Imparatorlukların doğuşu tarih-yazıcılığının her zaman çekici, fakat bir o kadar da gizemli konularından biri olmuştur. Yıllar önce Prof. M. Duverger, çeşitli imparatorluk uzmanlarını bir araya getiren uluslararası bir kongrenin sonuçlarını özetlerken, “belki de, diyordu, hiçbir zaman gerçek bir ‘imparatorluk’ kavramı (yani operasyonel bir kavram anlamında söylüyorum) geliştirmek mümkün olmayacak”.
Ve bu zorluk Batı’da önyargılarla dolu bir araştırma alanı olan “Türk İmparatorluğu” söz konusu olunca daha da artıyordu. Kongre’ye Osmanlı İmparatorluğu konusunda bir tebliğ sunan R. Mantran da bu ek zorluğu şöyle dile getirdi: “Nesnellik çabalarına rağmen, Batı’da hâlâ çeşitli vesilelerle ortaya çıkan ve barbar, kanlı, fanatik, cahil vb. Türk konularındaki eski teraneyi seslendiren, istekli bir şekilde antiTürk bir cereyan bulunuyor”.
İlerleyen satırlarda göreceğimiz gibi Ernst Werner de, burada sunduğumuz eserinde, şoven dürtülerin tarih çalışmalarını nasıl nesnellikten uzaklaştırdığına dair örnekler veriyor. Aslında siyaset sosyolojisinde operasyonel kavram “imparatorluk” değil, “devlet”tir ve önemli olan da “imparatorluk”ların değil, “devlet”lerin doğuşunu açıklamaktır.
Kaldı ki “imparatorluk” kavramı Osmanlılara yabancıydı ve 19. yüzyıl sonlarına doğru Batı’dan bu sözcüğü ithal edene kadar, Osmanlı yönetici sınıfı kendisini “Memalik-i Osmani”, “Devlet-i Aliye”, “Dersaadet” gibi sıfatlarla tanımlıyordu.
Osmanlı Devleti’nin doğuşu sorunu Türk ve Batılı tarihçiler arasında yoğun bir ilgi konusu olmuş ve farklı öğelere belirleyici statüler atfeden tezler ortaya atılmıştır. Namık Kemal’in “Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diye özetlediği bu süreçte, tarihçilerin daha çok ön plana çıkardıkları öğeler de “gaza ruhu”, “Ahilik”, “Türklük ve devşirmelik” gibi dinî ve etnik öğeler olmuştur.
İşte Werner’in ilk baskısı 1966 yılında yapılan Büyük Bir Devletin Doğuşu 3 başlıklı eseri, tarihî maddeci yaklaşımıyla Batı tarih-yazıcılığında bu konuda özgün bir yer işgal ediyor. Werner eserine Batı’da ve Sovyet dünyasında yapılan Osmanistik ve Türkoloji çalışmalarının genel bir tablosuyla başlıyor.
Bu girişinde yazar, konuya, örneğin ünlü Yunanlı tarihçi A. Vakalopoulos’un “ulusal abartma ve zorlamalara” yer veren eseri ya da Arnavut tarihçilerin “halk kahramanlarını idealleştiren” çalışmaları gibi milliyetçi önyargılarla eğilen yaklaşımları eleştiriyor.
Yine aynı konuda “milliyetçi sivrilikler ve yanıltıcı betimlemelerin sakatlayıcı etkilerinden zarar gören” Türk tarih-yazıcılığı da Werner’in eleştiri oklarından kurtulamıyor. Yazar bu bağlamda tarih literatürümüzü genellikle “tek yanlı, yüzeysel ve övgücü” bulan F. Babinger’i de tanık gösteriyor.
Buna karşılık, kendisi, siyasi tarihçiliğin çoğu kez içinde kaybolduğu anlamsız saray entrikalarını bir yana bırakarak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sorununa bir “sınıflaşma süreci” ve bu sürecin yarattığı “üretim biçimi” bağlamında yaklaşıyor.