İşte bu, Erkekler için Bridget Jones…
Gülmekten Altınıza kaçırtan esprilerin hepsi gerçek… Bir erkeğin zihnine kısa bir bakış için en iyi kitap.
—People
Michael Adams yirmili yaşlarının sonlarında evini başka üç adamla paylaşan bir reklam jingle bestecisidir. Günlerini yatakta uzanarak, bilgisayar ve gereksiz müzik oyunları oynayarak geçirir ve nadiren de çalışmaktadır. Ve canı istediğinde köprüden karşıya geçer ve şüphelenmeyen karısı ve çocuklarının yanına döner.
Michael çifte hayat yaşamaktadır. O karısına gece çalışacağını ya da iş seyahatine çıkacağını söylerek bebeklerin perişan edici yoruculuğundan kaçmaktadır. Eşi zorluklar içinde boğuşurken, o birkaç mil uzaklıkta erkek cennetinde çocuklarıyla ilgilenmek zorunda kalan çoğu adamın hayalindeki aptalca, anlamsız ama inanılmaz eğlenceli şeyleri yapmaktadır ta ki bu kaçışı ortaya çıkıp evliliğini yok etme tehlikesi tehdidi ile yüzleşene kadar.
Erkek İçin En İyisi günümüz erkeğinin ruhunun derinliklerinden bir parça sunan trajikomik aile çekimi kaçma hayali arasında kalmışlığın bir itirafıdır. Dürüst bir gözün incelik kattığı günahsız bir zamanlama, cömert bir şekilde hem belaltı espirileri hem de erkek ile kadının birbirlerine benzer olmadıkları bilincinin şokunu aynı başarıyla sunuyor.
John O’Farrell okuyucuya babalığın hak ettiği ihtiyaç duyduğu canlı ve zeka yüklü bir roman sunmuş.
“Bu çok iyi. Oldukça eğlenceli. Çılgınca iyi yazılmı, akıllıca ve kıyasıya gözlemlenmiş ve erkekler, kadınlar, aşk ve ane-babalık hakkında bilgi yüklü, her sayfasını ürkmüş bir bilinçle okuyacaksınız. Muhteşem, muhteşem, muhteşem.
—İndia Knight
“Esprilerle yüklü… Tükenmek bilmeyen mizah. Bana göre bir kadının erkek beyninin nasıl işlediğini anlaması için bu kitap en iyisidir. Her sayfasında kahkahalar garanti. John O’Farrell komik mi? Oldukça.”
—The Mirror
“Büyük eğlence… Görkemli bir itirafçı anlattım. Bu çılgınca okunan gözlem kitabı bekarlık nostaljisinin absürt neticelerine yapılan bir keyif yolculuğudur.”
***
TEŞEKKÜR
Georgia Garrett, Bili Scott-Kerr, Mark Burton, Simon Davidson ve Charlie Dawson,a teşekkürlerimle.
Bölüm 1
Erkek için en iyisi
Kendi kendimin patronuyken, uzun saatler boyunca çalışmak gerçekten pek mümkün olmuyordu. Patron, sürekli olarak öğleden sonra paydos etmeme izin verirdi. Bazen sabahlan da izin verdiği oluyordu. Bazı günler, “Bak bugün bayağı çok çalıştın, neden yann hak ettiğin gibi iyice dinlenmiyorsun?” derdi. Uyuyakaldığımda nerede olduğumu sormak için hiç aramazdı. İşe geç kaldığımda hep benimle aynı anda çıkagelirdi ve ne bahane uydurursam uydurayım her zaman inanırdı. Kendi kendimin patronu olmak harikaydı. Kendi kendimin elemanı olmak ise felaketti, ancak eşitliğin bu tarafım hiç düşünmezdim.
O istisnai günde, çocukların sesiyle uyanmıştım. Bu demek oluyordu ki, sabah yollara düşmüş çocuklar okula varmaya başlamışlardı; yani saat dokuzdu veya ilk teneffüs olmuştu; yani on biri çeyrek geçiyordu. Saate bakmak için yatakta yuvarlandım ve radyo alarmlı saatimin üzerindeki minik rakamlar bana saatin 13.24 olduğunu gösterdi. Öğle yemeği saati. Kesintisiz on dört saat uyumuştum. Tüm zamanların rekoruydu bu.
Her ne kadar radyo alarmlı saatim desem de, gerçekte o sadece büyük ve hantal bir saat olarak iş görmekteydi. Radyo alarm özelliğini kullanmaktan uzun süre önce vazgeçmiştim;
Erken saatlerde sabah ereksiyonlan eşliğinde, sürekli Sudan’da kıtlığın arttığı veya Prenses Anne’in yirmilik dişlerinin çekildiği gibi haberlerle uyanır olduktan sonra. Bir ereksiyonun bu kadar çabuk yok olması hayret vericiydi. Her neyse, çalar saatler uyumaktan daha önemli yapacak işleri olanlar içindir ve bu da benim anlamaya çalıştığım bir durumdu. Bazı günler uyanınca, kalkıp giyinmeye değmeyeceğine karar verir ve öylece yatakta kalmaya devam ederdim, ta ki yatma zamanına kadar. Ama bu kayıtsızca ‘aman kalksam ne olacak ki’ manasında bir yatış değildi, bu olumlu bir şeydi; ‘hayat kalitesi’ olarak bir ya* takta kalıştı. Boş zamanların hakikaten ‘boş’ olması gerektiğine karar vermiştim. Bana kalsa, Balham Hobi Merkezinde yorganların ayak ucuna bırakılmış tüm pazar gazeteleriyle birlikte, sıra sıra yataktan başka hiçbir şey olmazdı.
Benim yatak odam çok gelişmişti. Öyle ki, yataktan kalkma ihtiyacı tamamen minimuma indirgenmişti. Komodin yerine bir buzdolabı vardı, içinde de süt, ekmek ve tereyağı bulunurdu. Buzdolabının üzerinde, fincanlarla dolu bir tepsi, bir kutu poşet çay, muhtelif kahvaltı gevrekleri, bir ekmek kızartma makinesi ve üzeri fişlerle dolu bir priz grubu arasında kendine yer bulmaya çalışan bir su ısıtıcısı dururdu. Su ısıtıcısının düğmesine bastım ve kızartma makinesine birkaç dilim ekmek attım. Günlük gazeteye doğru uzandım ve yere düşen anahtarların şıngırtısıyla biraz afalladım. Sonra hatırladım ki on dört saat boyunca kesintisiz uyumamıştım aslında, o sabah hayal meyal, ancak can sıkıcı bir konuşma geçmişti. Hatırladığım kadarıyla şöyle bir şeydi:
“Pardon ahbap!”
“Hı?” diye yorganın altından cevap vermiştim.
“Pardon ahbap. Benim. Gazeteci çocuk,” dedi ürkek çocuktan çıkan çatlak ses.
“Ne istiyorsun?”
“Annem artık gazetenizi yatağınızın başucuna kadar getirmeme izin vermiyor.”
“O nedenmiş?” diye yataktan çıkmadan sızlandım.
“Bunun tuhaf olduğunu söylüyor. Alo Çocuk Hattını aramasını önlemeliyim.”
“Saat kaç?”
“Yedi. Buraya kadar getirmek için bana haftada birkaç paund fazladan verdiğinizi ve her şeyi ona anlattım ama bunun tuhaf olduğunu ve diğer herkes için yaptığım gibi gazetenizi sadece posta kutunuza bırakmama izin verdiğini söyledi. Kapınızın anahtarlarını buraya bırakıyorum.”
Bundan sonra başka bir şey konuşulduysa da hatırlamıyordum. O an tekrar uykuya dalmış olmalıyım. Anahtarların şıngırtısıyla hayal meyal hatırlamış oldum. Bunun üstüne bir de savaş, şiddet suçlan ve çevresel felaket hikayelerine göz atarken kendimi giderek daha da depresif hissetmeye başladım. Bugün, gazetemin yatağımın başucuna kadar getirildiği son gündü.
Hafiften kararmış ekmeğim makineden fırladı ve fokurdamaya başlayan su ısıtıcısının düğmesi attı. Tereyağı ve süt buzdolabının üst raflarında dururdu; böylece yataktan kalkmama gerek kalmadan onlara ulaşabiliyordum. Buzdolabını ilk aldığımda, odama yerleştirince gözlerime inanamayarak dizlerimin üzerine çöküp kaldım. Dolabın kapağı ters tarafa açılıyordu ve yataktan kapak koluna yetişemiyordum! Dolabı baş aşağı koymaya çalıştım ama bu birazcık saçma oldu. Yatağın öbür tarafına koyayım dedim ama bu sefer de yatak odasından bozma stüdyomun bir tarafına istiflediğim klavyemi, mix masasını ve diğer müzik aletlerimi kaldırmam gerekiyordu. Eşyaları Adanın içinde oradan oraya sürükleyerek geçirdiğim saatlerin sonunda, nihayet ayağa kalkmak gibi yorucu bir faaliyete girişmeden, dolaptan rahatça bir şeyler alarak kahvaltımı yapıp, telefona ulaşıp, televizyon izleyebileceğim bir yer bulabilmiştim yatağımda. Eğer birileri yerimden kalkmadan kendi kendime kullanabileceğim bir sonda aleti pazarlasaydı ben kesinlikle ilk müşterileri olurdum.
Rahatına düşkün biri için yatakta kahvaltıdan daha iyi tek şey, yatakta öğlen vakti kahvaltı etmektir. Bunun kötü tarafı ise, tereyağlı ekmeğin tadının adeta tüm yiyeceklerin tanrısı gibi algılanmasıdır. Çayımı yudumlayıp, en sevdiğim filmlerden biri olan, Billy Wilder’ın Apartman’ının başlangıcını izlemek üzere muhtelif uzaktan kumandalardan biriyle tam zamanında televizyonu açtım. Yastıklarımı kabartırken filmin sadece ilk birkaç dakikasını seyredeceğimi düşünüyordum; sadece o büyük sigorta şirketinde yüzlerce kişiyle birlikte tamamen aynı monoton işi yaptığı kısmını. Kırk dakika sonra cep telefonumun sesiyle yerimden zıplayarak girmiş olduğum transtan çıktım. Televizyonun sesini kısıp, telefonu şarjdan çıkardım.
“Selam Michael, ben DD&G’den Hugo Harrison. Muhtemelen bugünün sonuna kadar parçayı bitirebileceğim söylemiştin ya… Unuttuysan diye bir arayayım demiştim.”
“Unutmak mı? Dalga mı geçiyorsun? Bütün hafta üzerinde çalıştım. Şu an stüdyodayım.”
“Peki söylediğin vakitte yetiştirebilecek misin sence?” “Bugüne kadar teslim tarihini kaçırdığımı hiç gördün mü Hugo? Şimdi bir remix yapıyordum, yani saat dört beş gibi büyük ihtimalle sende olur.”
“Peki.” Hugo’nun sesi hayal kırıklığına uğramış gibi geliyordu. “Demek ki o saatten önce alma şansımız yok. Biz de dublaja geçmek için bekleyerek oyalanıyoruz.”
“Peki, deneyeceğim. Doğrusunu istersen dışarı kadar çıkıp yemek yemeyi düşünüyordum ama acil gerekiyorsa çalışmaya devam edeyim.”
“Teşekkürler Michael. Harika! O halde görüşmek üzere.” Cep telefonumu kapattım, tekrar yatağıma uzandım ve Apartmariı sonuna kadar izledim.
Bestemi aslında dört gün önce tamamlamış olduğumu DD&G’den Hugo’ya söylememiştim. Fakat birileri bir parça için sana bin paund ödediğinde, işi aldıktan iki gün sonra teslim edemezsin. Paralarının karşılığını aldıklarını hissetmeliler. Mümkün olan en kısa zamanda istediklerini sanırlar ama biliyorum ki benim bir haftama patladığını düşündüklerinde çok daha fazla takdir edecek ve beğeneceklerdi.
Ajansın bestemin üzerine koyacağı slogan şöyleydi: ‘Kendini spor araba sanan lüks araba.’ Buna uygun şekilde, tiz bir elektrogitar sesine dönüşen basit, ağır bir giriş yaptım. Ağır kısım, otuzlu yaşlannda şu lüks arabalardan kullananların tekdüze hayatları için; elektrogitar ise artık eskide kaldığının farkına varmaya başladıkları ateşli, heyecanlı hayatlar içindi. Bundan bahsettiğimde, Hugo bunun mükemmel bir fikir olduğunu düşündü ve bu yüzden anında kendi fikriymiş gibi gelene geçene anlatmaya başladı.
Genellikle aldığım her işi anında yapardım ve sonra müşteriyi düzenli aralıklarla arayarak şu tarz şeyler söyledim, “Bak, elimde gerçekten çok hoş bir şey var ama sadece on üç saniyelik. Gerçekten on beş saniye sürmesi şart mı?” Onlar da, “Eh, gerçekten beğendiğin bir şeyse, belki bir dinlesek iyi olur. Ama on beş saniyeye uzatmak için yapabileceğin hiçbir şey yok mu? Belki biraz yavaşlatmak veya başka bir şey yapılamaz mı?” derlerdi.
“Biraz yavaşlatmak mı? Sen neden bahsediyorsun?”
“Bilmiyorum. Ben besteci değilim.”
Sonra bir çözüm bulacakmış gibi numara yapardım. Böy- lece müşteri hâlâ işin üzerinde çalıştığımdan emin bir şekilde ve bitirmeme yardımcı olmanın memnuniyetiyle telefonu kapatırdı. Ve her zaman stüdyomdaki kayıt cihazımda on beş saniyelik bir reklam müziği hazır dururdu. Reklam ajanslarına işi ne zaman anında teslim ettiysem, her seferinde önce hevesli görünüp birkaç gün sonra da değişiklik isteğiyle geri döndüler. İşi onlara son dakika teslim etmenin çok daha iyi bir fikir olduğunu öğrenmiş oldum; mükemmel olduğuna karar vermekten başka bir seçenekleri kalmadığında.
Aslında, muhtemelen aşağı yukarı benim yaşlanmdaki diğer herkes kadar çok iş yaptığıma kendimi ikna etmiştim, yani günde yaklaşık iki-üç saat kadar. Ancak hayatımın kalan kısmını, müdür içeri girdiğinde bilgisayar ekranımdaki Solitaire oyununu kapatıp yerine boş bir belge açmak veya kişisel telefon görüşmelerim sırasında ses tonumu değiştirmek gibi çalışıyor rolü yaparak harcamamaya kararlıydım. Akranlarımdan gördüğüm kadanyla, sabahlan işe gelince bir veya iki saat boyunca sohbet ettiğiniz, yaklaşık saat on birden yemek saatine kadar gerçekten yararlı işlerle uğraşıp, öğleden sonra işe geri dönünce de, günün kalanını http://www.titsandcocks.com’dan çıplak bir transseksüel resmi indirerek tam bir konsantrasyon içinde geçirmeden önce, muhasebedeki Gary’ye saçma bir e-posta gönderdiğiniz türden bir sürü iş vardı.
Film, reklamlarla bölünmüştü. Reklamlarda kullandıktan müziklere profesyonel bir ilgi göstermekten kendimi alamadım. Gillette reklamında, özel kayganlaştırıcı bandıyla yeni çift bıçaklı, oynar başlığın, “Bir erkek için en iyisi,” olduğu iddia ediliyordu. Tek kullanımlık plastik bir tıraş bıçağı için biraz iddialı buldum. Belki yeni bir Ferrari veya Pamela Anderson’la yatakta bir gece pek çok erkek için tartışmasız bir üstünlüktü ama bu şarkıcı için öyle değildi. Hayır, ona göre üstünlük, haftanın herhangi bir gününde iyi bir tıraş demekti. Sonra Apartman filmi kaldığı yerden devam etti ve şöyle düşündüm: Hayır, bir erkek için en iyisi buydu; sıcak ve rahat bir yatakta kıvrılmak, çay ve tost eşliğinde film izleyerek hiçbir şey için tasalanmamak.
İnsanlar bana ne iş yaptığımı sorduklarında, genellikle “Reklam işindeyim,” diye mırıldanırdım. Eskiden bir besteci veya müzisyen olduğumu söylerdim fakat bunun, Capital Radyo’da Mr. Gearbox reklamının müziğini yaptığım anlamına geldiğini keşfettiklerinde hayal kırıklığına dönüşen, büyük bir meraka yol açtığını fark etmiştim. Piyasadaki diğerleri bunlara reklam müziği demeyecek kadar kendilerini beğenmiş olsalar da, serbest çalışan bir reklam müziği yapımcısıydım; serbest reklam müziği yapımcılığı piyasasının en dip noktasında çalışmaktaydım. Eğer ‘Gillette! Bir erkek için en iyisil’ni besteleyen adam Paul McCartne’in reklam alanındaki dengiyse, ben olsam olsam geçen seneki Avrupa Şarkı listesinde beşinci gelen grubun davulcusuna denk olurdum.
İnsanlar reklamcılıkta çok para döndüğünü düşünürler, ama günde sekiz saat çalışmaya başlamayı kafama koysam bile, radyoya yirmi saniyelik reklam müzikleri yaparak, asla bir servet edinemeyeceğimi fark etmeye başlamıştım.
Hayatımda milyoner bir rock yıldızı olacağıma inandığım bir dönem de olmuştu. Müzik okulunu bitirip eve döndüğümde publarda ve üniversitelerin yaz partilerinde çalan bir grup kurmuştum. Hiç de alçakgönüllü olmadığımı düşünebilirsiniz ama dürüstçe söyleyebilirim ki Godalming’in en büyük grubu olduğumuz seksenlerin sonunda bunun bir anlamı vardı. Sonra davulcumuz ‘müzikal farklılıklar’ nedeniyle gruptan ayrıldığında grup dağıldı. Aslında biz müzikal dik ve o değildi, Dinlediğim en berbat davulcu olmasına rağmen grubun en önemli üyesi oydu, çünkü sadece onun bir kamyoneti vardı. Bir sürü amplifikatörün bir mopete sığdınlamayacağını anlamıştım. O noktadan sonra şarkı kaydetmeye ve grup kurma çalışmalarıma devam ettim fakat geçen onca yıldan bu yana, gösterebileceğim tek şey bir kutu demo ile single’ımın çok kıymetli tek plak kaydıydı.
Yataktan kalktım ve giyinirken bu parçayı tekrar dinledim. Bununla hâlâ gurur duyuyordum. John Peel’in yapımcısını, plak çalmıyoruz dediği için hiçbir zaman tam olarak affe dememiştim. İşyerime ulaşımım yatak odasının bir ucundan diğer ucuna yürümekten ibaretti. Başlamadan önce genellikle odayı yatak odasından stüdyoya çevirmeyi tercih ederdim. Bu da, yatağımı tekrar kanepe haline getirmeyi ve klavyemin üzerine attığım çorap ve iç çamaşırları varsa, bunları kaldırmamı gerektiriyordu. Odamın stüdyo tarafında bir Roland XP-6o ile birlikte bir bilgisayar, on sekiz kanallı bir mix masası, bir örnekleyici, bir efekt ünitesi, bir midibox, bir sürü gereksiz ses modülleri, amplifikatörler ve bir kayıt masası bulunmaktaydı. Tüm bunların arkasında birbirine dolanmış on iki metrelik elektrik kablosu vardı. Müzik hakkında hiçbir şey bilmiyorsa’nız, sanırım bütün bu donanım oldukça etkileyici görünebilir. Ancak gerçekte durum çok karmaşıktı. Sahip olduğum her cihazla birlikte, çalışmamı engelleyen cızırtının nereden geldi’ ğini aramak için bir o kadar çok vakit harcamam gerekmişti. Genellikle, dahili ses modülüne sahip klavyeme ve çok işlevli örnekleyicime güvenirdim, kendisi birçok enstrümanın yarattığı gürültüleri cesurca kesmekteydi. Ortada birçok teknoloji harikası varmış gibi görünmesine rağmen, çoğu ya yıllar önce tarihe karışmış modellerdi ya da ben nasıl kullanıldıklarını çözene kadar tarih olacaklardı çünkü hiçbir zaman kullanma kılavuzlarını okumaya tenezzül etmezdim; sadece birinci vitesle giden bir Ferrari sahibi gibiydim.
Sallana sallana banyoya gidip aynaya baktım. Gece, kafamın yan tarafındaki gri saç telleri önlere doğru taarruza geçmişti ve kulağımın üzerinde şerit gibi duran bir grup saç, gümüş parlaklığına kavuşmuştu. Bu gri teller, yavaş yavaş yerlerini almakta oldukları koyu renk tellerden çok daha kalın ve güçlüydü. Griler hâlâ azınlıktaydı ama biliyordum ki, aynı iç karartıcı renkteki sincaplar gibi, bir kez birkaçı ayak basınca eninde sonunda doğuştan gelen saç renginin nesli tükenmeye yüz tutacaktı. Belki kaşlarda soyunu devam ettiren birkaç koloni ile belki de burun deliklerimden etrafı dikizlerken ara sıra fark edilen birkaç utangaç siyah kıl kalacaktı. Burnumun yan tarafında olgunlaşmış, sarı kafalı büyük bir sivilce çıkmıştı ve yaklaşık yirmi yıllık alışkanlıktan gelen el çabukluğuyla sıkılmıştı. Yeniyetme çağlarımda, saçlar griye dönmeden önce artık sivilcelerin çıkmadığı bir altın çağın geleceğini sanıyordum. Şimdi farkına varıyordum ki, bu sadece benim ümitsiz saflığımdı; otuzlarımın ilk yıllarında fiziksel görüntümün doruk noktası şimdiden geride kalmıştı. İnsan gecelerin çoktan kısalmaya başlamış olduğunu fark ettiğinde, yaz daha yeni başlamış gibi gelirdi.
Nihayet saat dört civarında oturma odasına dolaşmaya çıkmıştım. Jim son birkaç yılını bu odada yüksek lisans tezinin araştırmalarıyla meşgul olarak geçirmişti. Meşguliyeti bugün Simon’la Tomb Rider oynamayı da içeriyordu. Mırıltı halinde bana selam verebilmeyi becerebildiler. Ancak ikisi de kafala- nnı ekrandan kaldıramadıklarından, su ısıtıcısını çalıştırmak üzere içeride dolaşan, benim yerime The Creature Fronı The Black Lagoon filminden fırlamış yaratık da olsa farkına var…