Roman (Yerli)

Düşte Kördüğüm – Bir 28 Şubat Romanı

duste kordugum bir 28 subat romani 5edbb439841cfRektörün ancak kendine yetecek kadar yayınları vardı. Fakat çevresinde bülbül gibi şakıyan, kalabalık “Sayın”ları vardı.
Hepsi birden fark edilmese de üniversitenin kadrosu epeyce kalabalıktı.
Uzağındakiler.
Yakınındakiler.
Göze girenler.
Gözden düşenler.
Katılanlar.
Atılanlar.
Satılanlar.
O yıllarda üniversite gerçek hüviyetini yitirdiği için bunlar adeta anabilim dalları vazifesini görüyordu.

***

Kızılca kıyamet

Zaman:
Yirminci yüzyıl sonu-yirmi birinci yüzyıl başı.
Olaylar:
Gözlerimizin önünde bir üniversitede geçer.
Şahıslar:
Kiminin şahsiyeti gelişmiş, kimininki silik.
Mekân:
Ayaklarımızın altındaki topraklar.
O da sürekli erozyona uğramaktadır.
Üzerinde yaşayan insanlar gibi.
Çünkü üstündedir çıldırmış insan ayağı.

* * *

İçimde düş dalgaları.
Hayal düzlüklerinden geçip düşünce dağlarına tırmanıyorum.
Uzaklarda, emanet ilk önce kendilerine verilen dağlar daha hür ve muhkem.
Uzun silsileler hâlinde.
Zamana karşı ayak direyip heybetlerinden hiçbir şey kaybetmemişler.
Yürekleri kaygıdan oynatan güne kadar da öylece kalacaklar gibi.
Oysa nice otlar yeşerip solmuştur, kim bilir eteklerinde!
Ayağımın altında bakımsız ve bozuk yollar uzayıp gidiyor.
Yaşadığım sıkıntıların derinliği, beden dilime yansıyor.
Dağın sarsılmazlığıyla otların dayanıksızlığı arasında büyük bir ikilem yaşıyorum. Acaba ben bunun neresindeyim?
Etraf epeyce kararıyor.
Siyah bir örtü kaplıyor şehri.
Yakındaki tepelerin aşağısında, karanlığa yenik düşüyor ağaçlar.
Toprakta hüzün var.
Otlar tedirgin.
Aldırışsız bir rüzgâr esiyor.
Soğuk, iyice kendini hissettirmeye başlıyor.
Sular mı çağlıyor bir yerlerde?
Yoksa gözlerden yaş mı dökülüyor?
İçimde kümelenmiş duygular.
Sıra dağlar.
Sırt sırta, yan yana.
Biri, diğerinin gölgesi gibi.
Arka plânda ve sönük.
O dağlar, bu dağlar, şu dağlar.
Başımı alamadığım dağ silsileleri.
Özgürlüğe giden yol, buralardan geçmez mi?
Kutlu rüyalar görüp adanmış hayatlar yaşayarak at sırtında ne çileler çekmiş atalarım, bu dağların eteklerinde!
Vatan uğruna.
Fakat şimdilerde asıl amaçlarını gizleyip vatanı korumaya kalkışanlar, göz açtırmıyor onlara benzeyen torunlarına.
Düş resimleri çiziyorum.
Dağlara doğru uzanan düzlüklerde atlar beliriyor.
Kimisi kişniyor, kimisi sessiz.
Küçüklü büyüklü.
Yorgun, alımlı, çalımlı, oynak.
Tay, kulun, beygir, kısrak.
Esintili denizi andıran yeleler.
Esnek, akışkan, dalgalı, köpüklü, gelgitli.
Rüzgârda bir inip bir kalkıyor.
Dağ yamaçlarında birbirine yaklaşıp uzaklaşan ardıç dalları gibi.
Aslında şikâyetçi değilim kaderden.
Eğer uzaktaysam niteliğini kaybetmiş üniversiteden, sıyrılıyorum kederden.
Fakat yeni hayatın iz düşümleri prematüre.
Neler oluyor, bir bilseniz!
Bir yandan tedirgin bir şekilde olan biteni anlamaya çalışıyorum. Bir yandan da işimi yapmaya devam ediyorum.
Yine böyle bir gündü.
Dersten çıktıktan sonra koridorda yürürken Batuhan Çevik’e rastladım.
Ağabey, haberin var mı, dedi.
Hayırdır inşallah?
Koridorda başkaları konuşulanları duyabiliyordu. O yüzden burada bir şey söylemek istemediğini ima ettikten sonra:
Odamda anlatırım, dedi.
Batuhan, üniversitede kendime en yakın bulduğum kişiydi.
Lacivert bir takım elbise giymişti o gün.
Üzerine tebeşir tozu bulaşmıştı.
Boyu, uzuna yakındı.
Biraz göbeği vardı.
Bazıları buna “Türk kası” da diyordu.
Batuhan’ın gülüşü, konuşmasına hep eşlik ederdi.
Sadece bir defa ağladığını gördüm. O da ben üniversiteden ayrılırken.
Yol boyundaki söğütlerle kaplı derenin kenarında bulunan nezih bir lokantada yemek yiyerek uzun uzun sohbet etmiştik.
Arada benim de gözlerim doluyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Bazen üniversite dışındaki yerlere gezintiye çıktığımız olurdu.
Onun beyaz renkli spor arabasına binerek sohbet ede ede üniversitenin biraz uzağındaki kırlara gidip sırlarımızı paylaşırdık.
Yine böyle bir gündü.
Bulutlar birleşip seyrek yağmur damlaları düşmeye başlayınca, arabaya girip serpintilerin azalmasını bekledik.
Gökyüzü, dökeceği gözyaşlarıyla bunaltısını teskin elmeye kararlı görünüyordu.
Biraz daha bekledik.
Ağlamayı bırakmak niyetinde değildi.
Batuhan:
– Galiba onun derdi bizden fazla, dedi.
Gülüştük.
Baktık olacağı yok, arabadan inip hızlıca koşarak bahçenin kıyısında bulunan küçük kulübeye girdik
Sonra toz kaldıran yağmur damlalarının gökyüzünden peş peşe yere inişini birlikte seyrettik
Ardından yağmur hafifledi.
Karşı tepeden ıslak ağaçların bulunduğu alana kadar geniş bir yer, ebemkuşağının renkleri altında kaldı.
Yağmur sonrasında insana haz veren toprak kokusu etrafı kaplamıştı.
Bahçede bulunan otların tepelerinde yağmur damlaları ışıldıyordu.
Yarı kapalı bir havada piknik yaptık.
Mangaldan yayılan hoş kokulu dumanı içine çekesi geliyordu insanın.
Bazen tavuk pirzolasından mangala dökülen yağ, kömürü aniden alevlendiriyordu.
Pirzola yanındaki büyükçe dilimlenmiş soğan, iştah açıcıydı.
Ekmek arası da bu havada iyi gitmişti doğrusu.
Ben pikniklerde ocak başında olmayı severdim. Burada da öyle oldu.
Pirzolanın yanmaması için arada bir ızgarayı mangaldan uzaklaştırıyordum. Kendimi üniversiteden uzaklaştırır gibi.
Koridorda sessizce yürürken hızlı bir şekilde bunlar geçti aklımdan.
İnsan, “Hey gidi günler hey” demeden edemiyor.
Batuhan, dost canlısıydı.
Ağzı sıkı birisiydi.
Fakültenin uzun koridorlarını geçtikten sonra onun odasının kapısına geldik.
İçeriye girdik. Sır paylaşmaya başlamak üzereydik. Birisi kapıyı çaldı.
Tez öğrencisiymiş. “Daha sonra uğra” dese de kirli sakallı, çelimsiz delikanlı peş peşe sorular yöneltmeye başladı.
Cevap almada ısrarlı bir duruş sergiliyordu.
Yine de hocanın beden dilini anlamış olacak ki, on dakika sonra çıkıp gitti.
Merakla:
Ağzındaki baklayı çıkar, dedim.
Tam konuşmaya yelteniyordu ki, yine birisi kapıyı tıklattı.
Aynı bölümde çalışan bir öğretim üyesiydi gelen.
Havadan sudan konuştu.
Araba markalarıyla başladı, ev kiralarıyla devam etti.
Maaşlara zam gelip gelmeyeceğini bilip bilmediğimizi sordu.
Bizden pek cevap alamayınca:
Siz de bir şeyden anlamıyorsunuz, diyerek odadan çıkıp gitti.
Karşılık vermedik. Sadece gülüştük.
Gerçekte bunlar bizi ilgilendirmiyordu. Çünkü akademik ortamda ne yazık ki hep bu “bir şey”ler konuşulup duruyordu.
Bunlara bir de çocukların sayısı ve okudukları okullar ilave edilirdi, o kadar.
Böylece gün bitiyordu.
Aslında bitmiyor, tükeniyordu.
Boş yere.
Batuhan, dayanamayıp kapıyı içeriden kilitledi.
Anlatmaya başladı:
Rektör büyük bir baskı altındaymış. YÖK başkanı, onu merkeze çağırmış. Personel seçimindeki objektif tavrı ve kaliteyi temel alan yaklaşımından dolayı kendisini takdir ettiğini ifade etmiş.
Biraz sonra kapı tekrar tıklatılsa da aldırmayıp daha alçak bir ses tonuyla konuşmaya devam etti:
Ancak yine de daha üst makamdakiler, onu rektör olarak görmek istemiyorlarmış. Eğer düşünürse, gelişmiş bir üniversitede öğretim üyesi olarak çalışması sağlanacakmış. Aksi hâlde hakkındaki dosyalar raflardan indirilecekmiş.
Ben de buna yakın şeyler duymuştum.
Bu konuşmamızdan sonra ya bir gün geçti ya da iki.
Gazete haberlerinden dosyaların bir bir açılmaya başlandığı anlaşıldı.
Görevden el çektirilecek gibiydi.
Peki, kimdi bu rektör?
Bir zamanlar üniversitede öğrenciydi. Bugünkü bir bakanın halası o yıllarda başörtülü olduğu için ilahiyat fakültesine alınmamış, okuldan uzaklaştırılmıştı.
Bunu duyunca, haksızlığa duyarsız kalamadı.
Bir yandan üniversitede okuyor, bir yandan da öğrenci derneği başkanlığını yürütüyordu.
Bir grup arkadaşıyla, zulme karşı çıktıklarını belirten ortak bir bildiri yayınladılar.
Yıllar sonra kendisi, bir üniversiteye kurucu rektör olarak atandı. Bu görevi bittiğinde yapılan seçimlerde yeniden rektör oldu. Toplam beş yıl görev yaptı.
Yine başörtüsü yasağı kapıdaydı.
Toplum büyük bir gerilimin içine itiliyordu.
Ve rektör görevden alındı.
Devrin YÖK başkanı, bunun gerekçesini bir gazeteciye şöyle açıklamıştı:
– Dinci kadrolaşma yoluna gittiğine dair duyumlar aldım. İnceleme başlattım. Çağırıp kendisine durumu açıkladım. İstifa etmezse görevden alacağımı söyledim. Yanıldığımı, yaptığım işin doğru olmadığını ifade etti. Ben de gerekeni yaptım. Sonrasında üniversiteyi temizlemek hiç de kolay olmadı.
Ben, bu haberi okuyunca “temizlemek” kelimesine herkesin kendine göre bir anlam yüklediğini fark etmiştim. Bu işlemi kim yaparsa, karşı taraftakilerin kirli olduğunu düşünüyordu.
Çok geçmeden üniversiteye sözde “temiz” bir rektör atandığını duyduk.
İlk hafta içerisinde fısıltı gazetesi en yüksek tirajına ulaştı.
Her günkü baskısında yeni atanan rektörden bahisler açıldı.
Ondan hoşnut olmayacak öğretim üyelerinin akıbetinden.
Yaklaşan kıştan, kıyametten.
İstifa etmesi gereken dekanlardan.
Görevden alınması beklenen bölüm başkanlarından.
Uzak bir şehre sürgün edilecek öğretim üyelerinden.
İmza listeleriyle sabah akşam izlenecek kişilerden.
İri puntolu, görünmez başlıklar yer aldı hep.
Kazan dairesi.
Fotokopi odası.
Çay ocağı.
Bunlar, eski daire başkanlarının yeni makam odalarıydı.
Eğer hayata tutunmak istiyorlarsa, buralardan hiç ayrılmamaları gerekirdi.
“Allah aşkına, bilim bütün bunların neresinde” diye boş yere sızlanıp durdu cefa çekenler.
Kimilerinin gerçek zannettiği yalancı bahar çoktan gelmişti.
Aslında bu bahar da gelip geçiciydi. Ama onlar farkında değildi.
Kimilerininse hasat edilecekleri mevsime hazır olmaları bekleniyordu.
Çoğu kez ürünler boşa gidiyordu bu kızılca kıyamette.
Alın teriyle yoğrulmuş bütün emekler.
Bin bir zahmetle yazılan makaleler.
Zamanı öğüten kitaplar.
Devletin kıt bütçesiyle yaptığı masraflar.
Lar, lar, ler, ler…
Büyük üniversitelerde bunlar pek görülmez. Ama

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Su Kasidesi

Editor

Piri Reis ve Nostradamus

Editor

Araf’ın Sakinleri

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası