Aşka ve hayata ikinci bir şans vermek üzerine büyüleyici ve etkileyici bir roman
Geçmişe dönmek mümkün olsaydı, hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz?
Annie ve Marc dokuz yaşlarındaki çocukları Charlie ile beraber işlerini bırakarak Avustralya’dan Fransa’ya taşınır. Fakat iki yıl sonra, evlilikleri kötüye gider. Her şey daha da kötüye giderken, anlaşılmaz bir şey olur…
Annie ve Marc için, geçmişlerine rahatsız edici bir seyahat gizli, acı dolu sırları açığa çıkaracaktır. Oğullarını sonsuza dek kaybetmemek için daha önce paylaştıkları aşkı yeniden yaşamaları gerekecektir.
Déjà Vu aşk üzerine inanılmaz hareketli ve etkileyici bir hikaye. Geçmişten öğrenilecek çok şey var!
“Kışkırtıcı… Zaman yolculuğu çok zekice ve ustaca yapılmış.”
Australian Women’s Weekly
“Elinizden bırakmanız neredeyse imkansız…”
Sunday Telegraph
Önsöz
Yağmur yağarken, otobanda arabamızla Toulouse’dan dönüyorduk. Yolun iki şeride düştüğü yerde olmuş olmalı bu; daracık iki şeride. Hemen yanı başımızda sağ şeritte uzanan, İspanya’dan, hatta ta Portekiz’den gelen dev gibi fırlardan oluşan konvoyu sollarken her zaman nefesimi tutardım. Ve o akşam, silecekler deli gibi çalıştığı halde yağmur ve yanlarından geçerken fırlardan sıçrayan çamurlarla durum daha da kütüydü. Kör gibi gidiyorduk.
O zaman olmuş olmalı.
Charlie’yle cepten konuştuğumu hatırlıyorum. Ona, yaklaşık bir saat içinde evde olacağımızı, bilgisayarda oyun oynamayı bırakmasını, pencereler kapalı mı diye kontrol etmesini ve duş almasını söylemiştim. Bu onunla son konuşmam olmuştu ve çok kısa sürmüştü. Age of Empire oyununun tam ortasında olduğunu söyleyebilirdim çünkü yine telaşlı bir halde, beni sinirlendiren o ‘Kapatmam gerek’ gibilerinden bir ses tonuyla konuşmuştu. Bu yüzden ona ‘tatlını’ veya bu tür şefkatli bir sözcükle hitap etmemiştim. Hatta kapatırken vedalaştığımı bile sanmıyorum. Tabii bu da beni üzüyor. Bilgisayarın başından kalkmasını istemiştim. Bana Öyle yapmadığını söylemiş olsa da, bütün günü bilgisayar başında geçirmiş olmasından kaygılanıyordum. Ne zaman yalan söylediğini her zaman bilirdim. Bu, sesinde olan bir şeydi Bunun nasıl bir şey olduğunu tarif edemem ama sadece böyle olduğunu söyleyebilirim.
Marc, “Ona beş dakika daha ver,” demişti.
İşte o anda dank etti. Bunun ne önemi vardı ki? Sonuçta iyi vakit geçiriyordu. Biz bütün gün dışarıdaydık ve onun keyfi yerindeydi. O sabah, onu bütün gün yalnız bırakacağımızı söylediğimde. “Süper!” demişti. Bunun üzerine gülmüştük ve onu bütün gece, hatta bütün hafta yalnız bıraksak hoşuna gider miydi diye sormuştuk. “Süperi” demişti. Biz de “Ah, diyerek, bütün hafta uzaylıların korkusundan nasıl bütün ışıkları açık bırakacağı, tost ve ezme yemekten nasıl bıkacağı konusunda dalga geçmiştik. Sonra ona ekmek kızartma makinesine ekmek sıkışırsa içine bıçak veya metal bir şey sokmamasını, kapının kilitli olup olmadığını kontrol etmesini, tanımadığı biri gelirse kapıyı açmamasını ve üç parçadan fazla çikolata yememesini hatırlattım “Biliyorum anne.” Ama dinlemiyordu.
Durum şuydu ki, onu görebiliyordum; bana görüşürüz’ diye mırıldanırken gözlerinin bilgisayar ekranına kaymasını, telefonu kapattığımızda ahizeyi Önce yerleştiremeyip, nihayet hoyratça yerine oturtmasını İkimiz de görebiliyorduk. Evet, o zaman olmuştu; evde tekrar onunla birlikteydik.
Eve varışımızı hatırlamamama rağmen…
Kapının eşiğinde durmuş, onu seyrediyorduk. Kum rengi saçları gür ve karman çormandı. On bir yaşının kirli parmaklarıyla klavyeye saldırırken gözü dönmüştü. Başını kaldırıp bakmamıştı bile.
“Görüyor musun Marc?” dedim,
“Beş dakika daha Charlie, hepsi o kadar.”
Eve dönüşümüze homurdanamayacak kadar oyuna dalmıştı.
Ah, ne önemi vardı ti? Marc, o gün şansımıza Toulouse’un arka sokakların da ki bir şarap mahzeninde bulduğumuz ve çok beğendiğimiz Cotombelle şişesini açmıştı. Koltuğa oturup şarabımızı yudumladık, anın tadını çıkardık ve yukarıda Charlie’nin ortaçağlardan uzak bir diyarda savaşırken çıkardığı gürültü patırtıyı dinledik. Bütün bir çikolatanın tamamını yemiş olsa bile güzel bir gündü.
Bu tuhaftı, çünkü kapının vurulduğunu duymamıştık. Ve donup geriye baktığımda, acaba şarap yüzünden duyularımız mı körelmişti diye sık sık aklımdan geçiririm. İkimiz de çok rahatlamış hissediyorduk. Charlie nihayet bilgisayarı kapatmıştı ve duşlaydı, Suyu aniden kapattığını duydum— her zamanki gibi çok ani bir şekilde. Eski boruların tınlama sesi, av sezonunda vadiden gelen ateş sesleri gibi evde yankılanmıştı. Sonra “Kim o?” diye seslendiğinde Marc ve ben birbirimize bakıp, yine neyin peşinde diye meraklanarak gülümsemiştik. Marc, “Qui, ehrri? (Kim o?)” diyı: seslendi ama Charlie cevap vermedi. Belki de duymamıştı. Ama biz onu duyabiliyorduk, yukarı katın döşemelerinde ayaklarını sürüyordu. İyice temizlenecek kadar yeterince duşta kalmadığını düşünüyordum ki, birdenbire merdivenlerden aşağı sekti ve her zamanki gibi son dört basamağı atlayarak yere düştü. Tam kurulanmamıştı, saçları sırılsıklamdı ve yarım yamalak giyinmişti; üzerinde sadece şortu vardı.
Arkasında ayak izleri ve su birikintileri bırakarak dış kapıya doğru ilerlerken önümüzden geçişini izledik.
“Sorun nedir Charlie?”
Cevap vermedi O haliyle bana küçükken gözleri açık ama donuk, kristal maviliği puslu bir griye bürünmüş, bakar kör vaziyette uykusunda gezdiği zamanı hatırlatmıştı. Fakat şimdi eli kapının kilidindeydi. Kilidi çevirirken çıplak sırtında, Afrika kıtası şeklindeki küçük kahverengi doğum lekesi kürek kemiklerinin arasında seğiriyordu
Aynı anda ikimiz de elimizde kadehlerle yerimizden sıçramıştık. Şaraplar halıya dökülmüştü. İki kişiydiler, bir adam ve bir kadın. Yağmur cam kapıya vururken kusursuz kolalı mavi üniformalarının içindeki polis memurları kapının eşiğinde dikiliyorlardı.
Çok gençtiler, özellikle kadın olan yuvarlak, kırmızı yanaklarından sıkıca geriye çekilmiş saçlarıyla henüz genç bir kızdı. Akademiden veya Fransa’da buna her ne deniyorsa oradan yeni mezun olduğu apaçıktı. Gözlerini hatırlıyorum; çok koyu, çok sertti. Belki bütün dikkatini Charlie’ye yoğunlaştırdığı için böyle görünüyordu. Aslında gözlerini dikmiş bir şekilde ona bakıyordu. Kadehimi bırakıp ona sorunun ne olduğunu sormak için Charlie’nin önüne geçmiş olmama rağmen, hâlâ ona dik dik bakıyordu. Sonra konuşmayı erkek olanın yaptığını fark ettim. Bunu anlamalıydım. Bu kadar genç oluşundan ve üniformasının paketinden yeni çıkmış gibi görünmesinden adamın yardımcısı olduğu besbelliydi. Adam içeri girdi. Her nedense beni görmezden gelerek yanımdan geçmişti ve Charlie’yle konuşuyordu. Önüne geçmeye çalışmıştım ama o, sanki ben orada değilmişim gibi devam ederek, bir eli Charlie’nin omuzunda, benden bahsediyordu. Doğal olarak Fransızca konuşuyordu ve başını kaçırdığım için ne dediğini anlamamıştım. Kelimeleri duyabiliyordum ama onları anlamlandıracak şekilde bir türlü bir araya getiremiyordum.
Charlie’nin ağzı, dudakları sabit, tam bir ‘O’ şeklinde açık halde donakalmıştı ve vücudundan bir ürperti geçmişti; tıpkı bebekken ateşi 39.8’e çıkıp kulakları kıpkırmızı kesildiği zamanki gibi.
