Genellikle Türkler veya Türki kavimler olarak bilinen, onlarca halkı meydana getiren aşiretlerin, boyların ve imparatorlukların altı bin yıllık karmaşık tarihi hakkında özgün bir sentez. Şimdiden Türk-Osmanlı çalışmalarının zirvesinde yer alan Findley her türlü hürmeti tamamen hak ediyor.
-Kemal Karpat, The Historian-
Findley’in çalışması Türklerin tarihini daha geniş bir dünya tarihi bağlamı içinde değerlendirmesi ve modernliğin etkisini geniş kapsamlı bir şekilde ele alması hasebiyle hayranlık uyandırıcı.
-Middle East Journal-
Türklerin ataları kimlerdi?
İslamiyetten önce Türkler nerelerde, nasıl yaşardı?
Hangi imparatorluklar ticaret ve haraç imparatorluklarıydı?
Türkler dinlerini değiştirip İslamiyeti kabul edince hayatları nasıl değişti ve diğer dinlerle münasebetleri nasıl devam etti?
Dünya tarihi açısından Türklerin dinlerini değiştirmesi ne gibi sonuçlar doğurdu?
İslamiyet ile imparatorluğu bünyesinde birleştiren Osmanlıları diğer Türk halklarından ayıran unsurlar nelerdi?
Modernizmin küresel dokusu Türk halklarının hayatını nasıl değiştirdi?
Dünya Tarih Derneği ile Türk Araştırmaları Derneği’nin eski başkanı, Türkiye Bilimler Akademisi Onur Üyesi Tarihçi Carter V. Findley, Dünya Tarihinde Türkler kitabında, Türk halklarının ortaya çıkışını, kurdukları ilk devletleri, Müslümanlığı kabul ederek ilk büyük dönüşümlerini,daha sonra modernlikle karşılaşarak ikinci büyük dönüşümlerini Türklerin tarihini günümüze kadar getirerek enfes bir üslupla anlatıyor.
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ 7
GİRİŞ 13
1 İSLAMİYET’TEN ÖNCE TÜRKLER VE ATALARI 35
2 SELÇUKLULAR, MOĞOLLAR, İSLAMİYET VE
İMPARATORLUK 79
3 TİMUR’DAN BARUT ÇAĞINA KADAR İSLAM
İMPARATORLUKLARI 127
4 MODERN DÜNYADA TÜRKLER 179
5 TÜRKLER VE MODERNLİK 233
SONUÇ 297
NOTLARDA KULLANILAN KISALTMALAR 314
NOTLAR 315
KAYNAKÇA 341
İNDEKS 375
Andreas Tietzenin Anısına
26 Nisan 1914-22 Aralık 2003
SUNUŞ
Bu kitabın ilk üç bölümü, Aralık 1999’da Princeton Üniversitesinde Leon Poullada anısına verdiğim konferans dizisinden geliştirildi. Carl Brown, geniş manzarasını sunabileceğim bir konu üzerinde bir dizi konferans hazırlayıp hazırlayamayacağımı sormuştu bana. Cevap olarak aklıma gelen tek konunun dünya tarihinde Türkler olduğunu söylediğimde konferansları vermemde ısrar ettiği için kendisine minnettarım. Konferanslara katılıp soru soranlara da müteşekkirim.
Böyle bir kitap yazma fikri bende kırk yıl önce Columbia Üniversitesinin Ortadoğu araştırmaları bölümünde lisans üstü birinci sınıf öğrencisiyken uyanmıştı. Kathleen Burrill, Tibor Halasi-Kun, Ehsan Yarshater ve J. C. Hurewitz’den aldığım dersler beni aynı anda hem Ortadoğu islam tarihi, özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemleri, hem de iç Asya Türk halkları üzerine yazılmış literatürle tanıştırdı. Ortadoğu ve iç Asya literatürleri, o günlerde benim çözemeyeceğim kadar büyük bir kavram kargaşası içindeydi. Bölge araştırmaları (area studies) programlarının coğrafi ilgi alanları iç Asya ile Ortadoğu’yu farklı programlara ayırmakla kalmıyordu; Ortadoğu hakkındaki literatürün çoğu tarihçilere ait olduğu halde, iç Asya Türkleri hakkındaki literatüre dilbilimcilerin (bana çok aykırı gelen) damgası vurulmuştu. Ben kim oluyordum ki benden çok daha fazla şey bilen bu insanlarla tartışacaktım? Üstelik bu literatürün büyük kısmı, özellikle de iç Asya hakkındakiler, haydi hayırhah davranalım, “kolay yenilir yutulur” cinsten değildi. Yeni araştırma alanına girerken, Ortadoğu, Sovyetler Birliği, Avrupa ve
Kuzey Amerika’nın her yerine dağılmış bilimcilerin ürettiği son derece teknik araştırmalar keşfettim. Yazarları çok farklı eğitimlerden geçmiş, araştırmalarını çok farklı koşullar altında yürütmüş, farklı önceliklere sahip, çoğu da birbirleriyle haberleşmeyen kişilerdi. Eğer tarih beşeri bilimlerin bir dalıysa, beşeri bilimlerin de insan olmanın ne anlama geldiği hakkındaki algılarımızı zenginleştirmesi gerekiyorsa, Türklerin tarihinin neden böyle yazılmadığı ya da yazılamadığının bir açıklaması var mıydı? Bana öyle geliyordu ki yazarların niyeti kötü değildi -kesinlikle hayır- ama Türklerin tarihini insanlığın tarihinin bir parçası olarak ete kemiğe bürün-dürmeyi henüz başaramamışlardı. Cesaretimi kaybettiğim anlarda böyle sorular sorduğum için gizli gizli kendimden kuşkulanırken, “Tarihte Türkler” üzerine yorumsal bir inceleme fikri aklıma geldi. Günün birinde böyle bir şey yazabilecek miydim? Araya birçok başka zorunluluk girdi, derken 1999’da Carl Brown’ın daveti bu fikrimi yeniden ön plana çıkardı.
Doktora öğrenciliğimin ilk yılından sonra başka üniversitelerde, farklı uzmanlarla çalışarak birçok şey öğrendim. Kısa bir süre için de olsa, California Üniversitesi’nde (Los Angeles) Andreas Tietze ile İlhan Başgöz’den Türkçe öğrenmek nasip oldu. Doktora programımın büyük bir kısmını Harvard Üniversitesi’nde, Omeljan Pritsak ile, özellikle de tez danışmanım olan Stanford Shaw ile tamamladım. Ufkum her ne kadar genişlediyse de, ilk yılın izlenimlerinden kaynaklanan meraklarım hâlâ sürüyordu. Bu kitabın konusu işte bunlardan biridir.
Fikrim kuvveden fiile çıkıncaya kadar arada geçen yıllarda olup bitenlerden ikisi bu araştırma için özel öneme sahiptir. Hem bilginin düzenlenmesine dair makrokavramsal yaklaşımlar, hem de tarih araştırmalarının temeli olan mikro odaklı ampirizm beni daima heyecanlandırdığından, 1980 civarında Ortadoğu ve İslam konularında verdiğim derslerin yanı sıra dünya tarihi de öğretmeye başladım. Başlangıçta dünya tarihi dersi vermem ile araştırmalarım arasında önemli bir sinerji oluşacağını beklemiyordum. Ne var ki, insanın bakış açısını genişletmesi belirli bir nesneyi algılayışını da kaçınılmaz olarak etkiliyor. Bu çalışmaya bağlamak gerekirse, Türkler hakkındaki çalışmaları disiplinler ve bölge araştırmaları alanlarına bölen eski ayrımların ötesine geçmek için ideal zemini karşılaştırmalı Avrasya tarihinin oluşturduğunu kavradığımda ben de etkilendim. Claude Cahen 1968’de Türklerin tarihinde “tarihçilerin ilgisini çekecek, başka halkların tarihlerindeki kadar şey vardır” diye yazmıştı; ancak, “bu beklenti tam anlamıyla yerine getirilememiştir,” de diyordu Bunu hâlâ söyleyebiliriz. Tek bir kitap bu gerçeği değiştiremez, ama dünya tarihine ilginin artması, Türk halklarının tarihini bir bütün olarak görebilme ve önemini tam anlamıyla kavrayabilmenin ortamını sağlar.
Bu kitabı yazmaya beni hazırlayan bir diğer gelişme de, Peter Golden ın Introduction to the History of the Turkic Peoples adlı kitabının 1992’de yayınlanmasıydı. Bu kitap, küçük ya da büyük olsunlar, Türk halklarını kökenlerinden başlayarak 16. yüzyılın sonuna kadar anlatan bir çalışmadır. Türk araştırmalarının tarihsel ağırlıklı, Osmanlı-İslam, Ortadoğu yönüyle ilgilenen benim gibi bir araştırmacı için Goldenın çalışması tam zamanında yayınlanarak alanın İç Asya veçhesine duyduğum ilgiyi tekrar alevlendirmişti. Goldenın kitabı beni lisans üstü öğrenimimin birinci yılında okuduğum çalışmalara ve konulara geri götürdü. Cömert kılavuzluğu sayesinde yeni ufuklara, 1992den beri yayınlanmış belli başlı başka çalışmalara da yöneldim.
Bu kitap insanlık tarihinin bu önemli parçasını daha iyi bilmek isteyen, uzman olmayan okurlar için yazıldı. Kitabın başlıca amacı bu konudaki bilgilerimizi düzenlemenin ve yorumlamanın bazı yollarını sunmaktır. Kronolojik akış, anlamlı dönemlere nasıl bölünebilir? Uzun vadeli temel süreklilikler hangileridir? En keskin kesintiler nelerdir? Siyaset, kültür, toplum ya da ekonomideki en belirgin büyük çaplı örüntüler hangileridir ve bir biçimde bu örüntülerle bütünleşmekten uzak durmuş Türk halkları için farklı olan nedir? Kısa bir kitap bütün bu soruları bilgili uzmanları tatmin edecek derecede cevaplayamaz. Ama eğer uzman olmayan okurların insan tecrübelerinin önemli bir parçasını daha iyi anlamasına yardım edebilirse, eğer meraklarını uyandırıp daha fazla araştırmaya yöneltebilirse, o halde kitap en önemli hedefine varmış demektir.
Bu noktaya gelmeme başka birçok kişi de yardım etti. Ohio State Üniversitesi Tarih Bölümüne, College of Humanitiese, Mershon Center’a bu projeye verdikleri destek için müteşekkirim. Bu kitabın hazırlanışında olağanüstü katkılarda bulunan Serdar Poyraza borçluyum. Thomas Allen, June Anderson, Lisa Balabanlılar, Nina Berman, Günhan Börekçi, Cynthia Brokaw, Carl Brown, Emma Bunker, Filiz Çağman, Zeynep Çelik, Wellington Chan, David Chris-tian, Samuel Chu, Howard Crane, Stephen Dale, Walter Denny, Devin deWeese, Nicola di Cosmo, Ding Xueyun, Boğaç Ergene, Susan Ferber, Peter Golden, John Guilmartin, Aylin Güney, Talat Halman, Andras Hamori, Şükrü Hanioğlu, Chang Hao, Jane Hat-haway, Metin Heper, Asım Karaömerlioğlu, Adeeb Khalid, Ayşe Koçoğlu, Kong Qun, Bernard Lewis, Nathan Light, Heath Lowry, Lu Minghui, William McNeill, İlber Ortaylı, Kenneth Pomeranz, Christopher Reed, Günsel Renda, Michael Rogers, Safa Saraçoğlu, Irvin Schick, Dona Straley, Ayfer Karakaya Stump, Talat Tekin, Mete Tunçay, Ufuk Ulutaş, Patrick Visel, Susan Whitfield, Eugene Whitmore, Vincent Wilhite, Charles Wilkins, Bin Wong ve Tsing Yuan’a öğütleri ve yardımları için teşekkür ederim. En çok da karım Lucia Findleye, izleyen bölümlerde sık sık okuyacağınız bir mecazı kullanırsam, bir yandan kendi mesleğini sürdürürken ocağımızın ateşini de hiç söndürmediği için kendimi borçlu hissediyorum.
Andreas Tietze Aralık 2003’te aramızdan ayrıldığında Türkçe uzmanları en büyük meslektaşlarını ve en nazik dostlarını kaybettiler. Bu kitap onun anısına ithaf edilmiştir.
GİRİŞ
Sovyetler Birliği çöktü çökeli, bazı nüfuzlu yorumcular geleceğe bir uygarlıklar çatışmasının egemen olacağına dair kehanetlerle kamuoyunu büyülüyor. Dediklerine göre, bu çatışma uygarlıklar arasındaki “fay hatlarında” yaşanacak. Batı, yani Batı Avrupa ve Kuzey Amerika, yalnızca maddi güç bakımından değil, aynı zamanda evrensel değerlerin savunucusu olarak da dünyaya önderlik edecek. Diğer uygarlıklar Batılılaşmadan modern olmaya çalıştılar, ancak şimdiye kadar sadece Japonya bunu başardı. Geri kalan uygarlıklardan Batı’nın en büyük rakibinin yalnızca İslam dünyası olduğunu görüyoruz. Müslümanlar, Batılı olmadan modernleşmeye çalışırken engellerle karşılaştıklarında ya da düş kırıklıkları yaşadıklarında, bize bunun bir sonucunun “Batı ve İslam uygarlıkları arasındaki fay hattında çatışma yaşanması” olduğu söyleniyor; üstelik bu çatışma “1300 yıldır sürüyor”muş. Bu açıdan, İslam uygarlığı tarihinde “yanlış giden neydi” sorusu, geriye dönüp baktığımızda, uzmanların yalnızca 11 Eylül 200!deki terörist saldırıyı değil, geçmiş yüzyılları da değerlendirerek cevaplandırması gereken bir soru haline geldi.
Hükümet liderleri arasında ve kamuoyunda geniş yankı bulmalarına rağmen, bu analizlerin birkaç nedenle sorgulanması gerekiyor. Yorumculara göre, uygarlıklar tektonik tabakalar gibi sert kenarlı ve yekpare; böylece fay hatlarında çarpışıp birbirlerini öğütebiliyorlar. Batı değerleri ile evrensel değerler arasında bir ayrım yapılmaması yüzünden, Batı ahlakını ve değerlerini yüce ilkelerin dile getirilişiyle değil de sinema ve televizyon aracılığıyla öğrenip Batılı olmadan modern olmayı istemekte haklı gerekçeleri olan insanlara tutarlı bir duruş hakkı tanınmıyor. Üstelik, Batı yüce ilkelerinin uygulamasında çifte standartlı davrandığı için eleştirildiğinde, cevabı da sanki “pratikte çifte standart, ilkede evrensel değerlere ulaşmanın kaçınılmaz bedelidir” oluyor.
“Çatışma” kuramının temelindeki uygarlık kavramı da eski moda, öze indirgeyici bir kavram. Bir uygarlığı her ne kadar birçok şey birleştiriyor olsa da, aslında o uygarlığın kendi içinde farklılıkları olan ve zenginliklerine ulaşmada eşitsizlikleri barındıran bir çatışma alanı olduğu göz ardı ediliyor. Halbuki, uygarlıkların kendi içlerindeki farklılık ve mücadeleler, yekpare bloklar halinde birbirleriyle çatışmalarını mümkün kılmıyor ve böylelikle 11 Eylül 2001 gibi olayların uygarlıkları bir bütün olarak temsil etmediği ihtimalini akla getiriyor. Uygarlıkların sınırları olduğunu vurgulamak, çatışma olsun ya da olmasın, insanların, fikirlerin, malların, hatta bulaşıcı hastalıkların bu sınırları ne ölçüde aştığını, göçler ile melezleşmenin sadece uygarlıkların değil, gitgide küreselleşen (sadece Batılı değil) bir modernliğin gelişmesine ne kadar katkıda bulunduğunu görmemizi engelliyor. Küresel modernliğe uyum sağlayamamak ya da bu modernliğin tezahürlerine şiddetle saldırmak tek uygarlığa özgü değildir; ABD ve Japonya’dan İsrail ile Filistin’e kadar birçok toplumda ortaya çıkan dini ve siyasi amaçlı aşırı şiddet bunu kanıtlıyor. Tarih boyunca insanlar kimlikleri için mücadele etmişlerdir. Bugün bu mücadeleyi, artık sadece “Batı malı” olarak değil, bütün dünyada yürürlükte olması manasında “evrensel” olarak düşünülmesi gereken bir küreselleşme sürecinde sürdürüyorlar.
Bu kitabın konusu, yazıldığı sıralardaki ateşli tartışmalardan çok uzak kalmış gibi görünebilir. Söz konusu tartışmalar uygarlıklar, çatışmaları ve rekabetleri üzerinedir. Elinizdeki kitap ise Türkler hakkında; Türkler dilleriyle, ayrıca kültür ve tarihlerindeki bazı ortak unsurlarla tanımlanabilen, bunun dışındaysa insanı şaşırtacak kadar farklı özellikler gösteren bir halklar grubudur. Uygarlık açısından, zaman boyunca derin dönüşümler geçirmişlerdir. Herhangi bir dönemde, şu ya da bu yabancı grubun onları pek de uygar görmediği olmuştur. Böyle algılanmaları tarihsel olarak göçebe bir yaşam sürdürmelerinden kaynaklanır. Bir anlamda, Türkler Avrasya boyunca göçerken uygarlıklar arasında da göçmüşlerdir. Ama bu süreçte kimliklerini korumuşlardır. Ayrıca, çok uzun dönemler boyunca belirli bir uygarlığı benimseyip o uygarlığın gelişmesine katkıda bulunabileceklerini de göstermişlerdir. İki bin yıl boyunca Avrasya’da yayılmalarının tarihi, bugünkü uygarlıklar çatışması tartışmalarından çok önce başlamış olsa da, büyük ve farklılık gösteren bir grup halkın zaman ve mekânda kimliğini ortaya koyması, dönüştürmesi ve yansıtması sürecine yararlı bir ışık tutabilir. Türklerin tarihinin büyük bölümünün İslam ve Avrupa uygarlıkları arasındaki uçlarda ya da uçların yakınında cereyan etmesi de muhakkak ki bu uçların bin yıllık çatışmaların mekânları olup olmadığına ışık tutacaktır.
OTOBÜSLER, KERVANLAR VE HALILARA DAİR
Bir gün, bir Türk dostumla modern Türkiye’nin bakış açısından Türklerin kökeni ve Türk kimliğinden söz ederken, laf olsun diye Türklük denen şeyin doğudan batıya bütün Asya’yı aşan bir otobüse benzediğini söyledim.Yolculuk uzun sürmüş, otobüs ikide bir mola vermişti. Her molada sandık, sepet ve torbalar indirilip bindiriliyordu. Otobüs güzergâhının nerede başlayıp nerede bittiği çoğu yolcunun umurunda değildi. Çoğunun niyeti kısa bir mesafeden sonra inmekti. Otobüsteki diğer yolcularla aralarındaki ortak noktaların farklardan daha fazla olduğu belki akıllarından bile geçmiyordu. Arada bir otobüs bozuluyor, yoldan temin edilen yedek parçalarla onarılıyordu. Türkiye’ye varıldığında, yolculardan ya da eşyalardan hangisinin bütün seyahati aynı otobüsle yaptığını ya da böyle bir yolcu olup olmadığını kimse hatırlamıyordu. Otobüs bile değişmişti. Bütün bunlara rağmen adı “Trans-Asya Türk Otobüsü” idi.
Türk dostum bu otobüs imgesine çok güldü, başka arkadaşlarına da anlattı. Ama konuyu daha sonra düşündüğümüzde otobüs imgesinin sadece bir başlangıç olduğunu fark ettik. Aslında bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin zamanda geriye, üç yöne doğru uzanan
…