” … Biz yetimler intikam iştiyakıyla doluyuzdur. Dehşeti dengelemeye yatkınızdır. Başkalarının öçlerini de almaya hevesleniriz. Yetimlik bize kanlı doğaçlamalar yapma cüreti verir. Suçlamakla ya da suç işlemekle kaybolmayan bir masumiyet imtiyazına sahibizdir.
İtiraf etmeliyim ki, aziz okur, benim ömrüm, her birini gebertmek istediğim insanlarla aramdaki buzdağlarını eritmeye çalışmakla geçiyor. Mesela zenginlerden nefret ediyorum, ne yapayım, elimde değil. O restoran sürüngenleri, fiyaka kumkumaları, yapmacık kasvetin mıymıntı bekçileri, ticari bir şiveyle konuşan zehirli papağanlar, hileli bir neşe içinde geviş getiren bunak vampirler, modanın ipiyle kuyuya inen kibirli cambazlar, tatile gebe fırlamalar, alaturka bir sadizmle zıvanadan çıkanlar, alafranga bir mazoşizmle yılışıklaşanlar… Hepsine teker teker Kolombiya kravatı takmak istiyorum! [Kolombiya kravatı: Meksika mafyasının uyguladığı bir cezalandırma biçimi: Kurbanın gırtlağına bir delik açılır ve dili bu delikten sarkıtılır.]
Gerçi zamanla esnekleştim. Ulaşılması ve vazgeçilmesi en zor nimetin sükunet olduğunu anladım galiba. Tamam, zenginlere merhamet duyacak kadar güçlü değilim hâlâ, fakat sayıların artışındaki boşunalığın eşiğini görebiliyorum. İbrahim Kurban’dan öğrendiğim kadarıyla, yeşil banknotlar kamuflajdan başka bir şeye yaramıyor: Aptallığı, beceriksizliği, acizliği, yalnızlığı kamufle ediyorlar… Ayrıca, yetimlik zaman aşımına uğramaz, haddizatında yetim olmayanlar da yetimliğe doğru seyreder. Yani kimsesizlik, kimsenin tekelinde değildir: Kainat ve tarihin bekleme salonunda biraz soluklanıyoruz, çoğunlukla da adımız anonslanmadan kainata ve tarihe gömülüyoruz…”
Melodiler ve Mermiler
Müzik değişince dans da değişir… Takeshi Kitanol
Adamın sol yanında Nike amblemi şeklinde bir yara izi vardı. Mr. Nike siyah bir takım elbise giymiş ve yemin ederim papyon takmıştı. Kırlaşmış saçları gayet gür görünüyordu. Oturduğu koltukta vahşice bir kibirle başını geriye atmış, dudağı tiksintiyle burkulmuş, kaşları sımsıkı dügümlenmişti. Hidiv Kasrı’nın bahçesinde toplanan jet sosyeteye mensup 150 kişi bana gülücükler gönderirken, bu tanımadığım adamın suratı neden bir kindarlık abidesi gibiydi. Yoksa… yoksa o muydu? Buraya leşimi uzaya yollamak için mi gelmişti?
Açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet edildiğimde, hain sevgilim yanağıma bir öpücük kondurdu. Alkışlar eşliğinde, sırıtarak çıktığım kürsüde, cebimdeki konuşma metnini bulana kadar vakit kazanmak için hitap faslını biraz uzattım: “Muhterem misafirler…” Arkamdaki Kasr’ın yanından bahçeye geçen Ferruh Ferman’a gözüm takıldı. “Meziyetli leydiler…” Hayret! Onun bu gece aramıza katılamayacağını sanıyordum. Ben zaten buraya onu temsilen gelmiştim. “Hatırşinas centilmenler…” O da ne? Öbür taraftan bir Ferruh Ferman daha çıkageldi! “Civanlar, eski topraklar ve bilhassa sabiler…” Misafirlerin arasına birkaç saniye içinde en az 20 Ferruh Ferman katılmışa! Besbelli yine halûsinasyon görüyordum.
Sevdiğim hain kadınla gözgöze geldim. Kapalı bir elbise giyerek beni şaşırtmıştı. Konuşma metnini aramayı bıraktım: “Bu harikulade yaz akşamında, çocuk bezinin mana ve ehemmiyetinden bahsedecek bir adamı dinlemeyi tercih etliğini; için teşekkür ederim.”
Nike Efendi’nin çevresinde bir grup şık fedai dolanıyordu. İçlerinden biri, kulacına eğilip birşeyler söyleyince spor suratlı ağır adam etrafa bakındı ve gizli bir komut verdi.
“Evvela, idrar etmeliyim ki, birçoğunuz gibi ben de çocuk beziyle biraz geç tanıştım…” Sözlerime devam edemedim. Çünkü birdenbire Dead Can Dance’ın Yulunga’sı çalmaya başladı. Dev hoparlörlerin sesi sonuna kadar açılmıştı. Ve Bay Nike’ın adamları ile Ferrııh Fermanını aynı anda bellerindeki silahları çekip birbirlerine kurşun yağdırmaya koyuldular! Ortalık cehenneme döndü. Jet sosyete, havada çarpışan jetler gibi darmadağın olmuştu. f:akaı çığlıklar duyulmuyordu, çünkü müzik silah seslerini bile bastırıyordu. Camlar tuzla buz oluyor, bahçedeki sahipsiz orkestranın enstrümanları kırılıp dökülüyor, masalar devriliyor, her yer kana bulanıyordu. Tam bir katliamdı bu. Gövdesine isabet eden mermi, şişman bir kadını kırlent gibi puflanı. Ferruh Fermanlardan biri omzundan vurulunca kendi ekseni etrafında dönerek yere yığıldı. Nike Bey’in bir adamı koşarken sırandan zımbalanınca fırlayıp koca bir ağaca yapıştı. Misafirlerden; hızla çalkalanıp patlayan şampanya şişeleri gibi köpüklü kan saçılıyordu. Bu müzikal kapışmanın tek seyircisi olarak, kürsüde donup kalmışımı. Sevdiğim kadını bulmalıydım. Gerçi burada gebersem bile onun umursayacağı yok ya, benim haşat kalbim korkuyla değil aşkla çarpıyordu. Ve bu kurşun yağmurunun altındaki kan ırmağında, kupkuru bir adam, tabancasını alnıma doğrultmuş, cesetlerden oluşan bir köprüden bana doğru koşuyordu!..
Sürmeli Albino
Andolsun ki Nuh’u kendi kavmine
gönderdik ve o dokuzyüzelli sene yaşadı.
Kur’an, Ankebut Suresi/ 14
Peygamberin otlattığı kuzular kadar masumdu
Ya da bana ilk anda Öyle gelmişti Zira ‘ilk an’ ne kadar kalıcıysa, masumiyet de o kadar kalıcıdır.
Üzeri portakal, vişne ve çilek resimleriyle kaplı, yani Meyvendetta reklamıyla ambalajlanmış otobüse yetişmeye çalışıyordu. Çift katlı otobüs durdu, ilsi katın penceresinden ona bakarken, kalbimin zembereği boşaldı. Gözlerimi kapadım ve yanımdaki koltuğa oturması için dua eltim: “Allah’ım, bunu dilediğim için ayıp etmiş olur muyum’!” Solumda biri belirdi fakat ilkten cesaret edip gözlerimi açamadım. Yine de o olduğundan emindim. Su! gözümü azıcık aralayıp yana doğru bakımı; “Teşekkürler Allah’ım!” Elindeki kitabın kapağında Aziz Katherina’nın Çalınan Dili yazılıydı. Uyuma numarası yaptım, hafifçe kıpırdadım, “Ihmmm” gibi küçük sesler çıkardım ve bir arabanın aniden fren yaparak durmasıyla sona eren bir kâbusun ön camından fırlarcasına uyandım. İrkilerek bana döndü. Birbirimize baktık: Ömrümün gümüş çivisinin çakıldığı an! Bilincim ve vicdanım, zihnim ve gönlüm, aklım ve kalbim, fikrim ve hissim… her bakımdan eşitlenmişti. Kişisel ekinoksumu yaşıyordum.
Yüzünü doğallıkla kitaba gömdü.
Mahmurca bir yılışıklıkla “Lütfen söyler misiniz..” dedim, “horladım mı?”
Gözleri bir an kravanımdaki Kızılmaske desenine takıldı, ardından, patlamış bir greyfurda benzeyen suratıma baktı. Şaşkın görünüyordu. Ani bir kararla “Hayır” dedi
Sudan çıkmış bir balığın kurumlu ağzıyla “Beni kırmamak için böyle söylüyorsunuz?” dedim.
Cüretimden ziyade albinoluğuma denk geldiğini farketmeme yelecek kadar anlamlı bir tereddütten sonra yine “Hayır” dedi.
Biri boynuma enjektörle tımarhane sıvısı boşaltıyormuş gibi yavaşça kapatıp açtım gözlerimi. Ve kanla dolu bir siperde vurulmuş gibi düşmeden önce, acizce fakat kesin konuştum: “Horlarsam… horlarsam burnumu tutar mısınız? Burnumu… tutar mısınız, lütfennn?,. Burnu muuuuu…”
Başımı cama eğerek, uyuma numarasına tekrar başladım. Kısa bir süre sonra yaşlı bozayıların kış uykularında horladıkları gibi horlamaya koyuldum! Ama ne horlamak. Horlamıyor, adeta meydan okuyordum.
Otobüstekilerden kimileri isyan elti: “Nesi var bunun?!”, “Biri uyandırsın şu adamı, hasta mıdır nedir?!”, “Hanımefendi, bu hey sizinle mi birlikte?”…
Kızın dünyasını karartmış um. Yanımdan kalkıp kaçarak uzaklaşmak isliyordu, kesin, ama otobüsle boş kolluk kalmamıştı.
Omzumu hafifçe dürttü: “Uyanın…”
Yaşlı bozayı horlayışından fırtına bulutlarının karşılıklı horlayışına geçtim. O kadar iddialı bir hiçimde, horluyordum ki, bu dalda verilen ödüllerin tamamım almaya azmetmiştim sanki….