Tarih

Dünyayı Güzelleştirmek – Turgut Cansever’le Konuşmalar

dunyayi guzellestirmek turgut canseverle konusmalar 5edb58e20e522“Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi.”
-Beşir Ayvazoğlu-
Edebiyat dünyamızın usta kalemi Beşir Ayvazoğlu, Türk-İslâm medeniyetini koruyan, geliştiren ve bir yaşam biçimi olarak neşreden Osmanlı bakıyyesi aydınların örnek hayatlarını gelecek nesle taşımaya Bilge Mimar Turgut Cansever’le devam ediyor. Ayvazoğlu’nun nefis üslubuyla okur kendisi kâh Turgut Cansever’in çok az bilinen çocukluk ve gençlik zamanlarında, kâh babası Doktor Hasan Ferit Cansever’in Türk Ocaklarını kurmak için verdiği mücadelelerin içinde buluyor. Turgut Cansever’in Dünyayı Güzelleştirmek olarak özetlediği mimarî felsefesine, sanat görüşüne ve bütün dünyada kısa sürede müthiş bir hızla gelişen şehirleşmenin Türkiye’de nasıl tezahür ettiğine dair görüşlerini kendisiyle sohbet ediyormuş gibi okuyacaksınız.

İÇİNDEKİLER

Önsöz   7

Birinci Bölüm:

Turgut Cansever’in Çocukluğu ve İlk Gençlik Yılları          11

İkinci Bölüm:

Dünden Bugüne İstanbul            31

Üçüncü Bölüm:

“Tutumlu Kent”               69

Dördüncü Bölüm:

Mevcut Yapı Stoku         89

Beşinci Bölüm:

Türk Evi                109

Ekler      123

Kaynakça            163

İndeks 167

Turgut Cansever, hiç şüphesiz büyük bir mimar ve ciddi bir tefekkür adamıydı. Vefatından kısa bir süre önce Ahmet Turan Alkanla birlikte evinde ziyaret etmiştim;bir daha kalkmamak üzere yatağa mahkûmdu ve ilâç verilerek sürekli uyutuluyordu. Kızı Feyza Hanım, bir ara babasını yokladı ve uyandığını anlayınca bizi yanına çağırdı. Hoca, ikimizi de tanımıştı; duyulur duyulmaz bir sesle, “Sizinle buluşup konuşacaktık, yapacak çok işlerimiz vardı!” dedi. Belli ki zihni hâlâ aynı berraklıkta çalışıyor ve hayatını adadığı meseleler üzerinde kafa yormaya devam ediyordu. Bir dostumuz, vefatından kısa bir süre önce, bir ara uyandığında, kızına “Beni bir konuşma için çağırırlarsa, bu hâlimle nasıl gideceğim?” dediğini söylemişti.

Kaybettiğimiz, sadece büyük bir mimar, şehirci ve düşünce adamı değil, doğru bildiği yolda kavgasına tek başına devam edecek cesarete sahip,yaptığı işi ciddiye alan ve başladığı her işi aynı titizlik ve ciddiyetle bitirmek isteyen, bu yüzden kısa yoldan neticeye ulaşarak daha çok kazanmak isteyenlerin hiç çalışmak istemedikleri bir karakter âbidesiydi. Sıradanlığa, pestenkerâniye tahammülü yoktu. Her şart ve ortamda düşüncelerini büyük bir cesaret ve kararlılıkla savunurdu. Çok yönlü bir sanatkârdı;gençliğinde resim yapmış, ney üflemişti. ikisinde de çok başarılı olduğuna, kendisini o yıllarda tanıyanlar şahitlik ediyorlar. Sanat tarihi doktorası yapmış belki de ilk ve tek mimardı; tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir, sürekli okurdu. Ibnül-Arabi’ninFüsusü’l-Hikem’i  kaç defa masasında görmüştüm. Onun mimarlığı, mimarlığı çok aşar ve üzerinde yıllarca düşünülmüş bir felsefeye dayanırdı.

Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı, içinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hocaya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi.

Teknokratlar, insanın karar verme ve seçme haklarını bir kenara iterek her şeyi çözeceğine inandıkları makinelerin imkânlarına göre konut üretimini öngörmüşlerdir. Cansever Hoca ya göre, insanları bir çeşit esir sayan ve dev apartman bloklarına tıkıştırarak kolektivite ile şuurlu ilişkilerini imkânsızlaştıran bu merkeziyetçi teknokrat despotizmi bütünüyle ahlâk dışıydı. En yoksul insanların da, özel bilgi ve yeteneklerle geliştirilmiş güzel bir çevrede yaşamaya hakları vardı. Osmanlı tecrübesi, bunun başarılabileceğini çok açık bir biçimde gösteriyordu. Zengin bir tecrübenin ve yüksek bir kültürün ürünü olmakla beraber mahallî imkân ve zaruretler de göz önünde bulundurularak hazırlanmış standart elemanların kullanıldığı bu mimarî, kaynak ve enerji sıkıntısı çeken gelişme hâlindeki ülkeler için en doğru çözüm yoluydu.

Cansever Hoca, insan hayatını çevreleyen ve dünyayı güzelleştiren sanat olarak mimarîyi, İslâmî kültür ortamının niteliğini belirleyen sanat olarak görür, şiir ve musikî gibi diğer sanatların da farklı kültürlerde çok farklı nitelikler kazandığını düşünürdü. Türk-İslâm-Osmanlı kültür çağının en üst ifadesi mimarîde tezahür etmişti. Bu açıdan bakarak, günümüz Türkiye’sinde, bırakın diğerlerini, Müslümanların kendileri için meydana getirdikleri yapıları ve çevreleri bile tek kelimeyle “felâket” olarak görürdü.

Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimarî çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanmıştı. Derdi ki: insan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimarîyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı da mimarî başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir çeşit güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın, çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır.

Cansever Hoca, bu düşüncelerini her vesileyle, her ortamda enine boyuna anlatmaktan bıkmazdı. Çok zengin ve renkli bir düşünce dünyası vardı; ilim ve sanat adamlarından çoğunun kendilerini ihtisas sahalarına hapsetmek için kullandıkları kavram ve terimler, onun dilinde tarihe, felsefeye, estetiğe, sosyolojiye, tasavvufa ve metafiziğe, kısaca, bilginin ve düşüncenin uçsuz bucaksızlığına açılan ışıklı kapılara dönüşmüştü. Lao Tse ile Yunus, Ibnül-Arabî ile Nietzsche, Gazzalî ile Heidegger, Mevlânâ ile Max Scheler, onun dünyasında, Sinan’la, Van der Rohe’la, La Corbusieryle buluşur ve onun diliyle söyleşirlerdi. Çeşitli şekillerde dayatılan bir yığın yanlış görüş, sakat iddia peşin hüküm, hocayla bir saat konuştuktan sonra, yerlerin şaşırtıcı doğrulara bırakırdı. Artık Ortaçağ’a, Rönesans’a Selçukluya, Osmanlıya başka bir gözle bakmaya başlardınız

Hoca, daha yaşlı olduğu genç cumhuriyetimizin bütün birikimini tevarüs ettiği gibi, Osmanlı irfanını temsil eden son kuşakları yakından tanıma şansına da kavuşmuş; çok iyi bildiği ve tahlil ettiği Batı karşısında bir üçüncü dünyalı gibi değil, muhteşem bir medeniyetin mağrur çocuklarından biri olarak, başını dimdik tutmayı başaran, batta Batı’da yapılanların dışında durmak şartıyla, birçok alanda Batı’nın önüne bile geçilebileceğine inanan, inanan değil, bunu bizzat gösteren bir bilge mimardı. Daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim: Osmanlı’nın Tanzimat ve sonrasını yaşamadan kendi modernliğini inşa ettiğini düşünün: Hoca işte öyle bir moderndi.

Evet, Hoca gerçek bir entelektüel, asıl mânâsında bir mütefekkirdi;fakat mimarlık mesleği onu sürekli pratiğin içinde bulunmaya zorladığı için düşüncelerini yazmak için yeterli vakit bulamamıştı. Son yıllarında bile mimar olarak hayata atıldığı günkü heyecanını zerrece kaybetmeksizin hayal ettiği mimarînin peşinde koşmaya devam ediyordu;yatağa düşünceye kadar da pratiğin içindeydi ve bundan pek şikâyetçi değildi;o ataları büyük Osmanlı mimarları gibi yaparak düşünür, fikirlerini de konferanslar ve röportajlar vererek açıklamayı tercih ederdi. Onu konuşturanlardan biri de bendim. Elinizdeki kitap, kendisiyle çeşitli zamanlarda gerçekleştirdiğim, dördü Türk Edebiyatında, biri  Türkiye’de yayımlanmış beş röportajdan oluşmaktadır. Bu kitabı daha kullanışlı hale getirmek için, “Turgut Cansever’in Sanat Felsefesi” ve babasının hayatını ve fikirlerini anlattığını “Etyemez Türkçü: Haşan Ferit Cansever” başlıklı yazılarımı da sonuna ek bölüm olarak koymayı uygun buldum.

Turgut Cansever Külliyatı’na mütevazı bir katkı niteliği taşıyan bu kitabın doğması, TİMAŞ Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Emine Eroğlu’nun ısrarı sayesinde mümkün oldu. Kendisine, editörüm Zeynep Berktaş’a ve tabiî aile albümünden bazı fotoğrafların kullanılmasına izin veren Emine Öğün hanımefendiye teşekkür borçluyum.

Bu vesileyle saygıyla andığımız aziz Hocamız Turgut Cansever’e Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.

Beşir Ayvazoğlu

Altunizade, 13 Eylül 2012

Birinci Bölüm: Turgut Canseve’in Çocukluğu ve İlk Gençlik Yılları

Yanlış hatırlamıyorsam, 2001yılının başlarında, Turgut Cansever Hoca’nın biyografisini yazmak istemiş ve kendisiyle kaç seansta tamamlanacağını kestiremediğim bir mülâkat serisine başlamıştım. Ancak ikincisini gerçekleştiremeden, beş yıl sürecek zor bir görevi yerine getirmek üzere Ankara’ya gitmek zorunda kaldım. Arada bir fırsat yakalayınca aynı amaçla bir mülâkat daha yaptım yapmasına, ama bu ikincisi işin zorluğunu anlamama yetmişti. Hoca’nın anlattıklarından bir şeyler çıkarabilmek için çok şey bilmek ve çok çalışmak gerekiyordu; doğrusu mevcut şartlarda bunu başarmam imkânsızdı. O kadar zengin yaşamıştı, o kadar çok insan tanıyordu, o kadar meselesi vardı ki… isimlerini bile duymadığım kişilerden söz ediyor, ayrıntılarına vâkıf olmadığım olayları ve meseleleri, benim bildiğimi farz ederek kısa hatırlatmalar, hatta imalarla geçiyor, anlamadığım bir meseleyi sorularla açmayı denediğimde de konu başka taraflara sürükleniyordu. Bu yüzden, ikinci mülâkat deşifre edilince ortaya anlaşılmaz bir metin çıktı. Yeterli zaman ve uygun şartlar olsaydı, bütün dikkatimi ve enerjimi teksif ederek belki altından kalkabilirdim. Çaresiz, işin peşini bıraktım.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kemal Beydilli – Osmanlı’da İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü

Editor

Yüzyılın Aşkları

Editor

Bülent Bilmez, Gülay Kayacan, Şükrü Aslan – Dersim ’38’i Hatırlamak

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası