toplanan yazılar, dil sorununun çağdaş kültürümüzün başlıca bir sorunu olduğu inancından kaynaklanmıştır. Bu inancı da, açıklığı ve seçikliği ile, ilkin, yeni Türk kültürünün yolgöstericisi Mustafa Kemal Atatürk ortaya koymuştur. Onun tarih ve dil konularını son yıllarının başlıca kaygısı yapması bundandır.
Kültürümüzün sorunları, doğru olarak, ancak dünyanın nereye gitmekte olduğunu bilmekle anlaşılabilir; ileriye dönük, tüm insanlığa açılan bir tarih bilinci ile kavranabilir. Son otuz yılda, hep ileriye uzanan yaşamın özüne aykırı olarak, geriye itilmek istenmemizde, dar bir taşralı kültür ufkunun elbette payı olmuştur. Oysa tarihin akışı içinde nerede bulunduğumuzu bilmek, bu geniş açıdan bakış, bu gibi çelişkilere düşmememizi, dolayısıyla kültür enerjimizi doğru ve yaratıcı olarak kullanmamızı sağlar.
Macit GökberkOcak 1980
Değişen Dünya
“Dünya” deyince insanın aklına birçok şey gelir: “Dünya” çok geniş, içinde çeşitli şeyleri barındıran bir kavram: “Dünya” kavramının içinde sonsuz büyüklüğü ile evren de var; böylesine bir evrenin içinde küçücük bir kum tanesi gibi olan üzerinde yaşadığımız yıldız da var. Benim burada göz önünde bulundurduğum “dünya” epey dar: “Dünya” deyince burada “insanın dünya”sını anlıyorum. Yazının adında geçen “değişen” sözcüğüne gelince: Buradaki “değişme” de bütün insanlık ölçüsünde değil, yalnızca bu değişmeye ön ayak olan bir “öncü grubu”, insanlığın “Batı Dünyası” dediğimiz kesimi üzerinde gözden geçirilecektir. Gerçi göreceğiz ki, buradaki “değişme” bütün insanlığı sarmış ya da sarmak yolundadır. Ancak değişmeye yol açan ışınların çıktığı kaynak Batı’dır. Onun için burada, “çağdaş insan”, “bugünkü insan” ya da “modern kültür” derken, hep Batılı insanı, Batılının kültürünü anlamak gerekecek. -“Kültür” sözünü de “uygarlığı” da içine alacak bir genişlikte kullanacağım-.
Konumuzu böylece sınırlandırdıktan sonra, hepimizin bildiği bir gerçeği anlatacaklarıma çıkış noktası yapalım: “Bugün bir teknik kültür, bir teknik uygarlık içinde yaşıyoruz, çağdaş kültürün ana özelliği teknik karakterli oluşudur” deriz, bunu, haklı olarak, hep söyler dururuz. İmdi, çağdaş kültürü belirleyen baş özellik “teknik” ise, bu teknik denilen şeyin ne olduğunu, nasıl bir gelişme geçirip bugünkü yapısına ulaştığını bilmek, günümüz kültürünün dokusunu anlamak işinde, ilk olarak üzerine eğilmemiz gereken bir sorudur ve olmalıdır. Gerçekten de: “günümüz insanı”nın, doğrusu: bugünün “Batı İnsanı”nın davranış ve değerleyişlerini anlamak için, tekniğin ne olduğunu, ne yaptığını, ne getirdiğini, daha neleri getirmek yolunu açtığı konularında bir aydınlığa ulaşmak mutlaka gereklidir.
