Tarih

Demir Küçükaydın – Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak!..
(2000’li Yıllar İçin bir Manifesto)

(Aşağıdaki denemeyi, 2000 yılı arifesinde Lettre International adlı derginin binyıl sonu dolayısıyla tertiplediği “Geleceği geçmişten Kurtarmak? Geçmişi gelecekten kurtarmak?” başlıklı deneme yarışmasını vesile ederek, 150 yıl önce yazılmış Komünist Manifesto’ya bir gönderme olarak veya onu güncelleştirme niyetiyle yazmıştık. Daha sonra bu yazıyı “Denemeler” kitabına da almış ve onun başlığı olarak kullanmıştık. Aradan epey zaman geçti, yazıyı yazdığımızda çocuk olanlar şimdi ergin insanlar oldu ve kitap da artık bulunmuyor. Yılsonu vesilesiyle bu “Manifesto”yu bir kez daha yayınlıyoruz. 2014.12.30)

Evreni sayılar mı yönetiyor yoksa? Bugünkü modern – batı uygarlığının benimsediği takvime göre ikinci bin yılın bitişi, sanki ilahi bir sağduyunun kentleri nehirlerin ortasından geçirmesi gibi, tam da bir tarihsel dönemin bitişine denk geliyor. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmamış bir kırılma çizgisi, bir fay, aynı zamanda, tarihin bütünü göz önüne alındığında pek önemli olmayan on yıllık bir hata payıyla, şiddet ve acıyla dolu yirminci yüzyılın ve ikinci bin yılın bitişiyle çakışıyor.
Sayıların sihirli gücüne inanış, bütün antik uygarlıklarda görülür. Tek tanrılı dinler öncesi Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Akdeniz uygarlıklar zincirinin son halkası eski Grek uygarlığında, Pisagorcular değil miydi evrenin hakiminin sayılar olduğuna inananlar. Bütün bu uygarlıklarda, diğerlerinin yanı sıra on ve katlarının daima özel bir anlamı olmadı mı?
Uzak Asya’ya giden ticaret yollarının destanı Bin Bir Gece Masalları’nın adında, bin sayısının büyüsüne bir gönderme yok mudur?
Bu gelenek aslında bir doğu dini olan Hıristiyanlık aracılığıyla, Avrupa’nın geleneğine de geçmedi mi? Avrupa Orta Çağında, dünya tarihi, Yaradılış, Sel, İbrahim’in Dönemi, Davud’un Dönemi, Babil Esareti, İsa’nın Doğumu gibi her biri bin yıl tutan dönemlere ayrılmamış mıydı? Ve ilk bin yılın sonunda, Avrupa Orta Çağında insanlar kıyameti beklemiyorlar mıydı, aynı dönemde doğu uygarlıkları yeni çiçeklenmelerini yaşarken ve örneğin İslam uygarlığı kendi takvimine göre ilk yüzyıllarındayken.
İkinci bin yılın sonunda,  geleceği kendisinden kurtarmanın konu olduğu, binin büyüsüne inanan geçmişin hiç mi izi yok bu yarışmada. Ve o geçmiş, kendisinden kurtarılacak gelecekten önce, üçüncü bin yılın kapısında karşımıza çıkıp, bizlere alaycı bir gülümsemeyle, kendisinden kaçılamayacak bir alın yazısı olduğunu hatırlatmıyor mu?
***
Üstelik bin yıl değişimiyle çakışan çağ değişimi, rakamların büyüsüne inanan mistisizme ölümden sonra yeniden bir diriliş yaşatan koşulları besliyor.
Bütün uygarlıklar ve imparatorluklar, kendilerini ciddi olarak tehdit edebilen, bir maddi güce dayanan muhalefetlerle, gençliklerini solurken karşı karşıya gelirler. Ve bütün bu direnişleri öylesine şiddetle bastırırlar ki, artık gençlikleri bittiğinde, yatalak olduklarında, beyinleri skleroza uğradığında, ortada bu can çekişmeye, bu sürünüşe son verebilecek, ona bir merhamet atışı yapabilecek hiç bir güç kalmaz ortada. Silahlı ve isyancı partilerin yerini bir şeylerin değişebileceği inancının bittiği noktada mistik tarikatlar alır. Mistisizm çürümeye bir tepki ve kişisel düzeyde bir direnişin ifadesi olduğu kadar, bir uygarlığın çürüyüş döneminin de göstergesidir.
Spartakist ayaklanmasında Roma henüz gençliğini yaşıyordu. Spartakistlerin yenilgisinden sonra hiç bir güç Roma’yı öylesine tehdit edemedi. Roma’nın çöküşüne, bir tür mistik direniş olan Hıristiyanlık eşlik etti.
İslam uygarlığında da farklı olmadı. İlk bir kaç yüz yıl boyunca, bu uygarlık gençliğini yaşarken, aynı zamanda en güçlü halk ayaklanmaları, en güçlü kitlesel ihtilalcı mezhepler ortalığı kaplamıştı. Ama sonunda öylesine yenildiler ve ezildiler ki, memnuniyetsizliğin kendisini dışa vurabileceği tek yer mistik tarikatlar oldu. Bundan sonra İslam alemini sufi, mistik tarikatlar doldurdu
Eğer dışarıdan gelen “barbar” halklar olmasaydı, yatalak uygarlıklara ölüm vuruşu vurabilecek hiç bir güç kalmamıştı ortalıkta.
Modern batı burjuva uygarlığı da pek farklı bir yol izlememiş görünüyor. Ona karşı da en ciddi derinişler ve tehditler, o tam da gençliğini yaşarken görüldü. 1848 devrimleri, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin, Yugoslavya, Küba, 1968. Bütün bunlar ona gençliğini yaşadığı dönemde bir tehdit olarak tarih sahnesine çıktılar. Ama şimdi, artık tam da stabilize olduğu ve gençliğini yitirdiği dönemde, ona direnebilecek, ona bir tehdit oluşturabilecek hiç bir güç yok ortada. Mistisizm bir yeniden doğuş yaşıyor. Bizzat mistisizmin bu yayılışı, bir çağ bitişinin bir sonucu ve ifadesi değil mi?
Eski uygarlıklar çağında, dünyada uygarlıklar henüz bütün yeryüzünü uygarlaştırmamışken, o uygarlık alanlarının dışında “barbar” halklar vardı o uygarlıklara son verebilecek, tarihin Gordiyos düğümlerini kesebilecek İskender’ler, Cengiz’ler Attila’lar vardı. Ama Coca Cola’nın satılmadığı bir tek köy bakkalının bile kalmadığı bugünkü yeryüzünde, bu çürüyen batı uygarlığına son verebilecek hiç bir güç kalmamış görülüyor.
Ufo hikâyeleri, artık dünyada kalmamış, Gordiyos düğümünü çözecek, uzaylı “barbarlara” bir davet değil mi? Ama artık “barbarlar” gelmeyecek. Ve bu uygarlık, yeni bir bin yılla birlikte girdiği bu çağda, kendisine bir ölüm vuruşu yapacak cellâdı arayacak, bulamayacak; sürünmeye ve çürümeye devam edecek.
***
Bizzat bu yarışma sorusu bile, bu uygarlığın kaderinin bir sezişi, ondan kurtulmak için bir arayıştır. Geçmiş ve gelecek üzerine bin yıl bitişinin bu yarışma konusu da, tıpkı mistisizm gibi, bir çağ dönüşünün, yitirilmiş bir gençliğin lanetli damgasını taşıyor.
Antik uygarlıklarda, hele doğrusal ve geçmişten geleceğe doğru bir ok şeklinde bir zaman anlayışının egemen olmadığı ya da hiç olmadığı geçmişte, geçmiş, erdemin, yiğitliğin, üstün ahlaki niteliklerin egemen olduğu bir altın çağ, bir cennettir. Roma hep ilk döneminin özlemiyle yaşamadı mı? İslam’da Ergin Halifeler Dönemi hep bir ideal olarak kalmadı mı? Homeros destanları, geçmişe ve geçmişin kahramanlarına bir övgü değil midir?
Antik uygarlıklar, geçmişlerini yüceltirken pek de haksız sayılmazlar. O kahramanlık ve Erdem dolu dönemler, onların henüz uygarlaşmadıkları, kandaşlık ilişkilerinin egemen olduğu, sınıf bölünmelerinin ve zengin fakir farkının uygarlıktaki gibi uçurumlarla ayrılmadığı bir döneme denk düşer. Antik uygarlıkların geçmişi yüceltişlerinde ve şimdiyi bir çürüme olarak görmelerinde gerçekçi ve dürüst bir yan vardır.
Geçmişin özlemle anıldığı antika uygarlıkların çürüme çağlarında dahi, geçmişten geleceği ve şimdiyi kurtarmak diye bir sorun düşünülemezdi bile.
Modern burjuva uygarlığı, henüz gençliğini soluduğu dönemde, geçmişi bu şerefli yerinden alıp, eski Greklerin analık hukukundan babalık hukukuna geçerken, kadın tanrıları karanlıklar alemine itmesi, kötü ve korkunç olarak tasvir etmesi ve alt duruma geçirmesi gibi, lanetliler ülkesine yolladı.
Geçmiş bir enkazdı, bir harabeydi; gelecek bir hazine. Geçmiş, kaçırılmış fırsatlarıydı insanlığın; gelecek olanaklar. Geçmiş kendisinden kurtulmaya çalışılan bir egemen, ezen; gelecek, geçmişin esaretinden bizler tarafından kurtulmayı bekleyen bir kurban. Geçmiş cehennemdi, gelecek cennet. Geçmiş bir geceydi, gelecek gün. Geçmiş, yer altının, ölüler ülkesinin tanrısı Osiris’di, gelecek güneşin ve ışığın tanrısı Ra. Geçmiş, masalların kötü kalpli kraliçesiydi, her sabah aynasına, benden güzeli var mı diye soran ve kendinden güzeli yok eden. Gelecek uyuyan güzel.
