Bozkırın ortasında bir kasabadan bir başkent yaratıldı. Ankara’yı konu eden yazılarda buna benzer anlatımlar yer alır. Antik çağlardan başlayan parlak geçmişini yok sayarak…
Hititlerin Ankuva dedikleri kente tüm bölgeye adını veren Galatlar Ankyra mı demiş? Denize uzak bu şehrin arması neden bir çapa? I. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun üçüncü en büyük görkemli şehri. Tarsuslu bir Yahudiyken İsa’nın havarisi kesilen St. Paul bu şehre neden iki kez gelip vaazda bulunuyor? O yıllarda bu havalide çok mu Yahudi vardı? İncil’de “Galatlara Mektup” başlığı altında ona atfedilen yazı neden zehir zemberek?
Murat Hüdavendigâr 1360’ta Ankara’yı aldığında şehirde bulunan Yahudi cemaati Türkçe biliyordu. Bizans etkisinden kurtulamamış sinagogda dualarını Grekçe yapıyordu.
Yerlilere Eşkenazlar, İberik yarımadasından gelenler katıldı, kaynaştı, bir toplum oluşturdu… Neden bir varlık gösteremedi? Güvenlik açısından yerinde bir seçim. 13 Ekim 1923’te Ankara resmen başkent kabul edilir. Üç gün üç gece şenliklerle kutlanır. İstanbul basını ve yabancı elçiler karşı çıkmaktadır.
Evet, bir kasaba her alanda gelişti, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti oldu. Yahudi toplumu da o oranda değişti, Yahudi mahallesinin dışına taştı. 1950’lerde ise Ankara’yı terk başladı ve 1990 sonrasında Ankara Yahudi Cemaati tarihe karıştı. Bir zamanlar yaşadıkları mahallede sanat eseri bir sinagog tanıklık eder geçmişlerine…
***
ÖNSÖZ
Ankara… Ankara’ya olan sevgim ve geçmişine olan merakım kuşkusuz çocukluğumla ilgili. On yaşındayken İstanbul’dan gelip tek bir gece geçirdiğim Yahudi mahallesinde sabah uyandığımda pencereye koşmuş, değişik bir görüntüyle karşılaşmıştım. Oluklu kiremitten damlar, basamak basamak gelişigüzel uzanan damlar… Konuk olduğumuz ev köşe başındaydı. İkinci ve üçüncü kattan görülen mavi göğün altında dalga dalga kırmızılığını yitirmiş kiremitten bir deniz… İstanbul’u düşünüp buruk buruk bakarken, aşağı katlardan bir genç kız –Tamar Levi– seslendi: “ermanaaaaa ermanaaa!” Misafiri olduğumuz teyzemin kızına sesleniyor ve ona yardıma gelmek istiyordu. İlk olarak duyduğum bu çok sevecen kelime, “kardeş” anlamına gelen bu sesleniş mi sevdirdi bana bu kenti ve insanlarını?..
Ankara Yahudileri, sokak çeşmelerinden eve su taşıyan, kömür odun kıran, ateş yakan, ev işlerine yardım eden nasırlı elleri, alınları dövmeli kırsal kesimden gelmiş bu kadınlara “bacı” sözcüğünden Yahudileştirdikleri, yaşça küçüklüğü kadar sevgiyi de belirten “ka” ekini ekleyerek “baciika” diye seslenirlerdi. Bacı yani kardeş. 1940’larda mahalle bacikalardan geçilmezdi. Kış zamanı artan bu gurbetçi yardımcılara mahalle halkı acır, yaptıracak işi olsun olmasın yemek verirdi.
Bacının, kardeş –ermana– olduğunu bilirler miydi? Bilemeyeceğim. Ama “baciika ”diye seslenişleri buyurgan değil sevecendi. Ankara Yahudi mahallesinde karşılaştığım soydaşlarım, bütün dünyası İstanbul ve Bursa’dan ibaret olan 10 yaşında bir çocuk olarak beni çok etkilemişti.
Aynı gün Atatürk Bulvarı’nda inşaatı henüz tamamlanmış olan Ercan Apartmanı’na taşındık. Balkondan görünen, ortasındaki küçük çamlarıyla tertemiz, pırıl pırıl, gelişli gidişli asfalt bulvar, bulvara açılan Tuna Caddesi’nde akasyaların gölgelediği iki katlı bahçeli evler, ufka set çeken Elmadağ’ın görkemi, Hacettepe’nin o zamanlar insan eli değmemiş güneş kavruğu sarı ön sırtları, Zafer Meydanı’ndaki Atatürk heykeli beni büyülemişti. Yıl 1937-1938 idi ve ben çok sevdim o Ankara’yı. Bu kitabımda Ankara’nın son yıllarına çok az değindim, bugünkü Ankara bana yabancı, o yüzden bu sayfalarda fazla yer almadı.
Ankara’nın tarihi ile ilgili araştırmalarım sonucu eriştiğim bilgiler beni çok şaşırtacak kadar görkemli bir geçmişi yansıtıyordu. Ankara, 1. yüzyılda, Roma döneminde bir metropol iken, İstanbul Boğaz bölgesinde bir koloniymiş. Yahudi cemaatinin geçmişi açısından da şaşırtıcı bir kenttir Ankara. Osmanlı padişahı Murat Hüdavendigâr Han, kenti ele geçirip devletine kattığı zaman, Ankara’da yerleşik bir Yahudi toplumu (cemaat) vardı. Yıl henüz 1356 idi ve İstanbul fethedilmemişti. Yahudilerin 1492’de engizisyon sonucu İberik Yarımadası’ndan göçmesinden, yani ilticadan tam 136 yıl önce Anadolu’nun orta yerinde bir Yahudi cemaati! Nedense tüm Türk Yahudilerinin İberik yarımadası kökenli oldukları kabul edilmiştir. Bunun gerçek olmadığını, Türk-Yahudi Müzesi’nin bu yıl açılmasına kadar kimseye kabul ettiremedim.
Yahudi mahallesinden Ankara’nın Yenişehir bölgesine taşınma ve buna bağlı olan dağılma; gelenek, görenek ve kendilerine özgü ünlemeleri, kutlamalarıyla ayrı bir özellik gösteren Ankara Yahudilerini değiştirmiştir. Ankara’dan göç etmeleri ise bu toplumu geçmişe gömmüş, tarihe mal etmiştir. Akranlarımın ve benim, zaman zaman dergilerde, gazetelerde ve konuşmalarımda konu ettiğim bu Ankara Yahudileri cemaatinin varlığını üçüncü kuşak torunlarım bilirler, o kadar…
Yıllardır yakın çevrem kadar, Ankara konusunda bilgi için başvuranlar da yazmamı önerdilerse de, elim varmadığımdan değil ama, dağarcığımdakileri yeterli bulmadığımdan yazmadım. Hoş, araştırmanın sonu yoktur, hiçbir araştırmaya nokta konulamaz. Sözümü tutmak, diyetimi ödemek için sonunda oturdum yazı masasının başına. Ankaralıların kapılarını çalıp geçmişlerini deştim durdum, hepsine candan teşekkürler.
Son yıllarda kökene, geçmişe, yok olmuş toplumların kültürüne, diline merak öylesine arttı ki, artık merak olmaktan çıkıp ciddi araştırma konuları haline geldi. Bu yüzden eminim ki, Ankara da akademik çevreler tarafından ele alınacaktır. Belki o zaman bu kitapta cevapsız kalmış sorularıma bir yanıt ve karanlıkta bir boşluk gibi kalan dönemlere aydınlık gelecektir.
2 Nisan 2002, İstanbul
ANKARA
Ankara İç Anadolu’nun kuzeybatısında yer alır. Kuruluşu Antik Çağlara kadar iner. Kuzeyde, doğudan batıya uzanan dağ zincirleri tarafından sınırlansa da, diğer üç yönden ulaşılması kolay bir konumda olduğu için, ilkin bir konaklama merkezi olarak gelişmiş, zamanla bir yerleşim merkezine dönüşmüş, 1. yüzyılda ise artık önemli bir kent olmuştur. İlin su kaynakları, İnce Su, Hatip Çayı ve Çubuk Suyu, zaman zaman kendini gösteren kuraklıklar yüzünden yetersiz kalmışlardır.
Kentin deniz seviyesinden en yüksek yeri Altındağ denilen bölgedir, denizden yüksekliği 1003 metredir. Buna yakın bir seviyede, bugün Kale denen bölgede kurulan kent, savunma açısından elverişli bir konumdadır. İl dahilinde yapılan Ahlatlıbel, Karaoğlan, Bitik, Karalar vb. gibi kazılardan çıkan buluntular yörenin M.Ö. 2000 yıllarından önce de meskun olduğunu düşündürmektedir. Kentin içinde yapılan Anıtkabir, İstasyon, Orman Çiftliği inşaatları esnasında ve araştırma amacıyla yapılan diğer kazılarda Hitit ve Frigya döneminden kalma tümülüslerdeki kalıntılar, bugün Ankara’nın yer aldığı alanın M.Ö. 2000 sonrasında da önemli bir yerleşim bölgesi olduğunu kanıtlamaktadır. Burada yer aldığı bilinen bir uygarlıktan ya da bir devletten söz edebilmek için M.Ö. 2500-1700 yılları arasında varlığını sürdüren Hattilerden başlanabilir.
TEVRAT (AHDİ ATİK) VE HİTİTLER
Ankara’nın yer aldığı Anadolu platosunda Hattilerden sonra akınlarla gelen Hind-Avrupalı bir kavim Hitit devletini kurar. Hattilerden etkilenip adını bile onlardan alan bu yeni gelenler, ırk, dil ve din açısından Hattilerden ayrıdırlar. Bu devlet ve bu kavimden ilk söz eden en eski yazılı kaynak (Ahdi Atik) Tevrat’tır. Tevrat’ın harf yapısından kaynaklanan bir nedenden dolayı asırlar boyunca yanlış anlaşılmış “Hittim” sözcüğünü, kimisi düşman anlamına gelen “Kittim” olarak okumuş, kimisi de anlatılanları hurafe diyerek hafife almıştır. Arkeologlar, Mısır hiyeroglif yazısı 1822’de okunabildikten sonra hafriyatlara başlamıştır. Hitit çivi yazısını çözme çalışmaları sonucunda, 1915 yılında bunun bir Hint-Avrupa dili olduğu anlaşılmıştır. 1930’larda ise yazılı metinlerin sözcük açısından taranması yapılmış, 1947’de iki dilde ve yazıda da hem Fenikece hem de Hititçe yazılmış bir anıtyazıtın bulunmasıyla bu kelime açıklığa kavuşabilmiştir. Tevrat’ta geçen Heth, Hitit sözcüğü de bazı Batı dillerine aynen alınmıştır.
İsrail Kralı Davit’in (M.Ö. 1010- 970) ordusunda paralı Hitit askerleri vardı. Uriah adında bir Hitit askerinin güzel karısı Bat-Şeva’yı gebe bırakan Davit, günahının ortaya çıkabileceğini anlayınca bu askerî sınıra, ölüme gönderir; dul hanımını da kendisine eş yapar. Dağılmaya yüz tutmuş Hitit Devleti’nin ordusunda atlı birlikler azdı. Davit’in ve Bat-Şeva’nın oğlu Kral Şelomo (Süleyman), ülkeler arası ticareti geliştirmişti. Kilikya atlarını ve kendi haralarında yetiştirdiği atları Hitit ordusuna satardı. Hareminde de Hititli kadınlar bulunurdu. Bu tarihî gerçekler de İbranilerle Hititlerin sürekli ve ciddi ilişkiler içinde olduklarını kanıtlar.
Hititler geçtikleri ya da işgal ettikleri topraklardan ülkelerine esir ve köle götürürlerdi. Mısır’a kadar yaptıkları akınlardan dönerken, kuşkusuz yol üstü olan İsrail’den de köle götürmüşlerdir.
Yazar Sabit Karaman, “Yahudi Tarihi ve Sion Protokolleri” kitabında, fresklerden söz ederek ve tarihçi Will Durant’ın “The Story of Civilisation” yapıtından da bazı bölümleri kendine göre çevirerek, küçültücü bir ifadeyle Hititlerle İbranilerin aynı ırktan olduklarını ileri sürer. Hititler Sami ırkından değildi. Dönemlerinin en uygar monarşist ülkesiydi. Hititler, olanı biteni kaydetmeye pek meraklıydılar. Resmî yıllıklar tutarlardı. Hititlerden günümüze kalmış sayısız tablet ve mektubun (kil) tümü okunduğunda pek çok konu da aydınlanacaktır.
Bazı tarihçiler Ankara’yı Hititlerin Ankuvva kentiyle bütünleştirir ve onun devamı sayarken, bazıları da Ankara’nın bulunduğu mevkide Hititlerin önemli bir askerî garnizonu bulunduğunu, bu garnizona yakın bir yerde de Ankuvva kentinin kurulu olduğunu ileri sürerlerdi. Bulunan bir tablette, “Başkent Hattuşa ile Ankuvva arası, üç gün ve iki gece mesafededir” anlatımı bu tezi çürütmüştür. Garnizon veya şehir, Anıtkabir’in bulunduğu alanda kazı sonucu çıkan kalıntılar, buluntular, Hitit karakteri gösterir. Hititlere son veren Frigler döneminde de Ankara önemli bir kenttir.
ANTİK ÇAĞ
Ankara’nın ünlü keçi yününü de ilk ihraç edenler Frigyalılardır. Frigya’yı Ankara’da Lidya Devleti izler. Kral Yolu üzerinde gittikçe önemi artan Ankara kentini Lidya Kralı Midas’ın kurduğunu belirten kaynaklar vardır. Midas’la ilgili efsaneler günümüze kadar gelmiştir. En ünlüsü de kralın her dokunduğunu altına çevirme dileğini tanrının kabul ettiği efsanedir. Dilek kabul olununca, işler sarpa sarmış ve Midas çok sevdiği kızına dokunamaz, ekmeğe, aşa el uzatamaz, yatağa uzanamaz olmuş, çareyi intiharda bulmuş. Altının insan yaşamı ile ilgisini kralların çok önemsediğini belirten benzer öykülere Talmud’ta da rastlanır.
1955 yılında Amerikalıların yaptığı kazılarda büyük uğraş sonucu açılan, boyu altmış metreyi geçen çok iyi korunmuş bir tümülüsün, Midas’ın mezarı olduğu saptanmıştır. Değişik türde bu mezar anıtta bulunan masa, iskemle, kap kacak gibi eşyalar arasında altından veya gümüşten yapılmış bir şey bulunmadığı gibi, erkek mezarlarında görülen silahlar da yoktur. Midas efsanesi ile çelişen bir durum…
Lidyalılar devrinde yaşayan Anadolu Yahudi toplumları üzerine bilgiler ve bulgular da, milat öncesi dönemde yaşayan Yahudi cemaatleri konusunda yazan Yahudi tarihçiler Josephus Flavius ve Philo’nun yapıtları dışında çoğu Yahudi olmayan yazarlardan kaynaklanmaktadır. Uygarlığın kaynağı olarak kabul edilen bu bölge hakkında Strabon’un tarihi yapıtından başka, Herodot’un eserlerinde de Atinalı hukukçu Solon’la Lidya Kralı Kroisos arasında geçen diyaloglar o dönemin düşünce ve sosyal yapısına ışık tutmaktadır.
Lidyalıların başkenti Sard, Manisa ili hudutları içinde kalan Sard çayı kenarında kurulmuştu. Arkeolojik kazılarda M.Ö. 600 yıllarına kadar inen, iyi korunmuş, bin kişi alabilecek kapasitede, bir sinagog kalıntısı, onun bitişiğinde bir toplantı salonu ve girişin solunda Yahudilerin işlettiği anlaşılan küçük dükkânlardan kurulu bir çarşı ortaya çıkmıştır. Bu kazılardan sonra Antik çağdan başlayarak Yahudiler önem kazanmış, konuya pek çok tarihçi eğilmiş, incelemiş ve incelemektedir.
Kalabalık bir toplum oluşturduklarına kuşku olmayan Yahudiler, kendilerine ayrıcalıklar tanıyan bir devletin önemli ticaret yolu olan Kral Yolu üzerinde yerleşmişlerdi. Sard’dan başka Aydın’da da varlıkları görülürken, Ankara’da az da olsa bulunmamaları pek inandırıcı gelmiyor… Kral Yolu bu kenti bir ticaret, uğrak ve konaklama yeri yaptığı gibi istilacılara da kolaylık sağlamış, el değiştirirken de yıkımlara ve kıyımlara uğramıştır. Lidya Krallığı’na Persler son verir, Persleri de başlarında Büyük İskender (M.Ö. 336-325) olmak üzere Makedonyalılar izler. İskender’in tarihçilerinden Kurtiyan ve Ariyanus’a göre, Ankara Kalesi onu çok uğraştırmış, kışı Gordiom’da (Polatlı) bekleyişte geçirmiş, şehri kolay kolay ele geçirememiştir.
İskender (Alexandre) hem anavatan hem de diaspora Yahudilerine ayrıcalık tanır ve Yahudileri en çok etkileyen yabancı devlet adamı olarak hep vurgulanır. Yahudiler arasında bugün bile Alex adı konur. Makedonyalıların yaşam biçimi ve kültürü en çok gençliği etkilemiştir. Yahudiler, İskender’in imparatorluğu dahilinde de vatandaş sayılırken, kendi dinlerine yönelik bazı ayrıcalıklara da sahip olmuşlardır. Bu ayrıcalıklar madde madde pirinç levhalara kazınmıştı. İlerleyen yıllarda da Roma yönetimi Yahudilerin bir birlik (collegium) oluşturduğu kentlerde benzeri ayrıcalıkları verip kentlerin meydanlarına dikilen tunç sütunlara da bunları kazıyarak halkı bilgilendirecek, böylece karşı gelmelerini (antisemitizmi) engellemeye çalışacaktır.
YAHUDİLER AÇISINDAN
ÖNEMLİ BİR DEVLET: “SELEFKİ”
İskender’in ölümünden, tüm ailesinin de öldürülmesinden sonra, Hint hudutlarına dayanan ve Mısır’ı da kapsayan imparatorluğu üç kumandanı arasında bölünür. Konumuz olan Selefki İmparatorluğu, Anadolu, Ege yöresi, İsrail, Suriye ve Mezopotamya’yı kapsayan bölgede kurulur. İmparatorluğun başkenti olarak Antakya (Antiokheia, Daphne) uygun bulunur. Kent geliştirilir, o çağın dördüncü büyük ve önemli sanat-kültür ve eğlence merkezi olur. Bu kent, Yahudilerin de yerleştikleri ve Helen tarzı yaşamaktan keyif aldıkları bir yerdi ve hakları çelik bir tablette yazılı idi, cemaatin başkanına “Arkhon” denirdi. Kralları III. Antiokhos (M.Ö. 223-186), 2000 Yahudi ailesini Mezopotamya’dan Kilikya ve Lidya’ya, yani Ankara’nın bulunduğu Galatya’yı saran bölgelere getirtip yeni koloniler kurar. Yahudi tarihine ışık tutan kaynaklar, çoluk çocuk sürülen, yaya olarak bunca yolu tepen bu kişilerin kaçta kaçının sağlam olarak, yerleştirilmeleri amaçlanan bu bölgelere vardığını belirtmez. Tarihçi J. Flavius ona Büyük Antiokhos der. Hoş, Yahudiler ta M.Ö. 7. yüzyılda Babil’e sürgün edildiklerinde, onlara “Dina De Malhuta Dina” sözleriyle, bulundukları ülke yasalarına itaatkâr ve yararlı olmaları belletilmişti. Bu nedenle olsa gerek, fatihler tarih boyunca ele geçirdikleri topraklara Yahudileri getirtip iskân etmekte yararlanmış, davetiyeler çıkarmışlardır.
Antiokhos da, Yahudileri Orta Anadolu’da küçük yerleşim bölgelerinde, askerî bakımdan stratejik Hierapolis’e, (Pamukkale) Apameia’ya (Dinar) yerleştirdi, bu bölgelerde askerî koloniler kurdu.
Bu yerleşim işini az buçuk aydınlatan belge, III. Antiokhos’un valisi Zeuksis’e, yerleştirme konusunda gönderdiği talimattır: “Yahudilere toprak dağıtılacak, dinlerine riayetlerinde rahatsız edilmeyecek, Makedonyalılar ve Helenlerle eşit statüde vatandaşlık verilecektir.” Bazı tarihçiler bu sürgünün ardından pek çok Yahudi’nin kendiliğinden geldiklerini de kaydeder. Makedonya devletinin hizmetinde Yahudi askerler olduğu gibi, Selefki ordusunda da Yahudiler vardı. Ayrıcalıklar kadar lehlerine alınan bazı ek kararları da bu duruma bağlayanlar vardır. Örneğin din adamlarına, sinagoga şarap, temiz yağ, odun gibi maddeler bedava sağlanmıştır. Bu sürgünlerin ardından Mezopotamya ve Doğu Anadolu’dan da Yahudiler gelerek bu bölgeye yerleşirler. Ankara civarına yerleştirilen bu Yahudilerden Ankara’ya gelip yerleşenler de olmuş mu?
GALATLAR
Ankara, Selefkilerden sonra Galatların eline geçer. Göçmen kavimlerden oluşan, Kelt kökenli ve Kelt dilini konuşan bu topluluk, terör estirdiklerinden veya süt beyazı tenlerinden ötürü Helenler ve Latinler onlara Galatlar adını verdiler. Galatlar savaşçı insanlardı. Akınlara çıkarlar, ihtiyaçlarını kılıç gücüyle elde eder, yağmalar “Vae victis!” (Vay yenilenlere!) deyip gaddarca davranırlar, yerleşik düzene geçmezlerdi. Selefki ordusunda, III. Antiokhos’un zamanında paralı askerlerken, başkaldırdıkları için, Frigya ile Kızılırmak’ın Ankara’yı da kapsayan kavisi arasında kalan bölgeye yerleştirildiler ve bağımsız bir tampon bölge oluşturdular. Bu bölge kısa bir süre önce Antiokhos’un Mezopotamya Yahudilerini yerleştirdiği, pek çoğunun da kendi istekleriyle gelip yerleştikleri bölgedir. Ankara’nın kuruluşu ile ilgili en eski yazılı belge, M.S. 3. yüzyılda yaşamış olan Rodoslu Apollonios’un “Karya” adlı tarihi eseridir.
O dönemin önemli kentlerinin kuruluş tarihçelerini şiir türünde kaleme alan Apollonios’a göre Ankara kentini Galatlar kurmuştur. Bu kaynağa göre, Avrupa’dan gelen Galatlar, Karadeniz yöresinde yer alan Pontus Krallığı Mısırlılarla savaşırken, Pontuslulara yardım edip onların kazanmalarına neden olmuşlar ve kendilerine ödül olarak verilen topraklara yerleşip Ankara kentini kurmuşlardır.
Mısırlılardan savaşta ganimet olarak aldıkları gemi çapalarını da beraberlerinde getirerek, kurdukları bu yeni yerleşim yerine Ankor (çapa) sözcüğünden türeyen “Ankora” veya “Ankyra” adını verirler. Çok şüpheli bir efsane olmakla birlikte gene de hoş… Kent, Galatlardan önce Frigya döneminde de vardı. Onlardan kalan yirmi tümülüs bunu açıkça kanıtlar. İskender’in savaşlarını anlatan “Anabasis” adlı eserde Ankira, kent adı olarak geçer. Tarihçi Dr. Erzen’in “Ankara” adlı yapıtında, “bu efsane kentin adının etimolojisini Grek ya da Latin diliyle bağdaştırmak bir zorlamadan başka bir şey değildir.” yazsa da, çapanın bu kentin geçmişiyle ilgili önemli bir öğe olduğu yadsınamaz. Galatlarla beraber kentin arması çapa olarak görülür. M.S. 2. yüzyılda yaşamış olan Helen tarihçi Pausanias bu çapayı Jüpiter Tapınağı’nda gördüğünü yazar. Roma İmparatorluğu süresince de Ankara’nın arması bir gemi çapası olmuş ve bazı sikkelerde de, madalyonlarda da çapa kabartması yer almıştır.
Galante, iki ciltlik “Ankara Tarihi”nde, bu kentte açık kumral, mavi gözlü Gallileri anımsatan Ankara köylülerine rastladığını yazar. Bu kadar değişik kavimlerin gelip geçtiği ya da yerleştiği bu bölge halkının ırkı konu edilebilir mi bilmiyorum. Haddim olmayarak ilave etmeliyim ki, Ankara Yahudilerinde Galatları çağrıştıran, uzun boylu, duru süt beyaz tenli, mavi gözlü sarışınlar olduğu gibi (örneğin Tezman ve Çakır aileleri), Tokat’tan gelip Ankara’ya yerleşenlerde de bu özellikler vardır (Sevilya, Tezel aileleri). Bu olgu, Yahudiler ile Galatlar arasında karışık evlenmeler, birliktelikler kadar, bazı Gallerin Museviliği kabulü sonucu gelişen bir durum gibi de görünüyor. Halkın bu fiziksel özellikleri 1770 yılında Tournefort’u da şaşırtmıştı. 19. yüzyılda bu kentte üç ay geçiren tarihçi G. Perrot, Ermeni kadınların İstanbul’dakilere benzemeyip mavi gözlü ve sarışın olduklarını hayretle nakleder. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyunundaki Ankaralı kahramanlar da Galli tipinde seçilmiştir.
“Tosefta” adlı yapıtında, ünlü bilge din adamı R. Akiva’ya (M.S. 40-135) atfen, Galatlar yönetimindeki Galat Yahudilerinden söz edilir. Galatya bölgesinden (merkezî ve en büyük kenti Ankara olan Galatya bölgesinden!) Kudüs’e gelmiş Menahem adlı bir öğretmenin de adı geçer. Galatlar sosyal ve kültürel alanda Helenleşirler, bağımsızlıklarını korumakta başarısız olurlar. Ankara, Bergamalılar (Pergamon) ile Galatlar arasında bir iki kez el değiştirir. O dönemde zengin, aydın, sanayileşmiş Bergama’da hatırı sayılır bir Yahudi topluluğu vardı. Bu topluluk Roma ile iyi ilişkiler içindeydi ve gerektiğinde onların koruyuculuğunu isterlerdi. 1. yüzyılın ortalarında Bergama kralı ile Judea (İsrail) Başkanı Antipar da sıkı ilişkiler içindeydi. Pontus Kralı Mitridat, Mısır’da İskenderiye’nin batısındaki Pelusium kentini kuşattığında, Antipar’ın yanında 300 Yahudi askeri de savaşır ve Mitridat’ı ağır kayıplara uğratıp savaşın kazanılmasını sağlar. Bu başarı ilerde Sezar’ın Mısır’a kolayca girmesini kolaylaştırdığı için de Roma, Bergama’yı da Judea’yı da ödüllendirecektir. Askerî açıdan teçhizatsız Galatlar, Bergamalılara karşı, Roma’dan askerî yardım isterler. Sömürücü, çapulcu Galatlardan şikâyetçi olan yerli Ankara halkı, bu gelişten memnun olarak Roma’nın işini kolaylaştırır. Roma ordularını geri çekmez. Yıllar sonra da (M.Ö. 25) Galat Kralı Amintas’ın ölümüyle davet üzerine yardıma geldikleri Ankara’yı Roma İmparatorluğu’na resmen katar. Kralları Attalos’un vasiyeti üzerine Bergama, bu arada iyi ilişkiler içinde bulunduğu Roma İmparatorluğu’na katılacaktır.
Bergama konusunda yazılanlar kadar, Ege ve Akdeniz’e açılan kentlerdeki Yahudi toplumlarının varlığı ve güçleri konusunda yazılanlar da bizim bilgi kadar fikir sahibi olmamızı da kolaylaştırmaktadır. Tarihçi Reinach, 1. yüzyılda adam başı hesabıyla Anadolu’da Kudüs Mabedi için toplanan paradan yola çıkarak, o yıllarda Küçük Asya’da 180.000 Yahudi’nin yaşadığını ileri sürer. İlk anda abartılı bir sayı gibi görünse de, imparator Claudius’un isteği üzerine M.S. 42’de yapılan ilk nüfus sayımında, Roma İmparatorluğu’nun dahilinde, sayıları yedi milyona yaklaşan (6.944.444) Yahudi’nin yaşadığı bulunur.
Ege’ye açılan kentlerde bazen yerli halk Yahudilere verilen imtiyazlara karşı gelir. Örneğin, Efes’te “İnançlarımızı da kabul etsinler, bizim tanrılarımıza tapsınlar” isteğiyle taşkınlıklarda bulunurlar. İmarı gerekli pagan tapınaklara da Kudüs için toplanan paradan pay ayrılmasını isterler. Bu parlak dönemde, yol üstü önemli bir kent olan Ankara’da, diğer kentlerin Yahudileriyle de ilişkilerini sürdüren bir toplum muhakkak ki vardı. Bunu pek çok tarihçi, ayrıntılarına girmese de, kabul eder. Bulgular, belgeler, Roma Ankara’yı aldığında, bu kentte bir Yahudi toplumunun varlığını kanıtlar niteliktedir.
ROMA DÖNEMİNDE ANKARA
Günümüz Ankara’sını saymazsak, Ankara tüm tarihi boyunca, altın yıllarını Roma döneminde yaşamıştır. Romalılar kenti Anadolu’nun başkenti, metropol ilan ederler. Kentin adı resmî belgelerde “Tektasagon Neocoros Lamportante Metropolis Sebaste d’Antoniania Ankyra” olarak geçer. Her sözcük bir niteliğe veya bir imparatora atfen verilmiştir. O zamanki nüfusu 100.000’dir. Önemli bir askerî üs olduğu kadar, bir sınai ve kültürel merkezdir de. Ankara üç lejyon asker bir arada konaklayabilecek büyüklükte askerî tesislerle donatılmıştır. Pek çok gladyatörün bir arada çarpışabileceği büyüklükte bir hipodromda, aslan, kaplan, leopar, ayı gibi hayvanlarla gösteriler yapılırdı. Her yıl günlerce süren, iki aya kadar uzatıldığı da vaki olan, av ve eğlence şenlikleri düzenlenirdi. Halen kalıntıları görülebilen ünlü, görkemli Roma hamamı, spor gösterileri kadar, politik tartışmaların da yapıldığı sosyal bir tesisti. Amfiteatrdan başka, Dionysos şenliklerinde yer alan oyunların sergilendiği bir tiyatro da vardı. 1834 yılında Ankara’yı gezen ve inceleyen C. Texier, “Ortalıktaki halen görülen eski kalıntılara, yıkıntılara bakılırsa Ankara, Roma kentini andıran görüntü ve zenginliğe sahip olmalıydı” kaydını düşer.
Friglerin tanrıçaları Kybele ve tanrıları Men için yaptırdıkları tapınağın üstüne, kenti alan kumandan ve imparator adına, yaygın adıyla Augustus Tapınağı olarak bilinen anıtı dikerler. Arkeoloji terminolojisinde, “Monumentum Ancyranum” (Ankara Anıtı); tarihçilerin kitabesinden dolayı da “Res Gestae Divi Augusti” (Tanrılaşmış Augustus’un yaptığı işler) olarak kayda geçirdikleri bu belgesel anıt, tarih boyunca Ankara kentinin ünlenmesine neden olmuştur. Bu anıtın halen ayakta kalan bir mermer duvarının bir tarafı Grekçe, diğer tarafı Latince olmak üzere kentin alınışını, kralın kahramanlığını, Ortadoğu ve Akdeniz ülkelerinin o günkü durumlarını anlatan tarihî bir belge olduğu kadar, aynı zamanda bir vasiyetnamedir. Senatonun onayı ile adına bu anıtın dikilmiş olması, Augustus’un kumandanlar arasındaki anlaşmazlıkları ve eyaletlerdeki karışıklıkları sona erdirerek barışı ve huzuru sağladığı için ödüllendirilirken, aynı zamanda kutsallaştırıldığının da bir kanıtıdır. Roma’da mezarı başında bulunan kitabedeki yazıların bir kopyası, bronz levhalara yazıldıysa da, korunamamış olması Ankara anıtını önemli kılmıştır. “Res Gestae Divi Augusti” kitabesinde Yahudiler veya Judea ile ilgili herhangi bir bilgiye rastlamadım.
Milliyeti ve kişiliği tartışmalı –Yahudi olamaz– ünlü Avusturyalı elçi-araştırmacı yazar Busbeck (Busbecquise) ve arkadaşı Dernschwam, Kanuni Sultan Süleyman’ı görmek üzere 1555’te Amasya’ya giderlerken Ankara’da kısa bir süre kalmışlar; Busbeck bu anıtla ilgilenerek, yer yer evlere duvar görevi yapan bu anıttan zorlukla yazıları kopyalamış ve bu eseri dünyaya tanıtan ilk kişi olmuştur. 1960’larda, Ankara’da Milli Kütüphane’nin bodrumunda yapış yapış toz ve bir canlı örümcekle birlikte önüme gelen kitaplarında, Ankara Yahudilerinden söz eden hiçbir bölüm bulamadım. Kitabın birini noktalarken, “İstanbul’da Yahudi Dr. Hamon çok istediğim bir kitabı satmadı” diyerek hayıflanır. Yapıtının başka bir yerinde de Ankara’da sikke almak üzere gittiği bir dükkânda “Dün bir oda dolusu gavur mangırımız vardı, erittik, çaydanlık yapıyoruz” yanıtıyla karşılaşınca, “Yazık! İki torba dolusu altın verirdim” dediğini yazar ve adamı üzdüğü için böbürlenir. Anlaşılan kıymetli bulduğunu alıp götürmüş…
Romalılardan kalan pek çok mermer anıt, tarihe ışık tutan yazılı büst kaideleri ne yazık ki yüzyıllar boyunca mermer ocaklarında kirece dönüştürülmüş, kentin surlarının yapımında ve onarımında kullanılmıştır. Augustus Tapınağı sonradan kiliseye, ardından da cami ve medreseye dönüştürüldüyse de, hemen yanı başında Hacı Bayram Camisi yapıldıktan sonra kendi haline, halkın iskânına bırakılmıştır. Bugün ayakta kalan duvar, bir istinat duvarı gibi kullanılmış, ona dayanan evler inşa edilmiştir.
Busbeck’ten başka 16. yüzyıldan başlamak üzere bu yazıları okumak üzere pek çok tarihçi arkeolog Ankara’ya gelmiş, evlerin içindeki duvarlarda yazılı olanları ortaya çıkarıp kopyalayarak eserlerine geçirirlerken de arada o dönemin Ankara’sına değinmişlerdir.
1855’te Ch. Texier, daha sonra Perrot, Prof. Schede ve mimar Krenker (1925-1926) ise evleri yıkarak ve yaptıkları kazılarla anıtı daha bir ortaya çıkarmışlardır. Bunlara göre mabet Roma döneminden kalma bir tapınak değil, M.Ö. 2. yüzyıldan kalma bir Helenistik tapınaktır. “Res Gestae Divi Augusti” şeklindeki yazı sonradan eklenmiş, böylece mabet bir Roma anıtına dönüştürülmüştür.
Günümüzdeki durumu ise müzeler umum müdürünün çalışmaları sonucu gerçekleşmiştir. Ankara’nın Roma yönetimi altına girdiği yıllarda Yahudiler, o günkü dünyanın her yerinde topluluklar oluşturmuş olarak görülürler. Yahudi dini yayılmış ve altın çağını yaşamaktaydı. Augustus Tapınağı’nda adı geçen Roma İmparatoru Augustus zamanında (M.Ö. 63-M.S. 14), Ankara’da bir Yahudi cemaati vardı.
Roma İmparatoru Claudius (İ.Ö. 10-54), Büyük İskender’in imparatorluğu dahilindeki Yahudi topluluklarına tanıdığı ve Roma İmparatorluğu’nun da sürdürdüğü ayrıcalıkların yeni alınan kentlere de tanınmasını, bu ayrıcalıkların tunç sütunlara kazınıp Yahudi cemaatlerin bulunduğu kentlerin meydanlarına dikilmesini buyurur. Anadolu’da, Ankara’da da böyle bir tunç sütun, Augustus anıtının yakınına dikilmiştir. Prof. Galante, böyle bir sütunun Ankara’da dikilmiş olmasının, o zamanlar bir Yahudi toplumunun varlığını kanıtlamaya yeterli bulur. Varlığı bilinen ancak zaman içinde yok olan birçok anıt gibi, bu sütun da bulunamamıştır.
Ankara’da bir Yahudi toplumunun varlığını doğrulayan ikinci bir kanıt da İncil’de yer alır.
Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’de, “Galatlara Mektup” adı altında, havarilerden St. Paul’ün uzun bir mektubu vardır. Merkez Ankyra olmak üzere Roma İmparatorluğu dahilindeki Galatya eyaleti halkına hitap eder. St. Paul olarak ünlenen bu havari Tarsus doğumlu, Şaul adında Yahudi bir din adamıydı. Kudüs’te Sanhedrin –en üstün din kurulu– üyesiyken, Suriye Yahudilerini teftişe gönderilir. Yahudi kaynaklarına göre, yolda kendisini güneş çarpar, kendinden geçer. Ayıldığında tanımadığı ve görmediği İsa’nın taraftarı kesilir.
Hıristiyanlara göre ise, İsa ona görünür, hidayete erer ve İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak kabul etmeyen Yahudilere kızıp kendisi İsa taraftarı olur. Kudüs’e dönmez, büyük bir Yahudi toplumunun bulunduğu Şam’ı merkez yaparak Anadolu’ya gelir gider. Özellikle kendi ailesinin yaşadığı Tarsus başta olmak üzere, Bergama, Efes, Antakya, Ankara gibi Yahudilerin kalabalık cemaatler oluşturduğu kentlerde vaazlar vererek İsa’nın, peygamberin de ötesinde, beklenen mesih olduğuna Yahudileri inandırmaya çalışır. Vaazlarını bazen sinagogların içinde, bazen de sinagoga sokulmadığından, kapı önlerinde ya da toplantı yerlerinde verir. Efes’e ikinci gelişinde onu sinagoga kabul etmezler, karşı çıkarlar, o da zengin bir Yahudinin özel sinagogunda vaaz vermek zorunda kalır. İki kez Ankara’ya gelir, mesajından anlaşılan, bu yörede başarılı olamaz. Fikir ayrılığına düştüğü kesimi ağır bir dille suçlar, “deli misiniz, akılsızlar” gibi ifadeler kullanır. Ankara Yahudileri küçük bir toplum oluştursalardı kuşkusuz bu havari bu kadar önemsenmez, iki kez bu şehre gelmez ve Galatya’dan İncil’de söz edilmezdi. Bu konularda otorite sayılan Ernest Renant ise Galatya’da Paul’ün yerel din adamları ile anlaşmazlığa düştüğünü, Hıristiyanlığa yanaşan bu Yahudi din adamlarının İsa’yı şahsen görmediğinden, Paul’e saygı göstermediklerini yazar. Renant’a göre bunlar Kudüs’te yüksek okullarda okumadıkları için cahillilikleri nedeniyle Paul’e karşı gelmişlerdi.
Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı 1. yüzyılda etkilenen putperest ve Yahudilerin bir kısmı İsa’yı kabul etse de eski inanışlarını da sürdürürler. Yahudiler ne cumartesiden ne de sünnetten vazgeçer. Hoş o yıllarda henüz Hıristiyanlık sözcüğü ortaya çıkmamıştır. Ayrı bir din olarak netleşmemiştir ve din adamları bir anlaşmaya varmamıştır, Yahudiliğe yakın bir mezheptir.
Hıristiyan dininin kurallarını belirlemek ve bir fikir birliğine varmak üzere kurulan ilk kurul olan St. Sinod M.S. 314’te Ankara’da toplanır. Ünlü din adamlarından St. Jerome, o yıllarda bile Ankara’dan “sık sık yanlışlara düşen kent” diye söz eder. M.S. 358’de ikinci bir dinî konsey toplanmasına rağmen Augustus Tapınağı 362 yılına kadar bir kısım halkın devam ettiği bir tapınaktır. Cumartesi günü dinlenme günüdür. Hamursuz Bayramı ile Paskalya aynı zamanda başlamaktadır. Roma yönetimi din ve inanç açısından vatandaşlarına karışmadığından, St. Paul serbestçe hareket edebilmiştir. Zamanla Hıristiyanlığın fazla yayılmasından hoşnut olmayan yönetim engellemeye çalışmış, Hırstiyanlığı yaymaya çalışan St. Plato Ankara Kalesi dışında Campo Amoeno’da öldürülmüştür.
Hıristiyanlık tarihinde ünlenmiş bir Ankaralı piskopos (Ankaralı Aziz Clement), Sofia adlı inançlı bir hanımla, inançsız bir babanın oğluymuş. 28 yıl Hıristiyanlığı kendi doğrultusunda yayma mücadelesi uğruna işkencelere göğüs germiş, ancak M.S. 296 yılında, Agathangelos adlı bir müridiyle birlikte yönetim tarafından öldürülmüştür. “Ankaralı Şehit Aziz Clement ” olarak anılır. Kilise, Ocak ayının 23. gününü kilise, Aziz Clement günü olarak resmen kabul etmiştir. Hıristiyanlığın yayılması ve resmen kabul edilmesinden sonra durum değişir. St. Paul’ün gelip vaaz verdiği alanlar ve mekânlar kutsal sayılmış, bu yerlere sonradan kiliseler ve manastırlar yapılmıştır. Bir efsaneye göre Ankara halkı Etlik yolunda, yüzyılımızın başına kadar görülebilen Wank Manastırı’nın, St. Paul orada vaaz verdiği için ona izafeten yapıldığı inancını taşırmış. Yahudi mahallesi de oralarda bir yerlerde miydi?
Adliye Sarayı’nın bulunduğu Anafartalar Caddesi yakınında bir St. Paul Kilisesi vardı. Bu da Yahudi mahallesinin o civarda kurulmuş olabilme ihtimalini akla getirir. Bugün sinagogun bulunduğu Yahudi mahallesinde yapılan kazılarda Roma dönemine ait su künkleri çıkmıştır, demek ki belki de o yıllarda meskun olan bu yerler, zamanımıza kadar kalmış olamaz mı?
Birden fazla Yahudi mahallesi de olabilir. Roma dönemine kadarki kayıtlarda, Ankara’da beş mahalle görülür. Roma döneminde şehir gelişir ve bu sayı on ikiye çıkar. Bu bölümlere füle denirdi. Her birine de ayrı bir isim verilmiştir. Ankara dahilinde Çankırıkapı’da bulunan bir kitabede de M.S. 2. yüzyılın birinci yarısındaki bu fülelerin adları sıralanmıştır. Roma İmparatorluğu’nun fülelere ayırdığı kentlerin yönetimi halkın elindeydi. Kuşkusuz Yahudiler de vardı ama kayıtlarda Galante’ye göre, çoğu Galatları çağrıştıran adlar, kimine göre de Grekçe isimler yer alıyor. Kuşkusuz İskender’den sonra Yahudiler, daha sonra da Galatlar Grek isimler seçtiklerinden, izlerini bulmak zorlaşmaktadır.
A. Galante’nin, “Ankara Tarihi”nin ikinci cildinin Musevilik sayfasında geçen bir cümle beni hayli uğraştırdı. “Ankara ahalisi tarafından Yehudiyenin (Yahudi toprağı) Roma valisi Tiberius Severius’un şerefine, 133 senesinde rekz ettiği bir abidede, Yahudi isyan şefi Bar Kohba’dan (Ben Coziba) bahsediliyor.
Darmaster’in kitabını bulamadım. Galante, “aramakla bulunmaz, ille rast gelecek” diye yazar, aynen de dediği gibi oldu. XIX. yüzyılın ilk yarısında Ankara yakınında C. Texier’in bulduğu büstsüz heykel kaidesindeki yazı, anıtın Galatyalı Tiberius Severius’a ait olduğunu, kendisinin Germanya valisi iken Bar Kohba isyanını bastırmak üzere Yehudiye’ye atandığını, başarılarını ve diğer bilgileri içerir. “Encyclopedia Judaica Castellana”nın Bar Kohba makalesinde de “İsyanı bastırmak için İngiltere’den asker olarak Tiberius Severius’u, vali olarak da Germanya valisini gönderdiler” diye yazar. Kendilerinden birinin böyle önemli ve çıban başı bir eyalete bir isyanı bastırmak üzere atanmasından gurur duyan Ankaralı Galatlar, T. Severius’un onuruna anıt dikmişlerdir.