“Tekniğin ne olduğunu” aydınlatmak için, burada, çağdaş felsefenin bu soruyu belli bir insan anlayışı bakımından nasıl ele alıp işlediğini görelim:
Bu anlayışta teknik, insanın kendisi kadar eskidir. Nerede taşlaşmış, fosilleşmiş kemikler yanında aletleri, aletlerin yapılmış ve kullanılmış olduğunu buluyorsak, orada insanın da yaşamış olduğunu kesin olarak çıkarabiliyoruz. Yontularak bıçak biçimine sokulmuş bir çakmaktaşı, yakılmış bir ateşin külleri hep insanın varlığı için belirtilerdir. Bu belirtiler de, bugünkü bilgimize göre, ilk Buzul Çağına kadar uzanmakta, demek ki en az 600.000 yıl geriye gitmektedir. Hep aletle -dolayısıyla teknikle- birlikte görünmesi de, insanın özü, çıplak doğa içinde bulunmamış, her zaman yalın doğa üstünde kendi “yapma doğasını”, en dar, en yoksul kadrosu ile de olsa, kendisi için “ikinci bir doğa” olan kendi “kültür”ünü kurmuştur, kurmak zorunda kalmıştır.
Çünkü insan eksik bir varlıktır. Her doğal çevrede yaşama olanağından yoksundur. Onun belli bir doğal çevrede yaşama için gerekli, bu çevreye göre özelleşmiş organları yoktur; içgüdüleri yok denecek kadar azalmışlar, ya da güvensiz olmuşlardır. Oysa hayvan ile çevresi (çevre-dünyası) birbirlerine kilit ile anahtarın uyduğu gibi uyarlar. Hayvanın, çevresine uyacak gibi özelleşmiş organları vardır: Soğuk yerlerde kalın postu vardır; kendisinden üstün düşmanından kaçacak hızı vardır; boynuz, pençe gibi silahları vardır. Çevresindeki yiyeceğinden, eşinden, düşmanından gelen renk, koku, biçim, kıpırtı gibi uyartılar, hayvanda bir içgüdü enerjisini boşandırıp doğuştan olan ereğe uygun hareket ve davranış örneklerini (şemalarını) gerçekleştirirler.
Belli bir çevreye uyan organları olmayan, içgüdüleri pek cılızlaşmış, duyuları az gelişmiş olan, silahsız, çıplak, hayatı öylesine tehlikeler ile yüklü insan ise, hayatta kalabilmeyi başarabilmek için, donatımındaki eksiliğin yerini doldurmak, bu açığı kapamak için davranmak, eylemde bulunmak, kısaca; karşısında bulduğu ham doğa koşullarını zekâsı ile içlerinde yaşayabileceği gibi değiştirmek, içinde yaşayabileceği dünyayı kendisi kendi zekâsı ile yaratmak zorundadır. Onun içindir ki, kültürün en eski katlarında yapılan kazılarda hep yaşama için zorunlu olan aletleri buluyoruz: El baltaları, çakmaktaşından bıçaklar, mızrak uçları, ateş izleri gibi. Bütün bunlar da, insan zekâsının nesneleşmeleridir, objectivation‘larıdır.
Zekâsı ile çevresini değiştirebilmek de, insanı, belli bir doğa parçasına bağlanmaktan kurtarmıştır. Tekniği ile, zekâsının bu şaşılacak yaratısı ile, insan, belli bir doğa çevresine bağlı olmaktan kurtulmuştur, çünkü yeryüzünün her yerini kendisinin yaşayabileceği gibi değiştirebilmiştir. İnsan, hayvan gibi, belli bir doğa parçasının tutsağı değildir; “dünyaya açık”tır; giderek yeni gelişmelerinde uzaya da açık olmaya başlamıştır. İnsanoğlu, belki de pek yakın bir zamanda, havasızlığı, yerçekimi ve çok büyük ısı değişmeleri ile yeryüzünden epey başka olan Ay’da da, yine kendisinin Ay doğası içine yerleştireceği yapma bir çerçeve içinde barınıp uzun zaman yaşayabilecektir. Demek ki, teknik ile insanın özü arasında zorunlu bir bağlantı var “Dünyaya açık” olan, salt organları ile yaşayamayan insanın, çevresinin biçimini değiştiren davranışı, onun yapısının başlıca bir özelliğidir. Onun için, “teknik, insanın bir aynasıdır” diyebiliriz.
Buna göre, tekniği; insanın kendileriyle, doğayı kendisine elverişli, kendisine hizmet eder bir ortam haline getirebildiği araçlar ve yetenekler tümü diye anlayabiliriz. İmdi, bu teknik dediğimiz şey başlıca üç iş görür:
1.  İnsanın eksik olan organlarının yerini doldurur: İnsanın kazılarda bulunmuş aletleri arasında hep kendisinde organ olarak eksik olan silahlar da var. Buna ateşi de eklemeli.
2.  Teknik, ikinci olarak, insanın organlarını güçlendirir. Aletleri, organlarının gücünü de arttırmıştır insanın. En eski bir örnek: Tarih öncesi aletler arasında sık sık vurgu taşı denilen bir alete raslanır. Bu da, çıplak yumruğun vurma gücünü kat kat arttıran bir araçtır. Bugün, telefon işitme, mikroskop ya da teleskop görme organlarımızı doğal güçlerinin kat kat üstüne yükseltir.
3.  Tekniğin gördüğü üçüncü iş, insanın yükünü üzerinden almasıdır. Kendimizi ya da yükümüzü taşıyan arabada, tekniğin “yükümüzü kendi üzerine alması” ilkesi elle tutulur bir hale gelir: Araba, yürüme hareketinin yükünü üzerimizden almıştır; yükü taşımaktan bizi kurtarmıştır. Tekniğin bu üç ilkesi uçakta bir araya gelmiştir: a) Uçak, bizde olmayan organın, kanadın yerini tutar; b) Doğada bulduğumuz bütün organik uçma olanaklarının kat kat üstüne çıkar; c) Bizi, çok büyük uzaklıkları aşmak bakımından katlanacağımız zahmetlerden, böylesine bir yükten kurtarır.
Bir de şunu belirtelim: Teknikteki en eski, en önemli buluşlara, doğa örnek alınmadan varılmıştır. Örneğin, insanoğlunun en eski buluşlarından biri olan, tarihi yarım milyon yıl geriye kadar uzanan (çakmaktaşından) bıçak, ileri geri kımıldatılan keskin yüzü ile bir şey kesen bıçak, doğada yok. Bir tahta parçasını ötekisine sürterek ateş yakmayı, ok ile yayı, hele bir eksen etrafında dönen tekerleği -bu çok, çok büyük buluşu-, bir motorda hareketi sağlamayı, bütün bunları, doğada bulamıyoruz. Bütün bunlar, insan zekâsının soyut yaratılarıdır. Tekniğin dünyası bir çeşit “büyütülmüş insan” gibidir. Bu dünyada zekâsı ile, trick’leri ile, yaşamı kalkındırıp yıkması ile insanın kendisini objektifleştirmiş olduğunu görürüz. İnsanın kendisi gibi, teknik de bir “yapma doğa”dır.
Şimdi, tekniğin gelişmesine de kısaca bir göz atalım: Teknikte bulduğumuz bir ilke -gördüktü bunu-, insanda eksik olan bir organın yerini doldurma görevi, tarih boyunca gelişmesinde gitgide organik alanı bırakıp organik-olmayan (anorganik) alana kaymıştır. Bu gelişme de iki yönde olmuştur.
1.  Bir yandan, organik olarak büyüyüp yetişen maddenin yerine “yapma madde” geçmiş;
2.  Öbür yandan da, organik güçlerin yerini anorganik güçler almıştır.
Birinci yönde, insanın madenleri (bakırı, tuncu, demiri) işlemeyi bulması, ilk büyük adım olmuştur (İlk Bronz Çağı Milattan aşağı yukan 3000 yıl, Demir Çağı -Mısır’da- 2000 yıl önce). (Bilindiği gibi, tarihöncesi çağları teknik bir açıdan adlandırılmaktadır. O zamanların insanının aletlerini yapmada kullandığı başlıca maddeye göre, bunlara: Taş, Bakır, Bronz, Demir Çağı denmektedir). Madenler, insanın çevresinde hazır bulduğu taş ve ağacın yerini almıştır. Bugün bu gelişme pek hızlanmıştır: Beton, çeşitli madenler, taş kömürü, kok, birçok sentetik maddeler yakın zamana kadar başlıca yapı gereci ve yakacak olan odunun yerini almış, hayvanların içyağından yapılan mum yerine havagazı ve elektrik geçmiş, bitkilerden elde edilen boyalar yerine sentetik boyalar konmuş, otlardan yapılan ilaçların yerini sentetik ilaçlar almıştır. Yünden, pamuktan yapılan kumaşların yerini de Naylon, Perlon, Dakron vb. sentetik dokumalar almaya başlamıştır. Gelişmesinin bu yönünde bugün teknik, “istenilen nitelikte maddeyi” kendisi yapıp ortaya koymak yolundadır.
Öbür yöndeki gelişmede buhar makinesi ile içten patlamalı motorlar, insanı ağaç gibi, hayvan gücü gibi organik kaynaklardan kömür, petrol ve türevleri gibi yeraltındaki güç kaynaklarını kullanmaya geçirmiştir. Böylece insan, ağaç, hayvan gibi yıldan yıla büyüyen güç kaynaklarına bağlı olmaktan kurtulmuş, organik üremenin yavaşlığı ile sınırlılığındaki engeli aşarak teknik kültürünün hızla gelişmesini sağlayabilmiştir. Su gücü ile çalışan elektrik santrallerini kurmakla, atom enerjisini açmakla da, çağdaş teknik, enerji elde etmede, organik dünyaya bağlı olmaktan kendini kurtaran son adımı atmıştır.
Teknikteki bu gidiş (eğilim), “organik olan”ın yerine “organik olmayan”ı koyma süreci, organik olmayan doğayı organik doğadan, kısaca, cansız maddeyi canlısından daha iyi bilebilmemiz yüzünden olmuştur. Aklımızın geliştirdiği soyut-matematik kavramlar, cansız doğaya şaşılacak gibi uyuyorlar. Buna karşılık, “canlı varlığın”, “hayatın” ne olduğunu, organik kimyanın bütün ilerlemelerine karşın, bugün İlkçağ filozoflanndan pek de daha iyi bilmiyoruz, denilebilir. Tekniğin gelişmesinde bulduğumuz organik madde ve güçlerin yerine gittikçe anorganik olanların konması, böyle bir eğilim, doğanın cansız bölümünün aklın ölçüp biçen çözümleyici bilgisine açık bulunması ve bu çeşit bir bilgi ile birlikte yürütülen deneyimci bir uygulamaya pek elverişli olması yüzündendir.
Bununla da, çağdaş tekniğin başlıca bir temeli olan bir görüşe, bir tutuma ulaşmış bulunuyoruz. Çünkü, doğanın maddi yapılı cansız bir yönü bulunduğu, bunun kanunlu bir gidişi olduğu anlayışı, ilkçağdaki dağınık belirtilerini bir yana bırakırsak, ancak, Renaissance (16. yüzyıl) sonlarında gelişen kesin, denel matematik-doğa bilimi çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkmasıyla da çağdaş tekniğe vardıran yol açılmıştır. Sözü geçen doğa görüşü ancak 300 yıldan beri var. Oysa insanlık, en azından yarım milyon yıldan beri tekniği bilip kullanıyor. Öyle ise şu 300 yıldan bu yana değişmiş olan ne? İlk bakışta, aletin yerine makinenin geçmiş olmasının, büyük değişikliğin nedeni olduğu düşünülebilir. Ancak, makine, yararlı bir iş gören, güçleri bir yerden bir yere ileten bir aygıt ise, bu anlamında makine daha Taş Çağında bile var: Bu çağın bildiği hayvan tuzakları, el delgileri (matkap) birer makinedir. Sürekli bir dönme hareketi ile bir iş gören su çarkını Romalılar da biliyordu. Alet ile makine arasında nitelik bakımından bir ayrılık yok. Oysa, eski teknik ile aşağı-yukarı 200 yıllık bir tarihi olan yeni teknik, birbirlerinden tam da nitelikçe ayrılmaktadır.
Tutumu eskisinden büsbütün başka olan yeni tekniğe yol açan büyük değişikliği, sözün tam anlamıyla devrimi de, son yüzyıllarda üç etkenin birbiriyle sıkı işbirliği yapmaları getirmiştir. Modern tekniği yaratan bu etkenler de; 1. Yeni matematik doğa bilimi, 2. Teknik ve 3. Endüstri, daha doğrusu, kapitalist üretim biçimidir.
1.  Renaissance’ta Copernicus, Galilei ve Kepler ile başlayıp Newton’da olgunluğuna ulaşan yeni doğa bilimi, 18. yüzyılda modern formuna varmıştı; yani, kesin anlamında çözümleyici -deneyimci olmuştu. Bununla da, bundan önce rastgele gözlemlerle yetinen, speculation‘lara bağlı kalan doğa bilimi, şimdi, artık tekniğe uygulanabilecek bir duruma getirilmiş oluyordu. Çünkü, doğa olayını gözlenecek ve ölçülecek gibi yalnızlamak olan deneyim (experiment), doğa olayını üreten bir makineye benzetilebilir: Burada doğa olayı doğrudan doğruya el altında bulunmaktadır; deneyim, doğa olayının teknik bakımdan kullanılması için ilk bir adımdır.
2.  Böylece, buraya kadar birbirinden hemen hemen bağımsız olan, ancak bir-iki yerde, örneğin denizcilikte kullanılan aletlerde ya da optik aletler alanında, işbirliği yapmış olan iki kültür dalı, doğa bilimi ile teknik, şimdi aralarında sıkı bir yöntem ve birlikte çalışma bağı kurmuşlardır. Bu sıkı işbirliği tekniğe bugünkü baş döndürücü ilerleme hızını kazandırmış, doğa bilimine de tekniğin pratik-yapıcı tutumunu benimsetmiştir.
3.  Yalnız, araya, yine tam o sıralarda (17-18. yüzyıllarda) gelişen üçüncü bir etken, kapitalist üretim biçimi, girmeseydi, çağdaş tekniğin hepimizi şaşırtan sonuçları gerçek olamazdı. Yeni tekniğin başlamasında ilk kesin adım olan buhar makinesini bulan -daha doğrusu, işe yarar ilk buhar makinesini geliştiren- James Watt’ı 1769-1790 yılları arasında, giriştiği işte destekleyen bir kapitalist olmuş. Bundan soııra da, tekniğin buluşları hep özel girişimcilerce, ya da, savunma kaygı ve hesapları yüzünden, devletlerce desteklenip ileri götürülmüştür. (Burada kapitalist derken, belli bir dünya görüşü, belli bir ekonomi düzeni ülküsü olarak kapitalizmi değil, belli bir üretim biçimini, tutumunu anlıyoruz, yani; çağdaş endüstride bulduğumuz, rationel, planlı davranışları içine alan bir tutumu. Bu anlamında Sovyet Rusya da, devlet eli ile bir kapitalizmi yürütmektedir, denilebilir.) Bugünkü teknik, kendisini bir endüstri sistemi olarak gerçekleştirmiştir.
Sözü geçen üç etken, günümüzde, birbiriyle kaynaşarak tam bir birlik kurmuşlardır aralarında: Öyle ki biri olmadan öteki ayakta duramaz; bunlar birbirlerini karşılıklı olarak desteklerler, birbirlerini karşılıklı olarak uyarırlar. Çağdaş tekniğin soluğumuzu kesen temposu, hızını bu üç kültür dalının görev birliğinden devşirmektedir. Onun için, “Teknik, uygulanmış doğa bilimidir” diyen anlayış bugün aşılmıştır, eskimiştir. Günümüzde doğa araştırmaları tekniğin yardımı olmaksızın, araştırma için gerekli yardımcı aletleri teknik ortaya koymazsa, teknik bunu sağlamazsa, ne düşünülebilir, ne de yürütülebilir. Örneğin, teorik fizik bugün, fizikçilerin kafalarında olduğu kadar,

Yazar

BENZER İÇERİKLER

40’ında 40 Kadın

Editor

Samuel Beckett – Dünya ve Pantolon

Editor

Sünnet Sosyolojisi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası