Gökten Düşen Üç Elma Masalı
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler tellal, develer berber iken; uzak diyarlarda kocaman bir sarayda, iyilikle nam salmış bir padişah yaşarmış. Bu padişahın her şeyi varmış; hazineleri dağlar gibi, ordusu gökyüzünü kaplayan kuşlar kadar çokmuş. Ama gönlünde bir eksik varmış: bir evlat…
Yaş ilerlemiş, saçlar ak düşmüş. Ne dualar edilmiş, ne dilekler dilenmiş ama gökteki yıldızlar kadar çocuğu olsun istese de hiç nasip olmamış. Her geçen gün içindeki keder büyürmüş. Saray ne kadar parlaksa padişahın yüzü o kadar solukmuş.
Bir gün, diyar diyar dolaşan ak sakallı, ak yüzlü bir bilge saraya gelmiş. Padişahın halini görünce derdini öğrenmiş ve ince bir gülümsemeyle, “Ey ulu padişah, ümitsiz olma. Evladınız olacak ama sabır gerekecek. Şimdi bir bahçe yaptırın. Öyle bir bahçe ki, içinde güller, laleler, sümbüller, şırıl şırıl akan havuzlar, serçelerin ve bülbüllerin şarkı söylediği ağaçlar olsun. Bu bahçeyi çok sevecek bir mucize sizi bulacak.” demiş.
Padişah bilgenin sözünü tutmuş. Bahçıvanlar diyardan toplanmış, dağlardan çiçekler, nehirlere köprüler kurulmuş. Öyle bir bahçe yapılmış ki ay gökyüzünden baksa imrenirmiş. İnsanlar saraya uzaktan bakarken “Burası cennetin dünyadaki yansıması olsa gerek!” derlermiş. Ama günler geçmiş, aylar geçmiş, o beklenen müjde bir türlü gelmemiş.
Padişahın sabrı tükenmiş. Bir gün, bahçeyi dolaşırken öfkesi zirveye çıkmış ve bağırmış:
“Evlat yoksa, bu bahçe neye yarar! Şimdi hepsini yok edeceğim!”
Gülleri koparmış, fidanları devirmiş, havuzları taşlarla doldurmuş. Her yeri alt üst etmiş. Padişahın hanımı, sarayın biricik sultanı, bu duruma çok üzülmüş. Gözyaşlarıyla padişahın önüne atılmış:
“Dur, ey gönlümün sultanı! Bir umut var. Ne olur sabret…”
Sultan bahçeye çok düşkünmüş. Her sabah ağaçlarla, çiçeklerle konuşurmuş. Öyle ki ağaçlar bile onun sevgisinden dile gelir olmuş. O gün, yaşlı bir elma ağacı, dalları rüzgârla hafifçe sallanarak sultanın karşısında eğilmiş ve kısık bir sesle:
“Ey gönlü güzel sultan, beni dinle. Dallarımda bir filiz var. Bu filizi al, başka bir yere dik. O büyüyecek, yeşerecek ve bir gün sana bir elma verecek. O elmayı ikiye böl. Yarısını kendin ye, yarısını da padişaha yedir. Gerisini göreceksin…”
Sultan, elma ağacının dediği gibi yapmış. Filizi almış, özenle toprağa dikmiş. Günler ayları kovalamış, fidan büyümüş, ağaç olmuş, dallar göğe uzanmış. Ama elma bir türlü çıkmamış. Tam yedi yıl geçmiş. Sultan artık umudunu kaybedecek olmuş ki bir sabah bir mucize gerçekleşmiş: Dalların arasında altın gibi parlayan bir elma belirmiş. Ama bu sıradan bir elma değilmiş. Elmanın bir tarafı kıpkırmızı ateş gibi, diğer tarafı bembeyaz ay ışığı gibiymiş.
Sultan elmayı almış, kalbinde bir titremeyle ikiye bölmüş. Yarısını kendisi yemiş, diğer yarısını da padişaha yedirmiş. O gece sarayda esen rüzgâr bile başka bir şarkı söylüyormuş. Kuşlar daha güzel ötüyor, gökyüzü yıldızlarla dolup taşıyormuş. Dokuz ay, on gün sonra, saraydan bebek ağlamaları yükselmiş: Nur topu gibi bir oğulları olmuş. O gün, sarayın avlusu insanlarla dolmuş. Kırk gün kırk gece süren şenlikler düzenlenmiş, herkes mutluluktan coşmuş.
Masal tam burada bitmiyor… Derler ki, o gece gökyüzünden üç elma düşmüş. Bir elma masalı anlatanın başına, bir elma masalı dinleyenin başına, bir elma da gönlünde dilek olan herkesin başına…
Gökten üç elma düşmüş, dileyenin muradı kabul olsun diye.