Roman (Yerli)

Dualar Kalıcıdır

dualarB

Ölümü bekleyen Rosella Galante ile genç Pelin’in hayatları ”lüzumundan fazla medeni” bir Orta Avrupa kentinde kesişir.
Gönül yaraları ve geçmişteki acıların yanı sıra iki kadını bağlayan çok önemli bir şey daha vardır…

– Ah, merhaba. Hoş geldiniz Küçükhanım.
– Hoş bulduk.
–  Buyrun, ayakta kalmayın lütfen. Şu kırmızı berjeri tavsiye ederim. Pek rahattır.
– Teşekkür ederim.
– Zelda sizi biraz ürkütmüş olabilir. Kusuruna bakmayın ne olur. Kendisi altı yaşındayken ailesiyle bir temerküz kampına götürülmüş. Annesi ile babasını gözleri önünde öldürmüşler. Onun için hiç konuşmaz. Ama bu hali sizi yanıltmasın. İyi kızdır. Neredeyse otuz senedir bu evi o çekip çeviriyor, tek hatasını görmedim.
– Merak etmeyin, korkmadım.
– Biraz sinirli gibisiniz ama…
– İş görüşmelerinde hep böyle olurum. Hayatım boyunca parlak geçen tek bir görüşmem olmamıştır bu yüzden.
– Küçükhanım, lütfen bunu bir mülakat olarak görmeyin.
– Ne olarak göreyim peki?
–  Bir misafirlik olarak görün. Ne bileyim, bir akşam gezmesi olarak görün ya da. Farz edin ki uzak bir teyzenizi ziyarete geldiniz.
– Anlıyorum.
– Ama paltonuz?
– Ne var paltomda?
– Olmadığımı kim söyledi?
– Yazar mısınız?
–  Bu yaşa gelmiş herkes biraz edip sayılır sevgili P6. lin… Eskiden hatırat da yazardım ama sonra nasıl derler canımı acıtmaya başladı yazdıklarımı okumak.
–  Ben hiç sevmem günlük tutmayı.
–  Enteresan. Niye peki?
-Yazarken çok mantıklı sandığınız şeyleri bir sene sonra okuduğunuzda o kadar salakça geliyorlar ki utanıyorsunuz. Ayrıca geride belge bırakmak da pek akıllıca değil,
–  İşte burada sizinle hemfikirim.
–  Günlük tuttuğunuz ortaya çıkınca onu okumak için yanıp tutuşan meraklı bir arkadaş ya da akraba beliriyor hemen. İşin kötüsü, nereye saklarsanız saklayın mutlaka buluyor ve satır satır okuyorlar. Sonra ayıklayın pirincin taşını.
– Başınıza geldi galiba.
– Hem de birkaç kez.
– Kimdi bulan günlüğünüzü?
–  Genellikle babam.
– Doğru, bazen çok tehlikeli olurlar.
– Evet, özellikle benimki gibiler.
– Niye? Nasılmış babanız?
– Bunu konuşmasak olur mu Bayan Rosella?
– Matmazel, sizinle bir hususta mutabık olalım. İstemediğiniz hiçbir şeyi konuşmak mecburiyetinde değilsiniz benimle. Hatta istemezseniz konuşmak mecburiyetinde de değilsiniz. Bu işi yapmanız şart değil yani.
– Ama paraya ihtiyacım var, öyle mi?
–  Size borç verebilirim.
– Ama beni tanımıyorsunuz bile.
–  Ne olmuş tanımıyorsam?
–  Bir şey yok. Hatta çok severim bu rengi. Gülkurusu deniyordu değil mi?
– Haklısınız, gülkurusu.
– Nereden almıştınız?
– Beyoğlu’nda bir mağazadan.
– Ah Beyoğlu… Hâlâ güzel mi eskisi kadar?
– Bu biraz güzelden ne kastettiğinize bağlı. Eğer insanların bayramlık elbiseleriyle gittiği Beyoğlu’ndan bahsediyorsanız, hayır. Ama yirmi yıl önceki haliyle kıyaslarsanız evet.
– Niye? Çok mu kötüydü yirmi yıl önce?
– Bayan Rosella, siz en son ne zaman İstanbul’a gittiniz?
–  Benim için İstanbul’a gitmek diye bir şey yok küçük-hanım. İstanbul’a avdet etmek diye bir hayal var. Ama artık imkânsız bir şey… Sıhhatim seyahate müsaade etmiyor, maalesef. Ama buraya ne zaman geldiğimi soracak olursanız, tam altmış sene oldu. O günden beri İstanbul’un hayalini kurarım hep.
– Altmış yıldır İstanbul’u görmediniz mi?
– Hayır, görmedim.
– Ama diliniz?
– Ne varmış dilimde?
– Lisanınız yani…
– Evet?
– Ne bileyim, hiç fena konuşmuyorsunuz Türkçeyi. Yani altmış yıl uzak kalmış birine göre.
– Çok naziksiniz.
–  Gerçeği söylüyorum.
–  Aldocuğum hayattayken bazen Türkçe konuşurduk. Ama altı sene evvel vefat etti. O zamandan beri bu kadarı hafızamda kalmış. Bir de Türk televizyonlarını takip ediyorum.
– Bence hiç fena değil. Hatta diyebilirim ki İstanbul’da-kilerin çoğundan daha güzel konuşuyorsunuz.
– Ah, vraiment?
– Sizi temin ederim.
– Ama paltonuz?
– Yine ne oldu paltoma?
– Paltonuzla mı oturacaksınız, böyle misafir gibi?
– Tamam, hemen çıkarayım.
– Atkınız el Örgüsü mü?
– Evet…
– Yün için mor her zaman güzel bir renktir zaten. Kimin ördüğünü sormamın mahsuru var mı?
– Hayır canım, ne mahsuru olacak. Babaannem örmüş.
– Sahi mi? Sever misiniz babaannenizi?
–  Aslına bakarsanız ailemde sevdiğim tek insan oydu. Ama artık yaşamıyor ne yazık ki…
– Ah, çok üzüldüm.
– Üzülmeyin, mukadderat.
– Efendim, ne dediniz?
– Üzülmeyin dedim. Mukadderat.
– Mukadderat… Mesela bu kelimeyi duymayalı o kadar uzun zaman oldu ki…
– Okulda benden başka kullanan yoktu zaten… Hatta öğretmenler bu tür kelimelerim yüzünden bana çok gülerlerdi. Ama içime işlemiş bir kere. Herhalde babaannem yüzünden.
– Ya da babaanneniz sayesinde.
– Evet, öyle de bakılabilir tabii.
–  Oraya bırakın lütfen paltonuzu. Zelda birazdan gelip alır. Gözünüzü seveyim rahat edin. Evinizdeymiş gibi…
– Tamam, elimden geleni yaparım. -İlanı nasıl gördünüz?
–  Boş zamanlarımda gazete satıyorum, harçlığımı çı-karmak için. Dün öğleye kadar çalıştıktan sonra gidip parka oturdum. Gazete tomarı da yanımda duruyordu. O sırada rüzgâr esti, sayfaları dağıttı. Toplamaya çalışırken gördüm. Türkçe olduğu için dikkatimi çekti.
– Yani gazeteyi okurken görmediniz.
– Ben gazete okumam.
– Mahalli gazeteleri de mi?
– Özellikle mahalli gazeteleri.
– Niye peki? Bu arada, Zelda size ne ikram etsin?
– Kahve olabilir.
– Çayımız da var. İstanbul usulü demleme, tavşankanı.
–  Teşekkür ederim. Kahve alayım ben. Süt ve şeker lütfen…
– Bir de şey, bağırmanıza lüzum yok küçükhanım. Zelda sizi duyabiliyor. Onun konuşmaması tamamen psikolojik.
–  Özür dilerim.
–  Rica ederim, kızarmaym hemen. Ben sizin rahatınız için söyledim. İnşallah gücenmediniz.
– Hayır, gücenmedim. ~ Ama kızardınız.
– Bu tür… Görüşmelerde olur bana hep. Engelleyemediğini bir şey. Şimdi siz kızardığımı söylediniz ya, artık daha beter kızarırım.
– O halde ben de sizi rahat bırakayım en iyisi.
– Önemli değil.
– Ne diyorduk?
– Bilmem, unuttum ben de.
– Ah, les journeaux… Gazete okumadığınızdan bahsediyordunuz.
– Evet, okumam. Ne kadar çok kötü haber yazarlarsa o kadar satacaklarım düşünüyor bence gazeteciler. Ben de para verip sonra da dünyanın dertleriyle kafamı bozmak istemiyorum. Herkesin derdi kendisine yeter.
– Ama kitaplar da aynı değil mi?
-Roman falan pek okumuyorum zaten… İnsanın kendi sorunlarıyla baş etmesi bile bu kadar zorken bir de hayali kahramanlar için endişelenmesi çok mantıksız.
– Ne okuyorsunuz peki?
– Şu aralar daha çok şiir.
– Ciddi misiniz?
– Evet… Şey, Bayan Rosella… Yanlış anlamazsanız bir şey sorabilir miyim?
-Tabii ki…
– Biz burada ne yapıyoruz?
– Sohbet ediyoruz Matmazel.
–  Niye peki? Yani o ilanı herhalde sohbet etmek için vermediniz.
– Esasında tam da onun için verdim.
– Anlamadım desem?
– Hiç darılmam… Ne yazıyordu ilanda, hatırlıyor musunuz?
–  Hatırlamama gerek yok, yanımda zaten. Çıkarıp bakayım çantamdan.
–  Zahmet etmeyin, ben söyleyeyim: ”Türkçe bilen çalışan aranıyor. Ücret tatminkârdır. Tecrübe mühim değildir. Sigara içmemesi tercih sebebidir.”
– Evet, aşağı yukarı böyle bir şeydi.
– Aşağı yukarı değil, kelimesi kelimesine. Bizzat yazdım çünkü. Ama tecessüsünüzde haklısınız. Neticede akşam akşam kalktınız, şehrin bir ucuna geldiniz. Çaldığınız kapıyı dilsiz bir hizmetçi açtı ve ihtiyar bir kadınla sohbet etmeye mecbur kaldınız. Pek sıkıldığınız belli oluyor ama paraya ihtiyacınız olduğundan kalkıp gidemiyorsunuz.
– Öyle demek istemedim.
– Je sais. Latife yaptım zaten.
– Ne yalan söyleyeyim, anlamadım espri yaptığınızı
–  Aramızda altmış sene var Küçükhanım. Dile kolay Müsaadenizle mizah bu kadar zamanda biraz inkişaf etsin, değil mi?
–  Kusura bakmayın ama konuyu dağıtmakta da üstünüze yok.
– Bilâkis Küçükhanım, yaklaşıyoruz mevzua. Daha açık olmaya gayret edeyim. Şu an ne yapıyoruz biz?
– Siz söylediniz ya, sohbet ediyoruz.
– İşte gelmenizin sebebi de bu. -Ne?
– Sohbet etmek.
– İlam sohbet edecek birini bulmak için mi verdiniz?
–  Herhangi birini değil Küçükhanım. Türkçe konuşan birini bulmak için.
– Anlamaya çalışıyorum.
– Size yardım edeyim. Şu gördüğünüz ihtiyar kadın hayatının en müstesna, en güzel, ıstırap verici ve tuhaf senelerini İstanbul’da geçirdi. Orada yaşadıklarım beni ben yapan şeyler oldu hep. İstanbul’da attığım her adımın ve orada aldığım her nefesin benim için manası büyük. Şimdiyse ihtiyarım, hastayım ve fazla vaktim kalmadı, işin fenası, yavaş yavaş nisyan da başladı…
– Pardon, ne başladı?
– Nisyan Matmazel… Yani şey, unutuş… Lisanım biraz naftalin kokulu olabilir, neticede Türkçeyi altmış sene evvel öğrendim.
– Önemli değil Bayan Rosella, gayet iyisiniz.
– Kahvenizi almayacak mısınız?
–  Ah, görmemiştim. Ne kadar sessiz gelmiş… Teşekkür ederim Bayan Zelda.
– Zeldacığım, çıkarken kapıyı kapayıver, bitte…
– Ailesinden toplama kampından kurtulan başka olmamış mı?
– Bir erkek kardeşi varmış. Onun öldürüldüğünü gözleriyle görmemiş. Maziyi taharri etmeye de cesareti yok, Öldüğünü öğrenmekten korktuğu için. Bilmediği müddetçe bir yerlerde yaşıyor olma ümidi var her zaman.
– Ne kadar kötü.
– Ne diyorduk?
– İstanbul ve sizin için ifade ettikleri…
– Evet, hayatımın en sahici seneleriydi İstanbul’da yaşadıklarım. Şimdi, her şeyin yavaş yavaş silinmeye başladığı şu yaşımda unutmaya tahammül edemeyeceğim tek şey nedir biliyor musunuz?
– İstanbul mu?
– Bilemediniz… Bir daha tahmin edin.
– Bayan Rosella, tahminlerde bulunmaktan hiç hoşlanmam ben. Söyleyin ne olur.
– Türkçe.
– Türkçe mi?
–  Evet, Türkçe… O senelerimin hatıraları Türkçenin içinde, Türkçeyle beraber yaşıyor çünkü. Hafızamın ne zaman iflas edeceğini bilemiyorum ama hekimler kötüye gidişin her an hızlanabileceğim söylüyorlar. Eğer Türkçeyi unutursam bütün o yaşadıklarım da sessizce kaybolacak diye korkuyorum. İlanı vermemin sebebi işte bu…
–  Sizinle Türkçe konuşmamı istiyorsunuz.
– Evet… Çok değil, haftada bir gün gelseniz kâfi. Şimdiki gibi oturup bir iki saat sohbet ederiz. Ben de bu sayede Türkçeyi unutmaktan kurtulmuş olurum. Tabii beni ben yapan hatıraları da…
– Ne konuşacağız peki?
– Ne olursa… Mektebinizi, kaldığınız yeri, buraya gelirken gördüğünüz bir kediyi… Sokakta çalışan ameleyi… Kiliselerin ışıklarını… İstanbul’da neler olup bittiğini… Ne isterseniz… Konuşalım yeter ki.
– Bilemiyorum Bayan Rosella.
– Zaten gözleriniz pek arzulu bakmıyor.
– Dedim ya, bilemiyorum.
– Hemen cevap vermeyin. Bir müddet düşünün. Eğer istemezseniz de lütfen hissi davranmayın. Kırılmak gücenmek yok. Neticede iş yapıyoruz, n’est- ce pas?

2
– Teşekkür ederim, kabul ettiğiniz için. İtiraf edeyim, o günkü ilk sohbetimizden sonra pek ümidim yoktu.
– Rica ederim. Hem sizin de söylediğiniz gibi, paraya ihtiyacım var.
– Öyle demem kırdı mı sizi?
– Ben kolay kolay kırılmam Bayan Rosella, hiç merak etmeyin.
– Öyle mi? Halbuki simanız tam aksini söylüyor.
– Nasılmış simam?
– Çok güzelsiniz.
– Yapmayın.
– Bakın yine kızardınız.
– Bilmem… Ben kendimi güzel bulmam da pek.
– Siyah ve dalgalı saçlarınız var. Dudaklarınız dolgun, çehreniz küçük ve narin.
– Rica ederim, utanıyorum.
– En fenası da gözleriniz.
– Niye?
-Gözlerinizde insana dokunan bir hüzün var. Mütenevvi şeyler yaşamış bir insanın ifadesiyle bakıyorlar.
– Nasıl şeyler?
– Mütenevvi Matmazel… Yani mancherlei… Çeşitli…
– Siz yazar olmalıymışsınız.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kaptan- ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa

Editor

Rahmi Bey

Editor

En Son Yürekler Ölür

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası