Tory, kız kardeşi Claire’i, şehvet düşkünü üvey babalarının kötü planlarından kurtarabilecek tek kişidir. Çünkü annelerini kaybetmişlerdir. Kız kardeşiyle birlikte kaçmaya karar verirler. İhtiyaç duyacakları parayı sağlamak için, baron üvey babalarının aile yadigârı kolyesini çalar ve satarlar.
Kolyeden gelen para onlara kısa bir süre için yeterli olur ancak sonrasında, soylu olmalarına rağmen asıl kimliklerini gizleyerek bir malikânede hizmetçi olarak çalışmaya başlarlar. Hizmetine girdikleri Kont Cord, bu iki genç kızın gerçek kimliklerini bilmemektedir. Kötü kalpli üvey baba, kolyesini çalan üvey kızlarını bulmak için harekete geçtiğindeyse, hem Kont Cord hem de kız kardeşler için gerçek bir yüzleşme yaşanacaktır.
“Muhteşem derecede başarılı.”
-A Romance Review-
***
Giriş
1804, İngiltere
Onu, koridordan gelen belli belirsiz bir gıcırtı uyandırdı. Victoria Temple Whiting yatakta doğruldu ve sesin geldiği yöne doğru kulak kesildi. Ardından, o zayıf ses tekrar duyuldu. Yatak odasının önündeki ayak sesleri, koridor boyunca ilerledi ve kız kardeşinin odasının önünde durdu.
Tory, birden yatakta doğrulup oturdu. Kalbi, gürültüsü kulaklarında duyulacak kadar hızlı çarpıyordu. Clarie’nin kapısının kilidi yoktu. Harwood Baronu olan üvey babaları kilide izin vermiyordu. Tory, kapının gümüş rengi tokmağının tıkırtısını duydu ve sonra odaya giren birinin halının üzerindeki ayak seslerini duydu.
Tory, onun kim olduğunu biliyordu. Bugünün geleceğini, üvey babalarının bir gün Claire’e olan arzusu doğrultusunda hareket edeceğini biliyordu. Tek düşündüğü kız kardeşi Claire’i korumak olan Tory, hemen mavi kapitone sabahlığını kaptı, yataktan kalktı ve hızla koridora doğru yöneldi. Claire’in odası iki kapı gerideydi. Mümkün olduğunca sessiz adımlarla ilerledi. Dizleri titriyordu. Kapının kolunu çevirirken zorlandı çünkü avuçları terden sırılsıklamdı. Avuçlarını sabahlığına silip tekrar denedi ve bu kez kapıyı açabildi. Ses çıkarmamaya gayret ederek odanın karanlığına doğru adım attı. Üvey babası, at arabasının lambasının pencereden süzülen ışığında yansıyan, uzun karanlık bir gölge gibi yatağın yanında oturuyordu.
Birinci Bölüm
Londra, İki Hafta Sonra
Belki de asıl neden, Gelinin Kolyesi’ydi. Tory, buna hiçbir zaman inanmamıştı fakat baronun ufak köyündeki herkes ve civar köylerdekiler, inci ve pırlantalardan oluşan bu güzel kolyenin bir efsanesi olduğuna inanıyorlardı. İnsanlar kulaktan kulağa bunu konuşuyor, bundan korkuyor, gıpta edip ona âdeta tapıyorlardı. 13. yüzyılda Lord Fallon’un karısı için ustalıkla işlenen, muhteşem parçalardan oluşan kolyenin efsanesine saygı duyuyorlardı. Ona Gelinin Kolyesi diyor ve onun gizli bir mutluluk ya da dayanılmaz bir trajedi taşıdığına inanıyorlardı.
Tory, onu üvey babasından çalmıştı, Onu Claire ile birlikte planladıkları kaçak yaşam için gerekli parayı sağlamak adına Dartfield’de bir sarrafa sattı. Fakat Londra’ya gitmeden yaklaşık iki ay önce, değerinin oldukça altında bir bedele sattıkları kolyeden kalan para, neredeyse tükenmek üzereydi.
Tory başlangıçta saygın ve kibar bir ailenin ona mürebbiye olarak iş vereceğine emindi. Çok geçmeden bu ümidini yitirdi. Evden kaçtıkları gece yanlarına aldıkları kıyafetler son derece şıktı fakat geçirdikleri zor günlerin sonunda kıyafetlerinin kollan aşınmış, Claire’in kayısı renkli ipek elbisesinin etekleri lekelenmişti. Aldıkları eğitim ileri düzeyde ve konuşmaları üst sınıfa ait olmasına rağmen Tory’nin tek bir referansı yoktu ve bu yüzden çaldığı tüm kapılardan geri dönüyordu. Neredeyse Harwood Malikânesi’ni terk etmeden önce olduğu gibi umudunu yitirmişti.
“Şimdi ne yapacağız, Tory?”
Kız kardeşinin sesi ona kendisini zavallı hissettirmişti, sanki içinde karanlık bir medcezir kopmuştu.
“Bay Jennings, bu haftanın sonuna kadar kirayı ödeyemezsek bizi evden çıkaracağını söylüyor.”
Tory, düşününce irkildi. O an, Londra’dayken unutmak istediği olaylan hatırladı. Evsiz çocukların, çöplüklerdeki yemek artıklarını topladığını… Kadınların, sadece bir gün daha hayatta kalabilmek için çok az bir para karşılığında zayıf bedenlerini sattığını… Sığındıktan bu son yerden, bir şapka yapım dükkânının küçük tavan arasından sokağa atılmak, sokaklardaki ayaktakımı ve üçkâğıtçıların arasında kalmak; Tory’nin mücadele edebileceğinden fazlasıydı.
“Sorun yok, tatlım. Endişelenme.” Tory, bir kez daha cesur ifadesini takındı. “Her şey olacağına varır, bir yolunu bulacağız elbette,” dedi. Ancak içinde büyük bir kuşku taşıyordu.
Claire, ürkek bir gülümseme takındı. “Her zamanki gibi bir yolunu bulacağına eminim.”
Henüz yeni on yedi yaşına basan Claire Whiting, Tory’den iki yaş küçüktü fakat daha minyon görünen ablasından oldukça uzun bir boya sahipti. İkisi de zayıf ve narindi ama annesine benzeyen Claire’in, baş döndürücü bir güzelliği vardı Omuzlarına düşen, dalgalı, açık san saçları ve pürüzsüz ama solgun bir teni vardı. Gökyüzünü utandıracak kadar güzel, açık mavi gözleri vardı. Bir melek eğer kayısı renkli bir elbise ve üzerine kürklü manto giymiş olsaydı, kesinlikle Claire Whiting gibi görünürdü.
Tory ise koyu kestane rengindeki kıvırcık saçları, açık yeşil gözleri ve hafif çilli yüzüyle daha güçlü görünüyordu.
Claire, tamamen farklıydı. İnsanların kolayca fark edemeyeceği bir dünyası vardı. Tory, onu her zaman perilerle oyunlar oynayan ya da cücelerle konuşan dünya dışı bir varlık olarak görüyordu. Gerçekten öyle davrandığı için değildi ama sanki her an bunları yapabilirmiş gibiydi.
Claire, tehlikelerden kendini koruyamayacak gibi görünürdü. Bu sorumluluğu, onun yerine Tory üstleniyordu. Üvey babalarından kaçmalarının ve Londra’ya gitmelerinin nedeni de buydu. Şimdi ise sokakta kalma tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Üstelik o değerli kolyeyi çaldıkları için hırsız olarak aranıyorlardı. Katil olarak anılıyor bile olabilirlerdi.
Taş sokakların arasından aniden hafif bir ağustos rüzgârı esti. Brant ailesinin beşinci kontu Cordell Easton, rahat ve geniş koltuğunun oyma süslemeli, ahşap başlığına yaslanmış oturuyordu. Karşısında Westland’in Vikontes’i Olivia Landers; aynanın önünde çırılçıplak oturmuş, gümüş kaplama tarağını düz ve simsiyah saçlarının arasında gezdiriyordu.
Cord, “Neden o tarağı yerine bırakıp yanıma gelmiyorsun?” diye fısıldadı. “Nasılsa saçlarını tekrar dağıtacağım ve sen onları yeniden taramak zorunda kalacaksın.”
Olivia, taburenin üzerinde dönerek yüzünü Cord’a çevirdi ve belirgin hatları olan, yakut rengindekı dudaklarıyla ona baştan çıkaran bir gülümseme gönderdi. “Beni tekrar bu kadar erken arzulayacağını düşünmemiştim.” Gözlerini Cord’un erkeksi vücudunda; önce omuzlarındaki kaslarda, devamında karnının üzerindeki siyah tüylerinden oluşan ince çizgide gezdirdi. Uyarılmanın etkisiyle gözlerini açtı.
Tabureden kalktı ve uzun, siyah saçlarını savurarak Cord’a doğru ilerledi. Baştan çıkaran vücudunu örten saçları, Cord’u daha da etkilemişti.
Olivia genç, seksi ve Cord’un son birkaç aydır tanıdığı dul bir kadındı. Aynı zamanda şımarık ve bencildi. Her zaman hak ettiğinden fazlasını beklerdi. Cord, aralarında geçen bu gönül macerasını sonlandırmayı düşünmeye başlamıştı ama o gün, bugün değildi.
O gün, kâğıt yığınlarını karıştırarak birkaç saat geçirmişti. Oyalanmaya ihtiyacı vardı. Olivia, ancak başka yapacak işi olmadığında çekilir geliyordu. Oyalanırken bile Olivia’ya ihtiyacı yoktu.
Olivia, kuş tüyü yataktan kalkarken siyah saçları omuzlarına düştü. “En büyük önceliğin ben olmalıyım,” diye mırıldandı. “Seni heyecanlandırmak istiyorum.”
Olivia, her zaman aynı şeyleri istiyordu; sürekli arzulanmak, sert ve hırçın bir şekilde seks yapmak… Cord ise sadece onu tatmin edebilmiş olmayı umuyordu. Bu yüzden seks yaptıktan sonra kendisini tatmin olmuş hissedemiyordu. Dolayısıyla başka kadınlara da ihtiyaç duyuyordu. Bedeni ve ruhu âdeta ikiye bölünüyordu ve Olivia’ylayken ruhunda derin bir boşluk hissediyordu. Yine de bu boşluğu dolduracak olan kadını aramak için kendinde yeterli cesareti bulamıyordu.
Olivia, “Cord, beni dinlemiyor musun?” diyerek ani bir hareketle saçlarım omzundan attı.
“Özür dilerim, tatlım.”
Cord, Olivia’nın anlattıklarının hiçbirinin ilgisini çekmediğini fark ettiğinden beri onu dinlemiyordu ve aslında bundan pişmanlık da duymuyordu.
“Senin bu harika göğüslerin aklımı başımdan alıyor.”
Tek düşündüğü onlardan birini dudaklarının arasına alırken Olivia’nın seksi vücudunu ata biner gibi onun üzerinde kaydırıyor, sertleşen erkekliğinde gezdiriyor olmasıydı.
Olivia, inlemeye başladı ve Cord, onun kollarında kendini kaybetti. Olivia zevkin doruğuna tırmanıyor, Cord da onu takip ediyordu. Aldıkları haz azaldığındaysa zevk sanki hiç var olmamış gibi davrandılar.
Olivia yataktan kalkarken Cord, onun kollarına bir gölge gibi sokulmak için geç kalmış olduğunu düşünüyordu. Tabii bundan daha fazlası da vardı.
Cord babasının ölümüyle oldukça sarsılmıştı, onun miras bıraktığı ünvan ve zenginliğin altında eziliyordu. Olivia’nın ardından yataktan çıktı ve kıyafetlerini giymeye başladı. Yatırım kararlan almak, hesaplan incelemek, şikâyetleri değerlendirmek ve faturaları düzenlemek gibi yapması gereken tonlarca iş vardı.
Diğer taraftan kuzeni için endişeleniyordu. Kuzeni Ethan Sharpe son bir senedir kayıptı ve Cord, sürekli onu bulmaya çalışıyordu. Ancak her ne kadar yoğun olsa da kadınlar için zaman yaratabiliyordu. Kadınlarla olmak, onun tek kötü alışkanlığıydı. Son zamanlarda yaşadığı sıkıntılara göre kendisine yeni bir gözde bulmasının zamanı gelmişti, hemen aramaya koyulacaktı.
Claire, iri mavi gözlerini kocaman açarak Tory’ye, “Peki, ya lanetliyse?” dedi. “İnsanların neler söylediğini biliyorsun. Annem de defalarca hikâyesini anlatmış; kolyenin, sahibine kötü şans getireceğini söylemişti.”
“Sen iyice tuhaflaştın, Claire. Lanet diye bir şey yoktur. Hem biz kolyenin sahipleri değiliz. Sadece onu bir süreliğine ödünç almıştık.”
Kolye, üvey babalanna kötü şans getirmişti. Tory, alt dudağını ısınrken üvey babasının Claire’in odasındaki halının üzerinde öylece yattığı ve başından ince bir kanın yere sızdığı anı hatırlamıştı. O günden beri her gece onu öldürmemiş olmayı umarak dua ediyordu. Onu öldürmek için değil, durdurmak için istemeden yaralamıştı.
“Ayrıca hikâyeyi tam olarak hatırlarsan…” diye devam etti. “… kolyenin iyi şans getirdiği de söylenir.”
Claire, “Tabii kolyenin sahibi iyi kalpliyse,” diye yanıtladı.
“Doğru.”
“Biz onu çaldık, Tory. Bu bir suç! Bak, sonra bize neler oldu. Paramız neredeyse tükendi. Bizi evden atacaklar. Çok yakında yiyecek bir şey bile bulamayacağız.”
“Biz sadece küçük talihsizlikler yaşadık, hepsi bu. Bunun lanetle hiçbir ilgisi yok. Ayrıca çok yakında bir iş de bulacağız.”
Claire, endişeli gözlerle ablasına, “Emin misin?” diye sordu.
“Umduğumuz gibi olmayabilir ama kesinlikle bir iş bulacağız, bundan eminim,” dedi ama elbette Tory bundan emin olamazdı. Sadece Claire’in zaten oldukça azalmış olan umudunu kesmesine neden olmak istemiyordu. Bir an önce bir iş bulmaktan başka seçeneği yoktu.
Üzerinden üç gün daha geçmiş olmasına rağmen iş için henüz ona dönen olmamıştı. Ayaklan şişmiş ve beli yüksek, gri elbisesinin etekleri sökülmüştü.
Gün, bugündür, diye düşündü kendi kendine. İş başvurularının kabul edilmesi muhtemel olan yerler için son bir kez güç toplamaya, azmini yenilemeye ihtiyaç duydu. Bir haftadan uzun bir süredir şehrin batısındaki varlıklı ailelerin kapılarını, bir dadıya ihtiyaçtan olabileceği umuduyla bir bir çalıyorlardı. Fakat o ana kadar tüm kapılar yüzlerine kapanmıştı.
Merdivenlerin yüzüncü basamağını tırmandılar. Tory, ağır pirinç tokmağı kaldırdı ve kapıya birkaç kez vurdu, içeriden gelecek bir ses bekledi. Biraz sonra ağır kapıyı cılız, siyah saçlı ve ince bıyıklı bir uşak açtı.
Tory uşağa kibarca, “Müsaade ederseniz, evin sahibesiyle görüşmek isterim,” dedi.
“Hangi hususta hanımefendi, öğrenebilir miyim?” diye sordu uşak.
“Bu evin dadısı olarak çalışmak istiyorum. Mutfaktaki hizmetçilerden biri bana Bayan Pithering’in üç çocuğu olduğunu ve bir dadıya ihtiyaç duyabileceğini söyledi.”
Uşak, Tory’nin elbisesinin yıpranmış kollanna ve eteğindeki söküklere gözlerini dikerek bir bakış attı ve burnunu oynatarak onu küçümsedi.
Claire ise Tory’nin arkasında tüm güzelliğiyle, dünyaya inmiş bir melek gibi gülümsüyordu. “Biz ikimiz de çocukları çok severiz.” dedi. Gülümsemesini bozmadı ve heyecanla, “Hem Tory oldukça zekidir. Harika bir dadı olacaktır. Ben de çalışmak istiyorum. Umarız bize yardımcı olabilirsiniz,” dedi.
Uşak hâlâ Claire’in elbisesine bakıyordu. Claire ise gülümsemeyi sürdürdü.
Tory, boğazını temizledi ve bu cılız adam, bakışlarını Claiıe’in üzerinden Tory’ye doğru yönlendirdi. “Kapının önünde bekleyin. Ben de kâhya kadınla konuşayım. Sizin için yapabileceğimin en iyisi bu.”
Tory başını eğdi, bu kadarı için bile adama minnettardı. Birkaç dakika sonra ise bu küçücük umudunu da yitirmiş hissediyordu.
Claire, “Uşak oldukça kibardı. Sanırım bu kez…” dedi fakat cümlesini henüz tamamlayamadan uşak geri dönmüştü.
“Kâhya kadının söylediklerini duydunuz. Bayan Pithering, daha olgun bir dadı arıyor.”
Bu evde sempatik Claire’in hizmetçi olarak çalışabileceği bir iş de yoktu.
Claire alt dudağını yaladı. “Çok acıktım, Tory. Biliyorum, akşam yemeğine kadar beklemem gerektiğini söyleyeceksin ama midem öyle boş ki karnımdan sesler geliyor. Bir şeyler atıştıramaz mıyız?” diye sordu.
Tory gözlerini kapattı ve cesaretini toplamayı denedi. Kız kardeşinin gözlerine bakamıyordu, endişeleri ve korkuları iç içe geçmişti. Ona ceplerindeki son parayı da harcadıklarını ve eğer iş bulamazlarsa sadece kuru ekmek bulup yemek zorunda kalacaklarını söyleyemezdi.
“Biraz daha bekleyelim, tatlım. Hadi, şimdi hizmetçinin bahsettiği eve gidip bir de orada şansımızı deneyelim.”
“Ama Brant Kontu’nun evinde hiç çocuk olmadığını söylemişti.”
Tory, “Fark etmez. Biz de neye ihtiyaçları varsa onun için başvururuz,” dedi ve kendisini gülümsemek için zorladı. “Eminim buradan çok uzak değildir.”
Claire, cesur bir tavırla başını sallayarak ablasını onayladı. Tory, ağlamamak için kendisini güç tutuyordu. Kız kardeşini koruyabilmeyi umuyordu. Tory, Harwood Mâlikanesi’nde her gün uzun saatler boyunca çalışırken Claire, bir hizmetçinin yapabileceği ağır işleri yapmıyordu. Tory, kız kardeşini uzak tutmaya çalışıyordu fakat kader, hayatlarım bu kasvetli yere çekiyordu ve hayatta kalabilmek için ne gerekirse o işi yapmak zorunda kalacaklardı.
Claire, “Hangisi?” diye sordu.
“Tam şuradaki tuğladan örülmüş duvarları olan ev. Bahçedeki iki taş aslan heykelini görüyor musun? İşte, orası Brant Kontu’nun evi.”
Claire, etrafındakilerden çok daha büyük olan, gösterişli, şehir evini inceledi ve yüzünde umut dolu bir gülümseme belirdi.
“Kont, kibar ve zengin olduğu kadar yakışıklıdır da,” derken hayallere dalmış görünüyordu. “Belki onunla evlenirsiniz ve böylece ikimizin de hayatı kurtulur.”
Tory’nin gözleri, bu düşünceyle parladı. “Şimdilik sadece bir ya da iki hizmetçiye ihtiyacı olmasını dileyelim ve umalım ki bizi işe alsın.”
Bu kez kapıyı kısa boylu, düşük omuzlu, kel ve küçücük gözleri olan bir uşak açmıştı ve yine kapıdan geri dönmeleri gerekmişti.
Merdivenlerin son basamağını indiklerinde Claire ağlamaya başladı. Claire, nadiren ağlardı ama ağlıyor olması Tory’nin ona eşlik etmesine yeterdi. Tory ağladığında burnu kızarır, dudakları titrerdi. Claire ağlarken ise mavi gözleri kocaman olur, yanakları açan bir gül gibi pembeleşirdi.
Tory, çantasını aldı ve içinde Claire’in yüzünde beliren mucizeyi silmek için bir mendil aramaya başladı. Kız kardeşi bunu minnetle karşıladı. Tory, kız kardeşinin gözlerini silerken Claire’in tatlı vc melek gibi olan yüzü mendili veren adama gülümsüyordu.