Gece yarısından sonra artan şiddetli tipi yüzünden Doğu Ekspresi artık yoluna devam edemeyecek durumdadır. Yılın bu zamanlarında lüks tren tamamen doludur. Ertesi sabah yapılan kontroller sonucu tüm yolcuların sağsalim trende olduğu anlaşılır. Ancak defalarca bıçaklanarak öldürülen Amerikalı yolcunun kompartımanının kapısı içeriden kilitlidir.
Sonunda trende yolculuk etmekte olan Hercule Poirot cinayeti incelemeye başlar. Ancak kimi yolcular cinayetin izlerini yok edebilmek için yaşlı dedektifin dikkatini dağıtmaya çalışırlar. Poirot, kehanet sayılabilecek bir saptamayla cinayeti bir değil iki şekilde çözümlemeyi başarır.
Toros Ekspresinde Önemli Bir Yolcu
Suriye’de bir kış sabahıydı. Saat Dese gelmişti. Toros Ekspresi Halep istasyonunda, peronda bekliyordu.
Yataklı vagonun basamaklarının önünde üniformalı genç bir Fransız subayı durmuş, kulaklarına kadar sıkıca örtünmüş ufak bir adamla konuşuyordu. Adamın kızarmış burnuyla, pos bıyıklarının yukarı doğru kıvrılan sivri uçlarından başka hiçbir tarafı görünmüyordu.
Dondurucu bir ayaz vardı. Bu tanınmış yabancıyı geçirme işi de öyle imrenilecek bir şey değildi. Ancak Teğmen Dubosc görevini gereği gibi yerine getirmeye çalışıyordu. Dudaklarından nazik Fransızca sözcükler dökülmekteydi. Olayın içyüzünü bilmiyordu aslında. Emrinde bulunduğu generalin hiddeti gün geçtikçe artmıştı. Sonra bu Belçikalı yabancı kalkıp gelmişti. Hem de tâ İngiltere’den. Aradan gerginlikle dolu bir hafta geçmişti. Sonra garip bazı şeyler olmuştu. Çok tanınmış biri intihar etmiş, bir diğeri birdenbire işten ayrılmıştı. Yüzlerdeki o endişeli ifadeler kaybolmuş, alınan bazı önlemlerden vazgeçilmişti. Dubosc’un emrinde olduğu general de adeta birdenbire on yaş gençleşivermişti.
Dubosc onunla yabancının yaptıkları konuşmanın birazını duymuştu. General heyecanla, «Bizi kurtardınız mon cher,» demişti. Konuşurken gür, beyaz bıyığı titriyordu. “Fransız Ordusunun şerefini kurtardınız. Kan dökülmesine engel oldunuz! Çağrıma uyduğunuz için size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Kalkıp buralara kadar gelme…»
Bu sözlere adı Hercule Poirot olan yabancı uygun bir şekilde cevap vermiş ve o arada şunu da eklemişti: «Bir keresinde hayatımı kurtardığınızı unuttuğumu sanmıyorsunuz ya?»
Sonra Fransa ve Belçika, şeref ve ün gibi şeylerden söz ederek kucaklaşmışlardı.
Teğmen Dubosc, olayın İçyüzünü hâlâ bilmiyordu. Ama Mösyö Poirot’yu Toros Ekspresine bindirmek görevi kendisine verilmişti. O da bunu geleceği parlak genç bir subaya yakışacak bir heyecanla ve şevkle yerine getiriyordu.
Teğmen Dubosc, «Bugün pazar,» dedi. «Yarın, yani pazartesi akşamı İstanbul’da olacaksınız.»
Bu sözleri ilk kez söylemiyordu. Ama bir tren kalkmadan önce istasyonda yapılan konuşmalarda hep aynı şeyler tekrarlanırdı.
Mösyö Poirot, «Orası öyle,» diye cevap verdi.
«Orada birkaç gün kalmak niyetindesiniz sanırım.»
«Evet. istanbul’u hiç görmedim. Oradan şöyle çabucak geçmek yazık olur.» Geçişin hızını anlatmak için parmaklarını şaklattı. «Önemli bir işim yok. Orada turist gibi birkaç gün geçireceğim.»
Teğmen Dubosc, «Ayasofya çok güzeldir,» dedi. Aslında İstanbul’u görmemişti ya, o da başka.
Soğuk bir rüzgâr ıslık çalarak peronda dolaştı. Beşe beş vardı. Yani sadece beş dakika kalmıştı artık.
Diğerinin saatine baktığını farkettiğini sanıp yine telaşla konuşmaya başladı. «Bu mevsimde pek az yolcu oluyor.» Arkalarındaki yataklı vagonun pencerelerine bakıyordu.
Mösyö Poirot aynı fikirde olduğunu açıkladı. «Gerçekten öyle.»
«Toroslarda kar fırtınasına tutulmayacağınızı umarım.»
«Böyle şeyler oluyor mu?»
«Evet. Ama bu yıl henüz olmadı.»
Mösyö Poirot, «Yine de olmayacağını umarım o halde.» dedi. «Avrupa’dan gelen hava haberleri kötü.”
Çok kötü. Balkanlarda müthiş kar yağmış.»
«Duyduğuma göre Almanya’da da Öyleymiş.»
Yine bir sessizlik olmak üzereyken Teğmen Dubosc telaşla, «Neyse,» dedi. «Yarın akşam yediyi kırk geçe İstanbul’da olacaksınız.»
Mösyö Poirot, «Evet,» diye mırıldandı. Sonra da çabucak sözlerine devam etti. «Ayasofya… Duyduğuma göre harikaymış.»
«Evet, Öy I ey m iş…»
Arkalarındaki yataklı vagon kompartımanlarından birinin perdesi açıldı ve genç kadın dışarı baktı.
Mary Debenham perşembe günü Bağdat’tan ayrıldığından beri pek az uyumuştu. Ne Kerkük’e giderken trende, ne Musul’ daki Dinlenme Evinde doğru dürüst uyuyabilmişti. Bir gece önce trende de öyle. Şimdi fazla ısıtılmış olan kompartımanın boğucu sıcağında uyanık yatmaktan sıkılarak kalkıp dışarı bakmıştı.
Burası Halep olmalı. Ama görülecek bir şey yok. Sadece uzun, iyi aydınlatılmış bir peron, diye düşündü. Penceresinin hemen aşağısında iki adam Fransızca konuşuyorlardı. Bunlardan biri Fransız subayı, dîğeriyse kocaman bıyıklı, ufak telek bir adamdı. Mary Debenham hafitçe gülümsedi. Şimdiye kadar böyle sıkıca sarınıp bürünmüş birini görmemişti. Herhalde dışarısı çok soğuktu. Treni de bu yüzden fazla ısıtıyorlardı. Pencereyi aşağıya indirmeye çalıştı ama beceremedi.
Yataklı vagon kondüktörü iki adama yaklaştı. Tren kalkmak üzereydi. Mösyönün kompartımanına gitmesi doğru olacaktı. Ufak tefek adam şapkasını çıkardı. Mary Debenham, başı da tıpkı yumurta gibi, diye düşündü. Kafasının karışık olmasına rağmen yine de dayanamayarak güldü. Gülünç halli, ufacık tefecik bir adam. Kimsenin ciddiye alamayacağı bir tip…
Teğmen Dubosc son sözlerini söylüyordu. Bunları Önceden hazırlamış ve son ana saklamıştı. Çok güzel, parlak, kısa bir söylevdi bu.
Mösyö Poirot altta kalmamak için ona aynı şekilde cevap verdi.
Yataklı vagon kondüktörü, “Trene binin lütfen,» dedi.
Poirot isteksiz bir tavırla basamaklardan çıktı. Kondüktör de onun peşinden geldi. Poirot elini salladı. Teğmen Dubosc selam verdi. Tren şiddetle sarsılarak hareket etti.
Hercule Poirot, «Nihayet…” diye mırıldandı.
Ayazın ne kadar keskin olduğunu hisseden Teğmen Dubosc, “Ooooff…” dedi.
İşte, mösyö.» Kondüktör abartmalı bir hareketle Poirot’ya kompartımanın güzelliğini ve bavullarının ne kadar düzenle yerIeştirilmiş olduğunu işaret etti. Mösyönün küçük valizini şuraya koydum.» Elini anlamlı bir tavırla uzatmıştı.
Hercule Poirot bu ele katlanmış bir banknot sıkıştırdı.
«Teşekkür ederim, mösyö.” Kondüktör ciddileşti. «Mösyönün biletleri bende. Şimdi pasaportunuzu da rica edeceğim. Anladığıma göre, mösyö yolculuğuna İstanbul’da ara verecekmiş…
Poirot doğruladı. Sonra da, «Trende fazla yolcu yok sanırım,» dedi.
«Yok, mösyö. Sadece iki yolcum daha var. İkisi de İngiliz. Biri Hindistan’dan bir albay, diğeri ise Bağdat’tan genç bir İngiliz leydisi. Mösyönün bir şeye ihtiyacı var mı?»
Mösyö küçük bir şişe maden suyu istedi. Trene binmek için sabahın beşi pek uygunsuz bir saatti. Şafağa daha iki saat vardı. Gece doğru dürüst uyuyamamış olan ve nazik bir işi başarıyla hallettiğine sevinen Poirot, bir köşeye büzülerek uykuya daldı.
Uyandığı zaman dokuz buçuk olmuştu. Sıcak bir kahve içmek için vagon restoranına gitti.
İçerde bir tek yolcu vardı o sırada. Kondüktörün sözünü ettiği genç ingiliz leydisinin o olduğu hemen anlaşılıyordu. Uzun boylu, ince ve esmerdi. Yirmi altısında vardı. Kahvaltısını sakin sakin etmesinden ve rahat hareketlerinden yolculuğa alışık olduğu ve birçok yeri görmüş olduğu belliydi Arkasına trenin sıcağına çok uygun, koyu renkli bir yol elbisesi giymişti.
Başka bir işi olmayan Hercule Poirot belli etmeden kızı inceleyerek oyalanmaya çalıştı.
Nereye giderse gitsin rahatlıkla kendini korumasını bilen bir kız. diye düşündü. Sakin ve becerikli. Kızın ciddi ifadeli yüzünün hatları ve teninin beyazlığını beğenmişti. Dalgalı, parlak siyah saçları ve soğuk bakışlı gri gözlerini de.
Ama bir jolle lemme sayılmayacak kadar ciddi ve işini bilen bir kız, diye karar verdi.
Biraz sonra vagon restorana biri daha girdi. Yaşı kırkla elli arası, uzun boylu, yanık tenli, ince bir adamdı. Şakakları kırlaşmıştı.
Poirot kendi kendine, Hindistan’dan gelen albay, dedi.
Yeni gelen hafitçe eğilerek kızı selamladı. “Günaydın, Miss Debenham.»
«Günaydın, Albay Arbuthnot.»
Albay kızın karşısındaki iskemleye elini uzatmış duruyordu. «Bir sakıncası yok ya?” diye sordu.
«Ne münasebet. Buyurun, oturun.»
«Bildiğiniz gibi herkes kahvaltıda gevezelik etmekten pek hoşlanmaz.”
»Tabii ya. Ama ben kimseyi ısırmam.»
Albay oturdu. Garsonu çağırarak, yumurta ve kahve söyledi. Gözleri bir an Hercule Poirofya kaydı. Sonra kayıtsızca başka yana çevirdi.
İngilizin kafasından geçenleri kolaylıkla okuyan Poirot, adamın kendi kendine. Tanrının cezası bir yabancı, diye düşündüğünü anladı.
İki İngiliz ulusal alışkanlıklarına uygun bir şekilde fazla konuşmayıp birkaç kelimeyle yetindiler. Sonra kız kalkarak kendi kompartımanına gitti.
Öğle yemeğinde iki İngiliz yine aynı masada oturdular ve üçüncü yolcuyu da yine görmezlikten geldiler. Konuşmaları kahvaltıdakinden daha canlıydı. Albay Arbuthnot bir ara kıza, Doğrudan İngiltere’ye mi gideceksiniz?» diye sordu. «Yoksa İstanbul’da mı kalacaksınız?»
«Doğru İngiltere’ye gideceğim.»
«Buna çok sevindim. Çünkü ben de hiçbir yere uğramayacağım.» Beceriksiz bir tavırla eğilip kızı selamladı. Yüzü biraz kızarmıştı.
Hercule Poirot alaylı alaylı, bizimkinin zayıf bir yanı var, diye düşündü. Tren de deniz yolculuğu kadar tehlikeli.
Miss Debenham sakin tavırla yol arkadaşlarının güzel bir şey olacağını söyledi. Karşısındakine (azla cesaret verirmiş gibi bir hali yoktu.
Hercule Poirot, Albay Arbuthnot’un kızı kompartımana kadar götürdüğünü tarketti. Daha sonra şahane manzaralı Toroslardan geçtiler. İki İngiliz koridorda yan yana durmuş Gülek boğazına doğru bakarlarken, kız birdenbire derin derin içini çekti. Onların yakınında duran Poirot, Mary Debenham’ın mırıldandığı sözleri duydu.
«Çok güzel… Keşke… keşke…» «Evet?»
«Keşke bütün bunların zevkini çıkarabilseydim.» Arbuthnot cevap vermedi. Köşeli çenesi daha ciddi ve sert bir ifadeye bürünmüş gibiydi. “Keşke siz bu işe hiç karışmamış olsaydınız,» dedi.
«Susun… Rica ederim, susun.»
«Ne zararı var!» Albay biraz da öfkeyle Porrot’ya doğru baktı. Sonra sözlerine devam etti. «Ama sizin mürebbiyelik yapmanız fikri hiç hoşuma gitmiyor. Dediğim dedik annelerin ve içsıkıcı yumurcakların emirlerine boyun eğmek zorunda kalacaksınız.»
Kız güldü. Sesi hafifçe titriyordu. «Ah, böyle düşünmemelisiniz. Herkes tarafından ezilen mürebbiye hikayesinin doğru olmadığı çoktan anlaşıldı Emin olun, asıl anneler ve babalar benden çekmiyorlar
Başka bu şey söylemediler. Belki de Arbuthnot o şekilde heyecanla konuştuğu için utanmıştı.
Poriot kendi kendine, burada seyrettiğim biraz acayip bir komedi, dedi
Bu düşüncesini daha sonra hatırlayacaktı.
O gece on bir buçukta tren Konya’ya ulaştı. İki İngiliz yolcu trenden inerek karlı peronda bir aşağı bir yukarı dolaştılar.
Poirot ise kalabalık istasyondaki faaliyeti camın arkasından seyretmekle yetindi. Ama on dakika kadar sonra biraz hava almasının hiç de fena olmayacağına karar verdi. Dikkatle hazırlandı. Üst üste giydi, atkılara sarındı, cilalı ayakkabılarının üzerine şosonlarını geçirdi. Sonra da çekine çekine perona indi ve yürümeye başladı. Lokomotifin yanından geçerek ilerledi.
Bir kamyonun gölgesinde duran belli belirsiz iki gölgenin kim olduğunu ona sesler açıkladı. Arbuthnot konuşuyordu.
Mary… Sen…»
Kız onun sözünü kesti. “Şimdi olmaz. Şimdi olmaz. Her şey bitsin, öyle. O olaylar geride kalsın… o zaman…»
Poirot incelik ederek hemen döndü. Bunun Miss Debenham’ın soğuk ve sakin sesi olduğuna inanamazdım, dedi kendi kendine. Çok acayip…
Ertesi gün iki ingilizin kavga edip etmediklerini düşündü. Çünkü birbirleriyle pek az konuştular. Poirot’ya kızın yüzünde endişeli bir ifade varmış gibi geldi. Gözlerinin altında mor gölgeler belirmişti.
Tren öğleden sonra iki buçuğa doğru birdenbire durdu. Pencerelerden başlar uzandı. Demiryolunun yanına küçük bir grup toplanmıştı. Vagon restoranın altında bir şeye bakıyor ve elleriyle işaret ediyorlardı.
Poirot pencereden sarkarak telaşla oradan geçmekte olan yataklı vagon kondüktörüyle konuştu. Sonra geri çekildi. Tam dönerken az kalsın tam arkasında durmuş olan Mary Debenham’la çarpışıyordu.
Kız Fransızca, «Ne olmuş?» diye sordu. Soluk soluğaydı. «Neden durduk?»
«Önemli bir şey yok, matmazel. Vagon restoranın altında bir şey tutuşmuş. Ama önemli değil. Yangını söndürmüşler. Şimdi de onarıyorlar. Emin olun hiçbir tehlike yok.»
Kız eliyle çabucak bir hareket yaptı. Sanki tehlike fikri önemsiz bir şeydi ve bunu bir kenara itiyordu. «Evet, evet, anlıyorum. Ama zaman!» “Zaman?» Bizi geciktirecek.»
Poirot, «Evet, olabilir,» diyerek başını salladı. «Ama gecikmemiz çok kötü olur! Tren gara altı elli beşte girecek. Karşı tarafa geçmek ve saat dokuzda kalkacak olan Doğu Ekspresine yetişmek zorundayım. Bir iki saatlik bir gecikme olursa treni kaçırırız.»
Poirot, “Bu mümkün,» diye itiraf etti. Merakla kıza bakıyordu. Mary Debenham pencerenin altındaki çubuğu sıkıca tutmuştu. Hem eli titriyordu, hem de dudakları. Poirot, «Bu sizin için çok mu önemli, matmazel?» diye sordu.
«Evet. Evet, önemli. O… o trene yetişmem gerek.» Kız döndü ve koridordan ilerleyerek Albay Arbuthnofin yanına gitti.
Ama boş yere endişelenmişti. Tren on dakika sonra tekrar
harekeletti ve Haydarpaşa’ya da sadece beş dakika geç vardı.
Deniz dalgalıydı. Karşıya geçerken bu durum Poirot’nun hiç
hoşuna gitmedi. Vapurda yol arkadaşlarından ayrıldı ve onları
bir daha görmedi.
Galata köprüsünden bir taksiye binerek doğru Tokatlıyan Oteline gitti.
Tokatlıyan oteli
Hercule Poirot, Tokatlıyan’da banyolu bir oda istedi. Sonra da kendisine mektup gelip gelmediğini sordu. Onu ûç mektup ve bir telgraf bekliyordu. Telgrafı görünce kaşlarını hafifçe kaldırdı. Beklenmedik bir şeydi bu. Telgrafı her zamanki o sakin tavırlarıyla, dikkatle açtı.
…Kassner olayında önceden tahmin ettikleriniz beklenmedik bir anda oldu lütfen hemen dönün.”
Poırot öfkeyle, işte iç sıkıcı bir durum,» diye homurdandı. Sonra başını Kaldırarak duvardaki saate baktı. Resepsiyondaki memura. Bu gece yoluma devam etmek zorundayım,» dedi. “Doğu Ekspresı kaçta kalkıyor’
«Saat dokuzda, mosyo
“Bana bir yataklı bulabilir misiniz?»
“Tabii, mösyö. Yılın bu mevsiminde güçlük çıkmaz. Trenler hemen hemen boştur. Birinci mevki mi istiyorsunuz? Yoksa ikinci mi?”
“Peki, efendim. Nereye kadar gideceksiniz?»
“Londra’ya.»
“Peki, efendim. Size İstanbul Calais vagonunda bir yataklı ayırtacağım.»
Poirot tekrar saate baktı. Sekize on vardı. «Yemek yiyecek vaktim var mı?»
«Tabii var, efendim.»
Ufak tefek Belçikalı başını salladı. Holden geçerek yemek salonuna girdi.
Garsona istediği yemekleri söylerken biri omzuna dokundu. Arkasından bir ses, «Ah, dostum,» dedi. «İşte beklenmedik bir….