Modern burjuva uygarlığı da, geçmişi lanetlerken pek haksız sayılmazdı, eski uygarlıkların geçmişi överken oldukları gibi. Modern uygarlık, çürüyen antik uygarlıkların humuslandırdığı topraktan birdenbire çıkan bir mantar gibiydi. O Çin’den Atlas okyanusuna kadar bir şeridi kaplayan binlerce yıllık uygarlıklar zinciri artık tam bir çürümeyi ifade ediyordu. Bu çürüme içindeki eski uygarlıklar, kendilerinin kahramanlık, yani uygarlık öncesi, uygarlık eşiği dönemleri kadar olsun, bir ideal ve örnek sunmaktan uzaktı modern kapitalist uygarlığa. Teknik ve bilimdeki gelişmeler ise tarihsel bir iyimserliği besliyordu.
Böyle bir dönemde, gelecek geçmişin veya şimdinin kendisinden kurtarılacağı bir şey olarak tasavvur bile edilemez, böyle bir soru akla gelemezdi.
Ancak, şu “kısa yüzyıl”da, şu “aşırılıklar yüzyılı”nda (Hobsbawm) insanlığın yaşadıkları, geçen yüzyılın geleceğe ilişkin bütün hayallerini gömdü. O çok umut bağlanan teknik, insanlık tarihinde eşi görülmemiş katliam ve acıların da aracı olabiliyordu. Atom yeryüzünde canlıların bile var oluşunu tehdit ediyordu. Doğaya egemen olma onun dengesini bozuyor, canlı yaşamın şartlarını bile tehdit ediyordu. Üretimdeki onca artışa, üretkenlikteki müthiş yükselişlere rağmen, insanlığın büyük bölümü, eskisinden de daha kötü koşullarda yaşıyor, her gün geçmiştekinden daha fazla çocuk ölüyordu. Maddi refah bile, sağlandığı yerlerde insanlara binlerce yıl boyunca aranmış mutlulukları vermekten uzaktı. Yalnızlık, izolasyon, zamansızlık, yabancılaşma, ilişkilerin, boş zamanların metalaşması, şiddetin yükselişi çok daha aşılmaz sorunlar olarak insanın karşısına dikiliyordu. Bütün bunlar, Aydınlanma döneminin iyimser bir gelecek beklentisine ölüm vuruşu oldular.
Geçmişe anlamını veren gelecek hakkındaki beklentilerdir. Gelecek için umutları besleyen bir çağ, geçmişin algılanışını da değiştirir. Geçmiş, bütün olumsuzluklarına rağmen, mutlu bir gelecek için geçilmesi zorunlu bir aşama, geleceğin mutluluğu için bir kefaret, bir diyet, o mutluluk ülkesine giden zahmetli bir yol gibi görünür. Devrimler tarihin lokomotifleri olarak görünürler.
Ama gelecek umut ışığını yitirdiğinde, bir mutluluk ülkesi vaat etmez göründüğünde, geçmiş, Tarih meleğinin gördükleri, hayata döndürmek istediği ölüler, yeniden birleştirmek istediği kırık parçalar, gelecek ise bu meleğin bir fırtına tarafından sürüklendiği yön olarak görülür. Ve gelecek sadece yeni yıkıntılar vaat eder. Devrimler, tarihin lokomotifleri değil, imdat frenleri olarak görünürler. (W. Benjamin)
Böylece gelecek yitirildiği için geçmiş de yitirilmiştir artık. Yeni bir çağa ve bin yıla insanlık ne umut vadeden bir gelecek ne de özlem duyulabilecek bir geçmiş olmadan giriyor. Tam da bu ruh hali, bin yıl dönüşünün sorusunu belirliyor. Ancak geleceğin ve geçmişin yitirildiği bir çağın eşiğinde, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak akla gelebilir ve sorulabilir.
Ve o gelecek artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki, sahneye yalnızca kendisi çıkamamakta, kendisine yönelecek şiddeti ve laneti biraz olsun azaltabilmek, saptırabilmek için, kardeşi geçmişin çirkinliğinin ardına gizlenmektedir.
Bu bağlamda, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak sorusu, felsefi kabuklarından ve imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir gelecek için, geleceği yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekir sorusundan başka bir anlama gelmez. Bu anlamda, programatik ve politik bir

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Osmanlı’da Harem

Editor

Körfez’in Tarihi ve Jeopolitiği – CHARLES ZORGBIBE

Editor

Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası