Güneşin kavurucu ateşinin yürekleri yaktığı, o ilk sıcaklığın, zamanla karşı konulamaz bir tutkuya dönüştüğü yaz…
Ayrılık rüzgarlarının etrafta sinsice kol gezdiği sonbahar..
Kah güneşli sevdaları, kah fırtınalı pişmanlıkları tarif edilemez bir acıyla içinde saklayan sonbaharın o en yalnız Eylül’ü…
Türk Edebiyatının bu ilk psikolojik romanında, Suad, Süreyya ve Necib arasındaki fırtınalı ilişkiler ve kahramanların iç dünyalarına doğru uzun ve keyifli bir yolculuk sizleri bekliyor.
Halid Ziya’ya
ilk eserim son üstadıma
Mehmet Rauf
1
Salondan, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu.
Süreyya, canı sıkılanlara özgü bir tahammülsüzlükle: “Çılgın kız!” diye söylendi.
Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığı dayanmış dışarıya bakan karısı dönüp; “Bu gece hava ne güzel!” dedi.
Bu Nisan gününün akşama doğru başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmişti; yas bir yeşilliğin Üstünde şimdi altınlı incileriyle lâcivert gökyüzü diriyor; toprağın, ağaçların ıslak soluğu her şeyin içine işliyordu.
Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir iki uzun nefes aldı, her nefes aldıkça hayatı anıyormuş gibi göğüs geçiriyordu. Sonra, hâlâ sigarasının dumanlarına bulanmış, kıştan kurtulamayan bir tepe gibi karanlık ve gamlı duran Süreyya’ya doğru gelerek kolundan tuttu, kaldırmak istedi: “Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmak sanki daha mı iyi? Haydi, biz de çıkalım ”
Süreyya’nın bu gece canı sıkılıyordu: “Adam, bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye bulaştırıyordu; yazlığa çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş, fakat bu sefer de sahil bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyükbabalarının vaktiyle gelip nasıl budala bir hesapla “şu taş ocağında” yaptırdığı bu köşk onları her Mİ başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kış, o Boğaziçi’nin hayalini kurarken yine koşup geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yasaya yaşaya usandığı bu ıssız çöl onu artık çıkıp gezmekten alıkoyacak kadar bıktırmıştı! Babasına karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir sebep oluyordu. Bunun için her günkü hayalında genellikle neşeli olan Süreyya, buraya taşındıkları on günden beri hemen daima sisli, taşkın, hatta o kadar sevdiği karısı Suad’a karşı bile, hemen hiçbir sebep olmadan, haksız davranıyordu.
Suad’ı. kendi kolunu tutan elinden çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için tebessüm etmek gerekliğini hatırlayarak kaçamaklı, nursuz bir tebessümle: “Şimdi hep çamur oluruz; toprak, toprak değil ki!.. Bir iki dakika yağmur yağdı mı haddin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın bir okka çamurla beraber kalkar…” dedi.
Genç kadın beş yıllık derin bir yakınlığın verdiği anlayışla pek iyi fark ettiği bu neşesizliğin giderilmesine artık kendilerinin yeterli gelmediğine teessüf eder gibi acıklı bir sesle sordu:
“Pek sıkılıyorsun galiba?”
“Evet, sorma!.. Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Düpedüz kır!,. Hele bu yemekten sonraki saatler!.. Sabahleyin yemeğe kadar, akşam üstü.. Kısacası, her zaman insan boğuluyor. . Herkes, böyle birer köşede eziliyor!.. Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum!..”
Suad, kaşlarında endişeli bir kıvrımla, gözlen daha ziyade karararak, kaç yıldır bu aynı yerde, aynı hayana, şikâyet için hiçbir sebep görülmeden geçirilmiş mutlu günleri düşünerek susuyordu. Bir aralık, “Önceleri hiç böyle söylemiyordun!” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, sıradan bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal, biraz eğlenirsin!” diyecek oluyordu: fakat beş yıldır beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki, kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın şevkiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek, kırıldığını görerek daha rahatsız olacağım, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sadece problemin dışıyla uğraşılmış olacakını düşünüyordu. Çünkü asıl kabahatin köşkü olmadığını hissediyordu; kabahat, şu sebebi düşünülünce, kalbim sulatan can sıkıntısında, ne kadar aşk ve bağlılık ile geçerse geçsin, beş yıllık hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin, insan kalbinin eskimeye olan yeteneğinde idi. Ve o bu acı düşünce ile başını eğip susarken, Süreyya söyleniyor, şikayet ediyordu. Belki ellinci defa olarak:
“Ah, büyük babalarımız!” diyordu. “Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde yaptıkları bağa gelip kapanacaklarına ne olurdu şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi!.. Sonra bir babanın budalalığı bütün bir aileye soydan geçen bir hastalık oluyor; bütün torunlar gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyorlar… Bağ, üzüm… İşte filoksera* hepsini berbat elti ya… Ver, yer değil ki… Bak babam elindeki avucundakini harcasın, bu vebaya karşı koyabilir mı?’
Sonra birdenbire köpürerek:
“Ah bu çöl!” dedi, “Şimdi fan el ki Boğaziçi’nde yahut mesela Adalar’dayız, Deniz yok mu, denizin su ak havalarda bile insana can verir! Serin… Mavi… Tatlı… Halbuki burada poyraz çıkacak diye la saat sekizi, dokuzu beklemeli… Duman, duman.., Külhan gibi! Sonra manzaranın dar sınırı, değişmez rengi… Düşün Suad: Bir sandalımız oturdu. Sabahlan erken, yahut akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım… Mehtap olsun olmasın, oranın geceleri ne güzeldir!..”
Süreyya bunları söylerken kendini hayallere kaptırıyor, sahiden orada, denizdeymiş gibi zevk duyarak tarif ediyordu. Kocasının yerine düşünen Suad: “Mademki bu mümkün değil!” demek istedi. Fakat yine kendini bulur; kocasının şu havalandığı sırada bu söz kanatlarını tutmak gibi olacak, üstelik bu imkânsızlık düşüncesi, onu yeniden kızdıracaktı. Bunu Süreyya kendisi söyledi:
“Fakat, işte mümkün olmuyor, babam razı değil!.. Çünkü… Çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte bundan! Eğer o istese biz mutlu olacağız… Bak, mutluluğumuza ne kadar ehemmiyetsiz bir engel var!..”
Sonra elini kaldırıp görünmeyen bir düşmanı tehdit eder gibi, “Ah, para!” diye söylendi.
Hiç olmazsa elli lira gerekliydi. “Elli lira…” diyor, sonra üzülerek: “Ve bunu bulmanın imkânı yok!” diye köpürüyordu: “İmkanı yok, elli lira bulmak mümkün değil!.. Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm!”
Suad: “Ah ne iyi olurdu!,.” diye sevindi.
Süreyya başını çevirip karısının sevinçle parlayan siyah güzlerine bakarak devam elti:
“Ne mutlu olurduk Suad, ne mutlu olurduk! Hem asıl senin için, vallahi hep senin için istiyordum. Sen söylemiyorsun, fakat ben fark ediyorum ki, gelip burada kapanmak seni fena ediyor. Bir kere havasızlık… Sıkıntı.. Biz papaz değiliz ki, bu manastırda yaşayalım. Hayat, kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık iğinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işle asıl zevk budur. İnsan kalbi, birli iri İR bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatla senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da. kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki, hiçbirinde rast gelmiyorum. Bu öyle bir şey ki, işle bütün endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir sükûn geliyor! Dudaklarım gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip ruhumda toplandığını, orada seninle buluşmaktan mutlu olarak kaklığım hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki, ben dünyada senden başka hangi kadınla evlenseydim hiçbirisiyle senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”
Bunları söylerken Suad’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suad kocasının sözlerini dinleyerek susuyordu. Süreyya, bu cim ipek fi] süsünü uzun uzun koklayarak bir inilti halinde: “Ah Suad!” dedi. “Sen de olmasaydın!..”
Genç kadının mutlu ve sessiz sorar gibi bakan gözlerine girerek kalbinden kopan samimi bir sesle: “Sen de olmasaydın ölürdüm Suad!.,” dedi. Nesinde hır büzün ürperişi vardı.
Suad sessiz, coşkun duruyordu. Kocasının bu coşkun zamanlarında o her zaman sessiz durur, söylemek islediklerini onun gibi söyleyemediğinden, birdenbire kocasının boynuna sarılmak isteğiyle bulularak, haklılık a leşlerini susmakla tutarak ezilirdi; ve hâlâ böyle yeni gelin gibi kızarıp, duygularını ne bir sözle, ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Heyecanıyla asıl ruhundan kopan çığlıkları içine bastırırdı; bu hal kalbini daha fazla hararetle kocasına bağlayarak; ruhu, ona karşı, böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan coşkunluğu ile hücum ederdi.
Şimdi yine kendi kendine itiraf ediyordu ki. bu anda Süreyya için hayatını isteseler memnuniyetle verirdi. Beş yıldır kendini ne mutlu etliğini, bir erkek namına ne büyük fedakârlıklarla hiç başka kocalara bellemeyerek nasıl yalnız ve sadece kendini sevdiğini, bütün davranışlarına, bütün tavırlarına kendisi için nasıl bir şefkat. nasıl bir yumuşaklık vererek yaşadığını pek güzel fark ediyordu. Çocukluk hayan annesiyle babasının geçimsizlikleri içinde kahırlı geçtiği için her türlü hayallerinden üstün bulduğu bu kan koca hayan onu ebedî minnettar etmişti. Sözle o kadar ilgisi olmayanlara içlilik sayesinde görüntüsü ince, derin düşünceleriyle bu münasebetin ne gibi şeylerle ilgili olduğunu fark etmiyor değildi: hele şinikçe eski ateşin azaldığım, eski hararetin her gün biraz daha normale döndüğünü görüyor, inceleyici bakışlarıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki, o da samimiyet idi. Kocasının samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etmek ihtimali yoktu; her gün, bir gün evvel yine şüphe etmediği samimiyeti daha çoğalmış görüyordu. O derece ki, evlendiklerinden bir yıl sonrayı şimdi düşündükçe, o zaman birbirlerine bağlılıklarını pekiştirmek için pek yeterli, pek güçlü gördüğü samimiyet derecesinin bugünküne gere hiç olduğunu anlıyor, bugün, “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. O zamanın ateşi ve özleyişi bugün dağılmışsa da kendisi tedbirli, düşünceli bir kadın olduğundan, bugünkü samimiyeti dünkü samimiyete tercih ederek bu dağılıştan duyduğu hüznü gidermeye çalışıyordu.
Süreyya tekrar parasızlıktan şikâyet ederek: “Bak!..” dedi. “Bak Suad, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de erkeğiz değil mi? Karısını mutlu etmek için elli lira bulamayan erkek…”
….