Bazen ilişkiler iki bilinmeyenli denkleme dönerler
NEFRET x TUTKU + ŞEHVET= X
KARİYER X = AŞK x Y / SEKS
Zeki, çalışkan ve hırslı bir stajyer olan Chloe Mills’in yüksek lisansını bitirmesine yalnızca kısa bir süre kalmıştır. Ancak genç kadının büyük bir sorunu vardır; baş belası patronu Bennett Ryan. Kaba, duygusuz, düşüncesiz, yakışıklı, seksi, ah Tanrım çok seksi, öhöm öhöm… Harika Piç!
Bennett Ryan aile şirketinde yönetici olarak işe başladığında asistanının bu kadar etkileyici, kışkırtıcı ve aynı zamanda insanı sinir eden bir kadın olacağını hiç düşünmemiştir. Ancak işyerinde duygusal ilişkilerden uzak duran mesafeli bir patron olarak nam salmış olan Bennett, zamanla adeta bu kadına doğru çekilir.
Nefreti ve cinsel çekimi aynı anda hisseden ikili için birbirlerine duydukları açlık bir ihtiyaca dönüştüğünde kaybedilecekler ve kazanılacakların terazideki yeri değişir. Şimdi bir karar verme ve iki bilinmeyenli denklemdeki X’i ve Y’yi bulma vaktidir…
“Tutku dolu bir seks ve insanı cayır cayır yakan bir heyecan fırtınası.”
-RT Book Reviews-
“Harika Piç’in kalbi, sıcaklığı ve kararında fakat iğneleyici bir mizah anlayışı var. Zekice yazılmış hikâyeleri seven aşk romanı okuyucularını inanılmaz ateşli bir sürpriz bekliyor!”
-Myra McEntire-
***
Bir
Babam, istediğin işi öğrenmenin yolunun her saniye bir başkasını o işi yaparken izlemekten geçtiğini söylerdi hep.
“Tepedeki işi almak için en aşağıdan başlamalısın,” demişti. “CEO’larm sen olmadan yaşayamayacağı kişi ol. Sağ kolları ol. Dünyalarını öğren, böylece diplomanı aldığın saniye seni havada kapacaklardır.”
Evet, yeri doldurulamaz biri olmuştum. Ve kesinlikle “sağ kol” da olacaktım. Ancak bu hikâyede olaylar öyle gelişti ki çoğu zaman o kahrolası suratı tokatlamak isteyen bir sağ kol oluverdim.
Patronum, Bay Bennett Ryan. Harika Piç.
Onu düşününce midem kasıldı: uzun, göz kamaştırıcı ve tepeden tırnağa uğursuz bir adam. Şimdiye kadar tanıdığım en kendini beğenmiş, en gösterişli dallamaydı. Ofisteki tüm diğer kadınların onun kaçamakları hakkındaki dedikodularını duyar ve güzel bir yüzün yeterli olup olmadığını merak ederdim. Fakat babam ayrıca, “Hayatın daha başındayken güzelliğin yalnızca yüzeysel olduğunu ve çirkinliğin insanın iliğine kadar işlediğini fark edersin,” demişti. Geçmiş son birkaç sene içinde birkaç liseli ve kolejliyle çıkmış ve nahoş adamlardan kendi payıma düşeni almıştım. Fakat bu seferki en fenasıydı.
“Şey, merhaba Bayan Mills!” Bay Ryan, kendi odasının bekleme salonu vazifesi gören ofisimin kapı aralığında dikiliyordu. Sesinin tonu bal gibi tatlıydı fakat ters bir şey vardı… buzun üzerinde donmaya ve çatlamaya bırakılmış bal gibiydi.
Telefonumun üzerine su sıçrattıktan, çöp öğütücünün içine küpelerimi düşürdükten, eyaletler arası otoyolda arabama arkadan çarpıldıktan ve polislerin her ikimizin de bildiği şeyleri -kabahatin diğer tarafta olduğunu- söylemek için gelmelerini beklemek zorunda kaldıktan sonra, bu sabah en son ihtiyaç duyduğum şey huysuz bir Bay Ryan’dı.
Başka bir tatla içeri girmemiş olması benim için çok kötüydü.
Ona her zamanki karşılığımı verdim: “Günaydın Bay Ryan.” Ve karşılığında her zamanki gibi kafasını kısaca sallayarak beni geçiştirmesini umdum.
Fakat ben onu atlatmaya çalıştığımda o homurdandı, “Gerçekten günaydın mı, Bayan Mills? Kendi küçük dünyanızda saat şu anda kaç?”
Durdum ve soğuk bakışlarıyla karşılaştım. Benden rahat bir yirmi santim uzundu ve onun için çalışmadan önce kendimi hiç bu kadar küçük hissetmemiştim. Ryan Medya Grubu için altı sene çalışmıştım. Fakat Bay Ryan dokuz ay önce aile işlerine geri döndüğünden beri onunla göz seviyesine yakın temas kurabilmek için önceleri bir sirk cambazı yüksekliği olarak düşündüğüm topukluları giymeye başlamıştım. Öyleyken bile ona bakabilmek için kafamı yukarı kaldırmak zorundaydım ve onun bu durumdan keyif aldığı ela gözlerinin parlamasından belli oluyordu.
“Talihsiz bir sabah geçirdim. Bir daha olmaz,” dedim. Sesim titremeden çıktığı için rahatlamıştım. Daha önce hiç geç kalmamıştım, bir kere bile fakat o, ilk kez geç kalışımı bir mesele haline getirmeyi seçmişti. Onu atlatmaya, çantamı ve ceketimi dolaba koyup bilgisayarımı açmaya çalıştım. Sanki o, kapı ağzında durmuyormuş, yaptığım her hareketi izlemiyormuş gibi davranmak için elimden geleni yaptım.
“Talihsiz bir sabah’ senin yokluğunda uğraşmak zorunda kaldıklarım için oldukça uygun bir açıklama. İmzalanmış anlaşmaları söz verildiği üzere, Doğu Yakası saatiyle sabah dokuzda almadığı gerçeğini tatlıya bağlamak için Alex Schaffer’la bizzat konuştum. Teklifi aslında yazıldığı haliyle uygulamaya koyacağımızı bildirmek için Madeline Beaumont’u bizzat aramak zorunda kaldım. Bir başka ifadeyle, bu sabah hem senin işini hem de kendi işimi yaptım. ‘Talihsiz bir sabah’ bile olsa saat sekizde burada olmayı başaramaz mıydın? Bazılarımız pazar kahvaltısı saatinden önce kalkıp çalışmaya başlıyorlar.”
Başımı kaldırıp ona baktım, beni kışkırtıyor, geniş göğsünde kollarını birleştirmiş ters ters bana bakıyordu – ve hepsi bir saat geciktiğim içindi. Koyu renk takım elbisesinin omuzlarında gerildiği yöne doğru bakmamak için oldukça bilinçli bir şekilde gözlerimi kaçırdım. İlk ay birlikte çalıştığımız konferans sırasında kaldığımız otelin spor salonunu ziyaret etmek gibi bir hata yapmış ve içeri girdiğimde onu koşu bandının yanında terli ve çıplak bir şekilde bulmuştum. Herhangi bir erkek modelin, sahip olmak için adam öldüreceği bir yüzü ve daha önce hiçbir erkekte görmediğim, inanılmaz saçları vardı. Saçları az önce sevişmiş gibiydi. Aşağıdaki kızların tabiri buydu ve onlara göre bu tabiri hak ediyordu. Gömleğiyle göğsündeki teri silmesi, sonsuza dek aklıma kazınmıştı.
Tabii ki ağzını açarak bu anı mahvetmek zorundaydı: “Sonunda fiziksel formunuza ilgi göstermeye başladığınızı görmek pek hoş Bayan Mills.”
Pislik.
Anılardan sıyrılıp, “Üzgünüm Bay Ryan,” dedim hafiften iğneleyerek. “Sizi faks makinesiyle uğraşmak ve bir telefon açmak zorunda bırakarak üzerinize yıktığım yükü anlıyorum. Dediğim gibi, bir daha olmayacak.”
“Haklısın, olmayacak,” diyerek karşılık verdi kibirli gülümsemesini eksik etmeden.
Yalnızca ağzını kapalı tutabilseydi mükemmel olacaktı. Bir parça koli bandı bu işi görebilirdi. Ara sıra çıkartıp okşadığım, bir gün iyi bir amaç için kullanmayı umduğum bir miktar bandı masamda bulunduruyordum.
“O zaman bu hadisenin hafızandan uçup gitmesine izin vermemek için Schaffer, Colton ve Beaumont projelerinin durum tablolarını saat beşte masamda görmek isterim. Ve daha sonra bu sabahki bir saati telafi etmek için saat altıda konferans odasında benim için Papadakis raporunun sunum modelini çıkartmam istiyorum. Eğer bu raporun üstesinden gelirsen bana ne yaptığını bildiğini kanıtlamış olursun.”
Arkasını dönüp ofis kapısını ardından çarpışını izlerken gözlerim kocaman oldu. Aynı zamanda MBA tezimi oluşturan bu projede takvimin ilerisinde olduğumu gayet iyi biliyordu. Anlaşmalar imzalanana kadar slaytlarımı bitirmek için önümde hâlâ aylar vardı… ki henüz imzalanmamışlardı – henüz tam olarak düzenlenmemişlerdi bile. Şimdi ise uğraşmam gereken diğer işlerle birlikte, beraber bir sunum modellemesi yapmamızı istiyordu. Saatime baktım. Harika, yedi buçuk saatim vardı, tabii eğer öğlen yemeğini pas geçersem… Papadakis dosyasını açtım ve işe koyuldum.
Herkes öğlen yemeği için dökülmeye başladığında otomattan aldığım kahvem ve bir paket karışık çerezle masama yapışıp kalmıştım. Normalde akşamki yemekten artanları getirir ya da diğer stajyerlerle bir şeyler yemek için ayrılırdım fakat zaman bugün benden yana değildi. Ofisin dış kapısının açıldığını duydum ve kafamı kaldırdım, Sara Dillon gülümseyerek içeri girdi. Sara, Ryan Medya Grubu nda benimle aynı MBA staj programındaydı fakat o muhasebede çalışıyordu.
“Öğle yemeği için hazır mısın?” diye sordu.
“Çıkamıyorum. Korkunç bir gün.” Özür dileyen gözlerle ona baktım ve tebessümü zoraki bir gülümsemeye dönüştü.
“Korkunç olan gün mü, patron mu?” Masamın köşesine oturdu. “Bu sabah cinlerinin biraz tepesinde olduğunu duydum.”
Biliyorum dercesine baktım. Sara onun için çalışmıyordu fakat patronum hakkında her şeyi biliyordu. Şirketin kurucusu Elliott Ryan’ın en küçük oğlu olması ve çabuk öfkelenmesiyle nam salmış olan Bennett Ryan, bu binada yaşayan bir efsaneydi. “Benden iki tane olsa bile bu işi zamanında bitiremem.”
“Gelirken sana bir şeyler getirmemi istemediğine emin misin?” Gözleri patronun ofisine doğru kaydı. “Kiralık bir katil? Kutsal su?”
Güldüm. “Ben iyiyim.”
Sara gülümsedi ve ofisten çıktı. Kahvemin son yudumunu da içmiştim ki eğildiğimde çorabımın kaçtığını fark ettim. “Bir bu eksikti,” diye başladım ve Saranın geri geldiğini duydum. “Çorabımı bir yere takmışım. Aslında çikolata olan bir yere gidiyorsan dönüşte bana elli kilo getir, böylece duygularımın çaresine daha sonra bakarım.”
Kafamı kaldırdım ve orada duranın Sara olmadığını gördüm. Yanaklarım utançtan kıpkırmızı oldu ve eteğimi geri indirdim.
“Affedersiniz Bay Ryan, ben…”
“Bayan Mills, diğer ofis kızlarıyla sorun çıkaran çamaşırlarınızı konuşacak bolca vaktin olduğuna göre Papadakis sunumunu hazırlamaya ek olarak Willis ofisine gitmeni ve Beaumont için pazar analizini ve pazar bölümlendirmelerini almanı istiyorum.” Penceremdeki yansımasına bakarak kravatını düzeltti. “Sence bunun üstesinden gelebilir misin?”
Az önce bana “ofis kızı” mı demişti? Tabii ki stajımın bir parçası olarak onun için sık sık temel asistanlık işleri yapıyordum fakat Northwesternde JT Miller bursu almadan önce bu şirket için senelerce çalıştığımı gayet iyi biliyordu. Diplomamı almaktan yalnızca dört ay uzaktım.
Diplomamı almaktan ve senin altından defolup gitmekten, diye içimden geçirdim. Kafamı kaldırıp alev alev yanan gözlerine baktım. “Müsait mi diye Sam’e sormaktan…”
“Bu bir öneri değildi,” diyerek beni böldü. “Onları senin almanı isterim.” Bir süre dişlerini sıkıp bana baktı ve sonra geri dönüp fırtına gibi ofisine girdi, ardından da kapıyı sertçe kapadı.
Bu adamın derdi ne böyle? Yeniyetmeler gibi kapıları çarpmak gerekli miydi? Sandalyemin arkasından montumu kaptım ve birkaç blok aşağıdaki uydu ofisimize doğru yola koyuldum.
Geri geldiğimde kapısını çaldım fakat içeriden ses gelmedi. Kapı kolunu denedim. Kilitliydi. Ben Chicago dolaylarında aklını kaçırmış gibi koşuştururken o muhtemelen vakıf fonundan bir prensesle kısa süreli bir öğleden sonra seksi yapıyordu. Kâğıtların her tarafa saçılmasını ve kendi başına eğilip onları toparlamak zorunda kalmasını umarak, karton dosyayı posta deliğinden içeri ittirdim. Bunu hak etmişti. Dizlerinin üzerinde saçılmış belgeleri yerden toplayışını görmeyi daha çok isterdim. Sonra yine onu tanıdığım kadarıyla beni etrafı temizlemek üzere steril cehennem deliğine çağıracak ve o esnada beni izleyecekti.
Dört saat sonra durum güncellemelerini tamamlamış ve slaytlarımı sıraya dizmiştim. Bugünün ne kadar berbat olduğunu düşünerek neredeyse çıldırmış gibi gülmeye başladım. Kendimi fotokopicideki çocuk için oldukça kanlı ve iyi hesaplanmış bir cinayet komplosu kurarken buldum. Bütün istediğim basit bir işti; birkaç fotokopi çekecek, birkaç ciltleme yapacaktı. Çocuk oyuncağı olmalıydı. Gir ve çık. Fakat hayır. İki saat sürmüştü.
Şu anda boş olan binanın karanlık koridorunda, sunum malzemeleri kollarımda rastgele sıkıştırılmış halde hızla ilerledim ve saatime baktım. Altıyı yirmi geçiyordu. Bay Ryan beni oyacaktı. Yirmi dakika geç kalmıştım. Bu sabah tecrübe ettiğim kadarıyla gecikmelerden nefret ediyordu. “Geç” kelimesi Bennett Ryan Aşağılık Sözlüğünde bulunmayan bir kelimeydi. Tıpkı “kalp”, “nezaket”, “şefkat”, “öğle paydosu” ve “teşekkür ederim” ifadeleri gibi.
Boş koridorlarda akrobat misali uzun topuklu İtalyan ayakkabılarımla infazcıma koşar gibi gidiyordum.
Nefes al Chloe. Korkunun kokusunu alabilir.
Konferans odasına yaklaştığımda sakince nefes almaya ve adımlarımı yavaşlatmaya çalıştım. Kapalı kapının ardından yumuşak bir ışık parıldıyordu. Kesinlikle içeride, beni bekliyordu. Kollarımın arasındaki belgeleri düzeltirken, dikkatlice saçımı ve kıyafetimi toparlamaya çalıştım. Derin bir nefes alarak kapıyı çaldım.
“İçeri gel.”
Hafifçe aydınlatılmış alana girdim. On sekizinci kattaki konferans odası kocamandı; bir duvarı yerden tavana kadar güzel bir Chicago manzarasına sahip pencerelerle doluydu. Dışarıda gökyüzü kararmak üzereydi ve gökdelenler aydınlık pencereleriyle ufuk üzerinde yayılmışlardı. Odanın ortasında büyük ve ağır ahşaptan bir konferans masası duruyor ve masanın başında oturan Bay Ryan bana bakıyordu.
Takım elbisesinin ceketini arkasındaki sandalyeye asmış, kravatını gevşetmiş, gömleğinin buruşuk beyaz kolları dirseklerine kadar sıyrılmış ve çenesini, birleştirdiği parmaklarının ucuna yaslamış orada oturuyordu. Gözleri benimkileri delip geçiyor fakat bir şey söylemiyordu.