NORMANLAR
Roma’nın Yakılıp Yıkılması Haziran 1083
ŞİŞMİŞ ET PARÇASININ üstündeki kara sinekler, siyah bir bulut dalgası halinde havalandılar. Bu et parçası, daha düne kadar yaşayan canlı bir insandı. Gri-sarımtırak renkli, iğrenç kokulu kütleden bir ok dışarı sarkmıştı; bir Longobart oku. Şövalye zanaati öğrenen genç çömez, Saksonya’nın ince oklarını, Suebya’nın daha güçlü oklarından ayırmasını biliyordu. Bu onun eğitiminin bir parçasıydı. Çıplak ayağını ölünün üstüne bastırıp, bedeni parçalayarak oku çekip çıkardı. Okla birlikte, çürümüş et parçaları da göğüs kafesinden kopup ayrıldı.
Delikanlı, “sadece kendi adamlarımızı değil, vurularak mazgallardan düşürülen Romalılar’ı da gömmek gerekir,” diye düşündü. Bu, yalnızca Hıristiyanların insan sevgisinden değil, en azından cesetlerin çevreye koku yaymasını önlemek için de yapılmalıydı. Okun ucunu ve sapını bir demet otla temizlerken, boğazında bir öğürtü yükseldi. Bu sabah zaten iki kez küsmüştü. Artık sadece yeşil safra çıkartıyordu.
Üzerinde, Ebedi Kent’in, daha doğru söylemek gerekirse, Leo kentinin on beş metre yüksekliğindeki surları tehdit edercesine yükseliyordu. Papa IV. Leo, Aziz Peter Katedrali’nin çevresindeki semti surlarla çevirtmişti. Her ne kadar Ebedi Kentin büyük kısmı Tiber nehrinin diğer tarafında kalıyorsa da, “Leo kentine kim sahip olursa, er ya da geç tüm Roma’ya da o hâkim olur,” denilirdi.
Öğle zamanıydı. Neredeyse dikey inen güneş ışınları insanı acımasızca yakıyordu. Sessizce ve hızla yoluna devam etti. Düz kayalıkların arasındaki otların içinde ok ve mızrak aradı. Yorgun kahramanlar çadırlarında horuldayarak uyurken, ona verilen görev buydu. İnce deri sicimlerle güç bela birbirine bağladığı üç tahta parçası ile kendisini yukarıdan gelecek saldırıya karşı korumaya çalışıyordu. Aslında gerçek bir kalkanı olmasını çok isterdi, ancak şimdilik şövalyelerinkine imrenerek bakmakla yetinmek zorundaydı.
Ve okları temizlemeye devam etti.
Savunmacıların kendisini hedef almadıklarını anlayana dek, dört mızrak ve on üç ok toplamıştı. Mazgalların arasında hiç kimse hareket etmiyordu. Toprağın üzerine derin bir sessizlik çökmüş durumdaydı. Kendisinin düzenli soluk alıp vermesinden ve vurulmuş birinin açık olan göğüs kafesini gagalayan şahinin boğuk sesinden başka ses duyulmuyordu.
Çömez, denemek için sol tarafa doğru birkaç adım koştu. Şahin öfkeyle havalandı. Başkaca da bir şey olmadı. Sonra sağ tarafa doğru otuz metre koştu. Sessizlik. Yalnızca şahin, badi badi yürüyerek yemeğine geri döndü. Genç, gürültü yaptı; daireler çizerek sıçradı, yumruğunu sıkarak surdakilere tehditler savurdu; aklına gelen bütün küfürleri sıraladı, ama yukarıda kıpırdayan bir şey olmadı. Ebedi Kenti savunanlar, acemi çocuğu dikkate almadılar. Öğle vakti ve sıcaktı. Kral Heinrich, iki yıldır Roma’yı almaya çalışıyordu, iki yıldan beri de, sadece onun adamları yaralanıp ölüyordu. Leo kenti ele geçirilemiyordu. Bu durumda, on beş yaşındaki bir “Tedesco” yu kim ciddiye alırdı ki?
Siesta vaktiydi. Hepsi o kadar. Çömez, topladığı on üç oku yere attı, mızrakları ve hatta kalkan olarak kullandığı üç tahtayı da. Ardından, koşmaya başladı. Karargâha geldiğinde önce birkaç tokat yedi; çünkü el kol hareketleri ve bağrış çağırışlarla derin uykularından uyandırılmaları şövalyeleri hırçınlaştırmıştı. Nihayetinde, şarap iyiydi ve üstelik bol miktardaydı. Hay melun şeytan, burada neler oluyordu? Bu bağırıp çağırmalar da neyin nesiydi? Bu çocuk, nöbetçisinin bile olmadığını söylediği surlarla ilgili neler saçmalıyordu? Bu saçmalığa kim inanırdı? Belki de bu bir tuzaktı! Ve insan, böyle bir şey için uykudan uyandırılıyordu.
“İşgüzar; cehenneme kadar yolu var!”
Ama sonunda uyandılar, zırhlarını giyip, merdivenlerini ve halatlarını aldılar, kılıçlarını ve kementlerini kuşanıp, Milano’dan gelen müttefiklerinin hâlâ horuldamakta oldukları çadırlara haber gönderdiler. Şimdi, özellikle sessiz olmaya çabalamalarına karşın, gürültü yapan ve heyecanlı davranan sarhoşlar gibiydiler.
Yarım saat sonra, sanki bir mucize sonucu gerçekten de terk edilmiş sur duvarından tırmanıp, tıpkı yırtıcı hayvanlar gibi soluyarak, uyuyan kente girdiler.
Bir süre sonra, ufak tefek, çirkin bir adam, bir avuç insanın eşliğinde caddelerden geçerek, yakınlarda bulunan Hadrian’ın mezarına kaçtı. Romalılar, şimdi orayı, mazgalındaki baş melek Mikail’in heykeline atfen, “Melek Kalesi” diye adlandırıyorlardı. Savunması iyi olan bu sığınak, aylar öncesinden konforlu şekilde döşenmişti; çünkü kent sakinlerine güvenilmezdi ve soylu aileler de, tıpkı ucuz orospular gibi satın alınabilirdi. Tiber nehrinin öbür yanından artık gürültüler ve bağırtılar geliyordu. Alman şövalyeler, ev ev, saray saray, her yeri ele geçiriyorlardı. Ama ufak tefek adamı bulamıyorlardı. Papa Gregor, son anda, kendisini, can düşmanı IV. Heinrich’ten kurtarmış ve saklanmıştı.
O günden bu yana, bu ülkede tam on dört ay geçmişti. Meşru papa, bir yılı aşkındır yardım bekliyordu. Güneye düzinelerle kurye koşturmuştu, ama yollar kötüydü ve “Guiskard”, yani “kurnaz tilki” lakabıyla da bilinen Norman dükü Robert, doğuda bir yerlerde Konstantinopol kralıyla dövüşüyordu. Papa Gregor, daha önce Canossa’da önünde diz çöküp haç çıkarmış olan cehennem kaçkını Alman imparatorunu geçen yıl karşıt Papa’nın elinden imparatorluk tacı giyerken, Melekler Kalesi’nin çatısından izlemek zorunda kalmıştı. Roma halkı da ona tezahüratta bulunmuştu.
Hain sıçanlar! Lanet olası dinsizler!
Gregor bir kez daha kendi hapishanesinin mazgallarında duruyordu. Ancak şimdi durum değişmişti: Almanlar kenti terk etmişti. Kuzeyde, uzaklardan -Via Flaminia’da- hâlâ Heinrich’in geri çekilen ordusunun çıkarttığı toz bulutları görülüyordu.
Gregor, bu döneğin, Roma’yı kurtarmak için yaklaşan orduya karşı koymaya cesaret edemeyen bu korkağın adını bir daha ağzına almamaya karar verdi. Ufak tefek adama otuz binden fazla adam sözü verilmişti, ama Normanların yaklaşmasını bildirir bir iz yoktu henüz. Gregor boşu boşuna güney tarafını gözetliyordu. Gökyüzü masmavi ve bulutsuzdu. Kısa süre sonra ise kan kırmızısına bürünecekti.
Robert Guiskard kuduruyordu. Çadırının içinde sinirli bir şekilde bir oraya, bir buraya gidip geliyordu. Girişte nöbet tutan asker Drago, onun küfürler savurduğunu duydu. Şimdi en iyisi, Dük’ün gözüne görünmemekti. Su hattının dağlardan gelip kente ulaştığı Kutsal Laurentius Kapısı önündeki diğer Norman çadırlarında da kızgınlık hüküm sürüyordu. Askerler haftalarca kuzeye yürümüşlerdi. Papa’nın kurtarıcısı olarak zaferle Roma’ya girmek istediler, ama Romalılar -hepsi de sefil hainler- kentin kapılarını sürgülediler ve Dük’e, “Alman vebasını Normandiya kolerasıyla değiş tokuş etmeyi düşünmediklerini” ilettiler. Çok şükür, Kralın ordusu gitmişti ve onlar artık kendi işlerini kendileri görebilirlerdi. Dük’ün Gregor’la ne şekilde anlaştığı, kenttekileri hiç ilgilendirmiyordu. Papa, her ne kadar aynı zamanda Roma’nın da piskoposu olsa da, kentin hükümdarı değildi (bir Norman bu farkı ne kadar kavrayabilirse artık).
Bir de, eve dönüş yolculuğunun iyi geçmesi dileklerini sundular.
Dük, birkaç saat küfür savurup, buz gibi üç büyük kupa şarabı içtikten sonra sakinleşti. Bu arada, keşif yapan askerleri de geri döndüler. Kumandanları, durum değerlendirmesi için geldi. Durum, korkulduğu kadar ciddi değildi. Görünüşe göre, Roma’nın eli silah tutan erkekleri, ucu bucağı olmayan surların her bölümüne sahip çıkacak durumda değildi. Birkaç göstermelik saldırı için anlaşmaya varılır, sabah gün ağarırken özel bir birlik kenti dolaşarak, Almanlar’ın henüz çıktığı Via Flaminia’daki büyük kapıyı kırardı. Eski Mars Meydanı’nda alevler yükselir, Normanlar Tiber köprüsünden kente girerlerdi.
İmparator, Normandiyalı Dük’e, onunla kapışmayı düşünmediğini bildirir bir haber göndermişti. Neden düşünecekti ki? Robert’in askerlerinin şimdi Melek Kalesinden alıp, Lateran sarayına geri götürecekleri bu cüce yüzünden mi? Bohemund adındaki uzun boylu kumandan, birliğinin askerlerini daha saygılı davranmaları için uyardı. Ancak onlar, bu boduru en iyi halde bir uşak olarak görüyorlardı. Yine de homurdanarak boyun eğdiler. Çünkü Bohemund, Dük’ün oğluydu.
Drago, Tanrı’nın dünyadaki temsilcisini gerçekten de başka türlü düşlemişti. Fakat ufak tefek adam, toplanan orduyu kutsadığında, saflarındaki Müslümanlar dışında, tüm askerler gibi o da diz çöktü. Müslümanlar gülüyordu, ama ağızlarını elleriyle gizleyerek. Onlar başka birine inanıyorlardı ve onun yeryüzünde temsilcisi yoktu. Askerler, kıkırdayan Araplar’a kızgınlıkla baktılar. Onların sözüm ona Tanrıları’nın gösterebilecekleri bir resmi bile yoktu, ama bu kara derili maymunlar yine de diğerlerine gülmeyi biliyorlardı.
Bu kutsama töreninden sonra, evler biraz yağmalanmıştı. Eğer bir kent güç kullanarak ele geçirilecekse, askerlere yağmayı yasaklamak olanaksızdı. Özellikle de, soylular kulelerinde saklandıkları ve yoksul halktan da alacak fazla bir şey olmadığından, pek aşırıya kaçılmamıştı.
Dük, üç gün sonra bütün orduyu zafer kutlamasına davet etti. Şarap su gibi akıyordu. Papa, askerlere, kutsal ana kilise ve onun başı olarak kendisini her türden şiddete karşı korumaları için kendilerinin seçildiğine yemin ediyordu.
Asker de, şimdi arkadaşları gibi biraz sarhoş olmuştu. Tanrı’yı ve onun rahiplerini koruma düşüncesi hoşuna gitmişti. Bu görev, kesinlikle bir köpeğin işkembesi kadar pis olan ruhundaki günahlarını da temizleyecekti. Bunu, kısa bir süre önce günah çıkartması için kendisini ikna eden rahip söylemişti. Asker daha düne kadar cehennemlikti; bugün ise birdenbire seçkin biri olmuştu. Bir an için mümince bir titreme hissetti; kırmızı sakalının üstüne düşen gözyaşını öfkeli bir şekilde ceketinin koluyla sildi.
Tam duygularıyla baş başa kalmışken, ansızın alarm sesleri kulakları tırmalamaya başladı: Borular çalıyor, ön avluda silahların şakırtısı işitiliyordu. Acaba Almanlar mı geri gelmişti? Ancak bunlar, gecenin karanlığından yararlanarak kulelerinden çıkmaya cesaret eden soylu Romalılar’dan başkası değildi. Anlaşıldığına göre, sarhoş Normanları kolayca öldüreceklerini sanıyorlardı. Normanlar ise, tüyler ürpertici savaş naraları “Guiskard”ı atıyor, o andan itibaren kente gerçekten de savaş hakim oluyordu.
Gözlerini kan bürümüş şekilde, metropolden geriye kalan son görkemli şeyleri de yakıp yıkan askerlere, ne Romalılar’a hâlâ kırgın olan Papa, ne de Dük karıştı. Kentten üç gün boyunca dumanlar yükseldi. O andan itibaren de antik Roma’dan eser kalmadı.
Öldürülmüş olan bir kadının morarmış dili çenesine doğru sarkıyor, siyah saçlarının üstünde çiy parıldıyordu. Drago kadını ayaklarından kavradı. Ayakları sert ve soğuktu. Onlar bunu dün gece yapmış olmalıydılar.
Normanlar dün senatörün sarayına zorla girmiş, “Guiskard!” diye bağırıp çağırmışlardı: Guiskard! Tüm kentte onların haykırışları çınlamıştı. Asker iyice sarhoş olmaya başlamıştı.
Sadece birkaç saat mi geçmişti olayın üstünden?
Aventin ele geçirilen bahçesindeki soylar kulesinde, hafif sabah rüzgârında oraya buraya sallanan cesede şaşkınlıkla dikti gözlerini. Drago çalılıklara kustu: Bu, şarabın etkisiyleydi, kadının cesedinden iğrendiği için değil.
Ziyafetten sonraki şiddet taşkınlıklarında, diğer üç Norman ile çapulculuk ederek caddelerde dolaştığı doğruydu. Senatörü vurarak öldürdüğünü ve onun çocuklarını, o gece belki de hayatının işini yapmış olan bir Yahudi köle tüccarına sattığını da yadsımıyordu… Romalı senatörün çocuklarının satışa sunulduğu görülmüş bir şey değildi. Buna karşılık kadına hiç dokunmamıştı. Boyun eğinceye dek dövmek zorunda olduğu kadınlar, onda istek uyandırmıyordu. Halbuki onların kadın köleleri istekli ve korkusuzdu.
Tepinen kadını, yüzünü tırmalamak istediğinden, bel kemeriyle bağlamak zorunda kalmıştı. Neden kadını da Yahudi’ye okutmadığını hâlâ anımsayamıyordu. Gece geç vakit kadın bel kemerinden kurtulup, kendini asmıştı.
“Aptal şey,” diye düşündü. Çünkü, o kendisine yeni bir koca bulabilecek kadar gençti ve adamdan yeni çocukları da olabilirdi.
Bir bıçakla kemeri kesip kadının cesedini yere bıraktı. Kadının giysilerini düzeltip yüzünü de bir örtüyle örttü. Belki de kargalar keşfetmeden önce bulurlardı onu. Çocukların satışından kazandığı altın paraların bulunduğu keseyi yokladı; sonra atını çözüp, eğerin üstüne sıçradı. Çiçekler arasında bulunan kadının cesedine takıldı bakışları. Lateran sarayını, ufak tefek Papa’yı, sövüp sayan rahibi ve onun ölümsüz ruhunu anımsadı.
Bir köpeğin pis karnını düşünmemeyi denedi ve kiliseye, yakın zamanda gerçekten de büyük minnet borcu olduğu sonucuna vardı…