“Sorun nedir Charlie? Annene sorunun ne olduğunu söyle!”
Ve sonra dönüp Marc’a baktım. Hâlâ kanepenin yanında dikiliyordu. Elinde kadehle donakalmıştı ama kadeh eğik duruyordu ve bu yüzden şarap halıya dökülüyordu,
O hepsini duymuştu.
1. Bölüm
O zamandan beri hikayenin nasıl geliştiğini defalarca tartıştık. Marc bunu daha farklı anlatıyor. Ama Toulouse’da, geri dönerken arabada ve sonunda evde, Charlie’nin yanında birlikte olmamıza rağmen sanın m bu beklenilen bir durum.
Ya da biz öyle sanıyorduk.
Yine de iyi bir gün geçirdiğimiz konusunda hemfikirdik. Bir anlamda dikkate değer, bir anlamda da ironikti Öncelikle, oldukça fırtınalı bir haftanın sonuna gelmiştik; boş yere ve her konuda kavga ettiğimiz bir haftaydı. Böylece bir anlamda kriz noktasına, kendinize hayatınızın nereye gittiğini sorduğunuz ana; veya daha da öte, hayatınızın hangi cehenneme gitmiş olduğunu sorduğunuz mertebeye erişmiştik,
Marc bu noktada bana katılmıyor. Berum her zaman olduğu gibi abarttığımı ve kendisinin pek Öyle düşünmediğini söylüyor. Ah, ama ben düşünüyordum. Avustralya’yı terk etmiş, Fransa’ya dönmüştük. Aslında sorun Fransa değildi. Sorun, bizim nerede bittiğimizdi; Lherm adında unutulmuş, küçük bir köyde.
Biz kaybolmuştuk. Uıerm’de kaybolmuştuk.
Bir büyüteçle bakıldığında, harita üzerinde sadece küçük bir noktaydı, ıssız bir yerdi. Pastoral bir havada yeşil tarlalar ve tepelerle çevrili, otlar bürümüş engebeli patikalara doğru daralan dönemeçli yollardan uzun uzun gittikten sonra nihayet Lherm’e varırsınız; yolun sonu, son durak. Buradan tek çıkış yolu geldiğiniz yoldur. Bunun ötesinde ormanlardan başka bir şey yoktur. Cennet gibi, ne dersiniz?
Doğru, Mayıs başlarında bir akşam dar, toprak patika yoldan ilerleyip, elma ağaçlarıyla çevrili açık bir alanın köşesinden dönerek köyün ortasında park ettiğimizde, itiraf ediyorum ki ben de aynısını söylemiştim.
Bu huzurlu, küçük, sessiz yerde zaman sanki durmuş gibiydi. Eskimiş taşları pembemsi bir beyaza, panjurları bulutlu bir gündeki gökyüzünün rengine benzer soluk bir çelik mavisine dönmüş dizi dizi evler ve elma ağaçlarıyla, gururla kabaran horozlarla dolu köhne bahçeler… Köyün gururu olarak, kraliyet tacı gibi yükselen bir ortaçağ kilisesi… Heybetli bir şekilde dikilen, uzun tek saplı, gülhatmi çiçeklerinin sıralandığı geçitlere gire çıka dolaşmıştık. Çiçeklerin kan kırmızısı taç yaprakları, bir çiçekten ötekine aylak aylak vızıldayarak mutlu bir şekilde polen toplayan iri yabanarılarına kur yapıyordu.
Emlakçının bize verdiği fotoğraftaki, eski taş bir evi arıyorduk. Emlakçı, önündeki pembe ve mor ortancalanyla evin, eskiden köyün kahvehanesi ve postanesi olduğunu, köy sakinlerinin yaşlı Madam Rosiére’in şifalı bitkilerini aramaya veya bunu bulamadıklarında ise barda bir Ricard içmeye buraya geldiklerini anlatmıştı. “C’est la meilleure de tout façon,” zaten en iyi derman odur diye kıkırdamıştı. Ve işte oradaydı, kilisenin yanına sokulmuştu. Taşları alacakaranlıkta pembe pembe parlıyordu.
Aylarca aramıştık.
Köyün diğer tarafına, ormana doğru ilerleyen patikaya yönelmiştik. Tepede otlarla kaplı bir mezarlıktan geçmiştik.
Bazı mezar taşlan çoktan devrilmiş ve kısmen yabani otlardan bir yığının altına gömülmüştü. Üzerlerindeki yazılar, yüzyıllardır üstlerindeki yosunla gizlenmişti. Taşlar, alacalı yeşil ve beyaz renklere bürünmüştü. Orada duvarın üzerine oturup, aşağıda kalan köyü, tepenin ardında kayarak batarken güneşin parlak kan portakalı ışığı altında uzanan bütün vadiyi seyretmiştik. Sanki renkli bir camdan bakmak gibiydi; Noel’deki jelatin kağıtları gibi.
O anda Marc’a dönerek, “İşte bu!” demiştim.
Başını sallamıştı. Onun da böyle hissettiğini söyleyebilirim; ikimiz de Lherm’in mahmur büyüsüne, üzerimizdeki sihrine kapılmıştık.
Sorun şuydu ki, iyi büyüler ve kötü büyüler vardır. Ve bazen, bir şeyi çok fazla ararsanız, kaybettiğiniz bir şeyi bulmaya çalışıyorsanız, aradaki farkı söyleyemezsiniz.
Ama çok ileri atlıyorum. Nasıl olup da buraya geldiğimizi, Lherm’de, bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde nasıl sona geldiğimizi anlatmam gerek.
2. Bölüm
Ben babamı hiç tanımadım. Ben doğmadan önce ölmüş. Annem bunu hiçbir zaman tam olarak atlatamamış. Babamı kaybetmek onu sertleştirmiş, hayata bakışını -benim hayatıma bakışını- bozmuş.
“Kaderden ve kötü şanstan bahsetmenin anlamı yok,” derdi. “Yatağını kendin yaparsın, Annie MacIntyre.”
Ancak zamanla, hayatta kontrol edemeyeceğin bazı şeyler olduğunu öğrendim. Bazı şeyler sadece olur, bunların ne yapıp ne yapmamış olabileceğinle ilgileri yoktur. Marc’ın işini kaybetmesi gibi.
Her şey işte böyle başlamıştı. Avustralya’daydık. Marc işten çıkarılmıştı. Bunu çok iyi hatırlıyorum; Toulouse’dan eve dönüş yolunda olduğumuz o günden tam iki yıl önceydi.
Marc, “S’il vous plait (Lütfen) Annie, ben işimi kaybetmedim,” diye iddia etmekten hoşlanır. “Alsttel bana bir teklifte bulundu. Hepimize bir teklifte bulundular ve ben kabul ettim. Hepsi bu.”
Charlie’nin dediği gibi: “Adam inkar ediyor anne.”
Kendisi her nasıl tanımlamak isterse istesin, Marc işten çıkarılmıştı. Yine de bu haberin ardından birkaç hafta boyunca keyfimiz yerindeydi.
Marc, onu Avustralya’ya getirdiğim ilk yıldan beri Alsttel’deydi. Bu on yıl kadar önceydi ve bu yüzden tazminatı oldukça yüklüydü. İşte o zaman birbirimize denizaşırı bir değişiklik için bir şansımız olduğunu söylemiştik. Bu bizim ilk karşılaştığımız yere, Fransa’ya geri dönüş biletimizdi.
Mutlu olduğumuz yere…
Çuval dolusu lolipopa sahip, heyecanlı çocuklar gibi planlar yapmaya başlamıştık. Çok iyimserdik; tıpkı eskiden olduğu gibi. Yeni ve harika bir şeyin başlangıcı olacaktı. Fransa’da bir sayfiye bölgesinde; l.ot Nehri’nin parlak gümüş rengi bir ejderha kuyruğu gibi köylerin arasından kıvrıla kıvrıla aktığı güneybatıda bir yerlerde ev alacaktık. Fransa’da, sayfiyede bir yaşam; her şeyden uzakta, başka bir dünyada. Bizim ikinci şansımızdı.
Böylece her gece uyanık bir halde yatıp, ne yapmamız gerektiğini düşünüyordum. Sidney’deki dairemizi, arabamızı satacaktık. Eşyaları da bahçede sergileyerek satmalıydık. En sonunda o eski kanepeden kurtulacaktım, garajdaki kutu dolusu döküntüyü atacaktım. Belki o, bir ara dışarı çıktığında Marc’ın eski kıyafetlerini bile ayırabilirdim. Eski kovboy çizmelerinin yola koyulma vakti gelmişti. Benim de işten ayrılma vaktim gelmişti. Evet, işimden bile ayrılacaktım. Artık bu karar hiç de yürek parçalayıcı gelmiyordu. Hukuk hiçbir zaman hoşuma gitmemişti, bir el arabası dolusu dosyayla mahkemeye gitmek, midem kaynayarak, kalbim çarparak, sayın yargıcın önünde dikilmek ve başımı eğmek hiçbir zaman cazip gelmemişti: Mahkeme nasıl isterse sayın yargıç, evet sayın yargıç, tabii sayın yargıç.
Bir gece yataktayken Marc’ı uyutmayıp bununla ilgili konuşmayı sürdürmek istemiştim.
Yastığı kafasına geçirerek, “Tu es comme Perrette et le pot au lait,” diye sızlanmıştı; “Oui (Evet), tıpkı Perrette gibisin. Bırak da uyuyayım.”
…