Bu dört konferans, bütün metafizik problemler arasında en yüksek mevkii işgal eden bir problemin sadece bir yönünü ele almaktadır. Bu i şi de oldukça sınırlı sayıda tarihî verilere dayanarak yapmaktadır ki, sözkonusu veriler, teknik aç ıdan iyice tayin ve tesbit edilmiş olmaktan ziyade doğrulukları peşinen kabul edilmiş veriler durumundadır.
Bu problem, metafizik bir mahiyet arzeden, Tanrı problemidir. Ayrıntılı bir inceleme için problemin seçilen yönü ise, Tanrı kavramımızla Tanrı’nın varlığının isbatlanması konusu arasındaki münasebettir.
Bu felsefe problemini ele al ış tarzım, daha önce Felsefî Tecrübenin Birliği (Scribner, New York, 1937) ve Ortaçağlarda Akıl ve Vahiy (Scibner, New York, 1938) adlı eserlerimde ortaya konan tarzla aynı mahiyettedir.
Bu tarz, geçmi ş felsefelerin tarihine dayanmak suretiyle bir felsefe probleminin doğru düzgün dile getirilişini sağlayan temel verileri bulup ortaya koymak ve sözkonusu verilerin ışığında problemin çözümünü tesbit etmeye çalışmaktır.
Şüphesiz bu, felsefî hakikate yaklaşmanın yegane tarzı değildir. Kald ı ki, sözkonusu tarz yeni de sayılmaz. Onun eşsiz örneklerini Platon’un çeşitli diyaloglarında, sözgelişi Theaetetus, Philebus ve Parmenides’de görmekteyiz.
Aristoteles, Metafizik’in “”Birinci Kitap”ında açıkça aynı yaklaşım tarzına başvurmuş ve onu başarılı bir şekilde uygulamıştır. Pek tabiî, bu yakla şım tarzı, kendi mahiyetinden kaynaklanan birtakım tehlikelere de açık bulunmaktadır.
Şöyle ki, o, felsefî dogmaların değer kaybına uğratılarak sıradan felsefî kanaatler düzeyinde ele alındığı basit bir diyalektik oyuna indirilebilir. Bu oyunda her kanaatin, kendi aç ısından, doğru; başka kanaatler açısından yanlış olduğu başarılı bir biçimde ortaya konabilir.
Akademinin felsefî metoduna özgü bozulmuşluğu en iyi şekilde sergileyen, Yeni Akademi’dir. Fakat, ayn ı yaklaşım tarzı, somut, münferit ve dolayısıyla reddedilemez hakikatler şeklinde ele alınan çeşitli felsefelerin bir tarihine de irca edilebilecek biçimde bozulmuştuk gösterebilir.
Buna göre, her ne kadar çeşitli felsefelerin tarihi, kendi başına felsefe tahsilinin meşru ve hatta zaruri bir bölümünü oluşturmakta ise de, onun bir tarih olma mahiyeti, tarihî vasıfta olan sonuçlardan başka sonuçların amaçlanmasını yasaklar.
Burada, Platon, Aristoteles, Descar- tes, Kant, şu şu felsefe problemleri hakkında şunları düşündüler deriz. Bu tür gerçekleri ortaya koyduktan ve mevcut bütün imkânları kullanarak onları anlaşılır duruma getirdikten sonra felsefe tarihi programının görevi bitmiş olur, işte tam bunun bittiği yerde felsefe kendi görevini yapmaya koyulabilir ki, bu görev, Platon, Aristoteles, Descartes ve Kant’ın felsefe sorularına vermiş oldukları cevapları, bizzat bu soruların gerekli kıldığı verilerin ışığında ele almak ve değerlendirmek demektir.
Felsefeye tarihî aç ıdan yaklaşmak yöntemi, çeşitli felsefelerin tarihini felsefe için bir vasıta olarak kullanır. Tıpkı her şey gibi bu görev de iyi yahut kötü bir şekilde yerine getirilebilir. Görevi kötü şekilde yerine getirme yollarının en kötüsü, belki de, dogmatik felsefe üzerine yazılmış bazı ders kitaplarında görüleni olup bu eserlerde doğru olarak sunulan muayyen bir doktrin, öteki bütün doktrinlerin doğruluk yahut yanlışlıklarının hemen belirlenmesinde bir ölçü olarak kullanılır.
Bu metodun me şru olarak kullanılabileceği bir tek bilgi sahası vardır ki, o da vahye dayalı ilâhiyattır 1 . Eğer inanç yoluyla Tanrı’nın konuştuğuna (vahyettiğine) iman etmişsek (Tanrı’nın söylediği doğru olduğuna göre) Tanrı’nın kelâmına ters düşen her şeyin bâtıl olduğuna bir çırpıda karar verebiliriz; vermek zorundayız da. Thomas Aquinas’ın “