Fantastik çocuk romanı, aklın sınırlarını zorlayan olayların örüntüleri iki bölümden oluşmaktadır.
***
1.BÖLÜM
İNCİLİ ORMANIN SIRRI
“Tatlım uyuyor musun?Canım benim! Yorgunluktan uyuyakalmışlar.”
Melda eğildi, kızı Naz’ı sevgiyle öptü.
O gün, birlikte pikniğe gitmişlerdi.
* * *
Okulda hemen hemen her gün bir sınav oluyorlardı. Naz sürekli ders çalışıyordu. Sınavları iyi geçmişti. Annesi hafta sonu havayı güzel görünce, kızına bir sürpriz yapıp en yakın arkadaşı Melisa’nın ailesiyle bir piknik planlamıştı. Çocuklar biraz dinlensin ve sınav stresinden kurtulsunlar diye.
Gökyüzünde ılık ılık ısıtan parlak sarı güneş, pamuk şekeri gibi uçuşarak yavaşça geçen bulutlar ve yemyeşil yapraklarının pırıl pırıl parladığı orman, çocukları sevinçle karşıladı.
Kızların neşeli çığlıkları, kuşların seslerine karıştı. Melisa ile Naz, ağaçların arasında ne yana koşacaklarını sevinçten şaşırdılar. Uçsuz bucaksız geniş alanlar, ardına saklanabilecekleri ağaçlar, rengârenk çiçekler Naz ve Melisa’yı mutluluktan havalara uçuruyordu.
Bütün gün çılgınca, bir o yana bir bu yana koşup durdular. İp atladılar, birdirbir oynadılar. Top peşinde koştular; yakan top oynarken kahkahaları tüm ormanda çınladı.
Bir ara, Naz’ın ayağına minik bir diken battı. Biraz mızıldandı ama annesi dikeni yavaşça çıkarınca acısını unuttu. Melisa’nın ardından koşarak ağaçların arasında kayboldu. Annelerinin kulağına uzaktan neşeli çığlıkları geliyordu.
Naz ve Melisa’nın anne ve babası, dalları salkım saçak olan bir ağacın altına yaydıkları örtünün üzerinde oturmuş; çay içip sohbet ediyorlardı. Bir süre sonra erkekler tavla oynamaya başladı. İddialı bir maçtı. Kaybeden dondurma ısmarlayacak diye bahse girdiler.
Ormanda koşuşan Naz ile Melisa, babalarının zarların sayısını söyledikleri seslerini duyuyorlardı.
Öğleye doğru herkesin karnı acıktı. Babalarının tavla kapışması sona ermeyince anneleri, arabanın bagajından yiyecek sepetlerini aldılar.
Sepetler açıldı, içinden börekler, dolmalar, salatalar, yemekler çıktı. Mis gibi yemek kokuları ortalığa yayıldı. Kızlar kokuyu alınca koşarak gelip sofraya oturdular. Saatlerce koşuşturmaktan iyice acıkmışlardı. Hızlı hızlı yemeye başladılar. Anneleri tabaklarına yemek koymaya yetişemiyordu.
Kızların, lokmaları hızlı hızlı tıkıştırmalarının tek sebebi, oyun oynamaktan geri kalmak istemeyişleriydi. Melda, kızların telaşlı halini görünce dayanamadı, seslendi:
“Kızlar yavaş! Boğazınızda kalacak. Bol bol vaktimiz var. Akşama kadar buradayız nasılsa. Acele etmeden yiyin.”
Onlar hiç oralı olmadan hızla yemeye devam ettiler. Onların bu halini gören babaları gülüştüler.
Kızlar, yemeklerini bitirir bitirmez hemen sofradan kalktılar. Naz’ın annesi Melda, arkalarından ne kadar seslense de ne Naz, ne de Melisa duydu. Ormanın derinliklerinde kayboldular. Oyunlarına kaldıkları yerden devam ettiler.
Zaman aktı, geçti. Güneş sabahki yerinde değildi artık. Hafif bir esinti çıkmıştı. Melisa ile Naz iyice yorulmuştu. Melda, iki büyük ağacın arasına bağladığı hamağa kızlara uzanması için örtü yaydı. Bir ara, kızlardan hiç ses gelmeyince kalkıp yanlarına gitti.
Bir de ne görsün, mışıl mışıl uyuyorlar.
“Tatlım uyuyor musun? Canım benim! Uyuyakalmışlar, çok yoruldular bugün.”
.
İnce bir battaniye alıp üzerlerine örttü ve geri döndü. Erkekler, o hafta sonu yapılan futbol maçıyla ilgili konuşuyorlardı.
Bir süre sonra Melda, salonuna almak istediği koltuk takımını anlatmaya başladı. Beyler ise tavla oynuyor, hem de tuttukları futbol takımıyla ilgili tartışıyorlardı.
Sohbetleri bitecek gibi değildi.
Orman kendi şarkısını mırıldanırken, Melisa ile Naz da rüzgârın esintisiyle hafiften sallanan hamakta derin uykuya dalıp gitmişti.
* * *
Her ikisi aynı rüyayı görüyordu. Aynı anda aynı rüyayı görmek ilginçti. Bu rüya onları sihirli bir dünyaya alıp götürmüştü. Aynı rüyayı görmelerini fısıldayan birileri olmalıydı.
Melisa ile Naz’ın bu sihirli dünyasında neler oluyordu acaba?
* * *
“Tik tak, tik tak, tik tak, tik tak…”
Zaman, tik taklar arasından bir kum saati gibi akıp gitti. Akrep ve yelkovanın, aralarında oynadıkları yakalamaca oyununda kazanan henüz belli değildi.
***
Melisa, kulağına uzaktan gelen “tık tık tık” sesiyle uyandı. Gözlerini ovalayarak açtı. Bir süre şaşkınlıkla bakındı. Sesin ne taraftan geldiğini anlamaya çalıştı ama anlayamadı.
Yanında uyuyan arkadaşı Naz’ı uyanması için dürttü. Naz, ilk dürtmede uyanmayınca biraz daha hızlıca dürttü. Naz panikle gözlerine açtı ve bağırdı:
“Az daha yere düşecektim. Neden beni sallayıp duruyorsun?”
Melisa gülerek cevap verdi:
“Bir tıkırtı duydum da seni uyandırmaya çalışıyordum. Dinle sen de duyacak mısın? O ses uyandırdı beni.
“Beni bunun için mi uyandırdın?”
“Hadi ama, bu ses nereden geliyor diye merak ettim.”
“Şu karşıdaki çalıların arasından geliyor sanki. Gel, gidip bakalım. Belki de minicik bir sincaptır.”
Hamaktan aşağıya zıplayıp çalıların yanına doğru yürüdüler. Yavaşça eğilip, dalları araladılar. Naz, şaşkınlıkla seslendi Melisa’ya:
“Hey! Burada gizli bir yol var sanki. Baksana taşlarla döşeli ve ileri doğru gidiyor,” dedikten sonra eğilip baktı:
“Gerçekten yola benziyor. Nereye gidiyor acaba?”
Melisa:
“Nereden bileyim. Yolu takip edersek nereye gittiğini bulabiliriz.”
Naz:
“Bence, annemlerin yanına dönelim. Ya karşımıza yılan çıkarsa. Ayy, korkunç! Hadi geri dönelim.”
.
Naz, tam arkasını dönmüştü ki tık tık sesleri yine duyuldu. Hızla geri dönüp çalıların arasına baktı. Sesin geldiği tarafa doğru yürüdü. Melisa da arkasından yürüdü. Ormanın derinliklerine doğru ilerlediler. Ne kadar gittiklerini fark edemediler.
* * *
“Hey! Hey! Ne oldu size böyle kızlar? Bu telaş ne? Oyun sizi çok yormuş.”
Naz, şaşkınlık ve korkuyla karışık bir çığlık attı:
“Sen de kimsin? Burası neresi?”
“Sakin ol! Sakin ol! Ben Aykız’ım, İncili Orman’da yaşıyorum, uzun zamandır sizleri bekliyordum. İkinizi uyandırıp buraya getirebilmek için uyuduğunuz hamağa doğru sihirli çam kozalaklarını atıyordum.”
“Melisa! Melisa! Hemen yanıma gel!” diye seslendi.
Naz’ın peşi sıra gelen Melisa heyecanla koştu.
Naz, hızla Melisa’yı sarstı.
“Tamam! Tamam sallayıp durma beni. Neler oluyor?”
“Melisa, ağacın yanına baksana ne görüyorsun?”
“Şu beyaz elbiseli kızı mı soruyorsun? Kim o?”
“İyi! Demek ki sen de görüyorsun. Biz şu anda İncili Orman’dayız. O kızın adı da Aykız ve bu ormanda yaşıyormuş. Tık tık tık seslerini o çıkarıyormuş. Az önce söyledi. Sen geriden geldiğin için duymadın. Hem sen ne yapıyordun orada?”
“Minicik bir tavşan vardı. Ona bakıyordum. Beni görünce hiç oralı olmadı ve kaçmadı. Tavşancık da bana bakıyordu. Hem biz İncili Orman’a gelmedik ki. Annemler nerede?”
“Bilmiyorum, fazla yürüdük galiba. Aykız’a soralım belki o bilir, yolu tarif eder bize.”
Naz’ın konuşması bittiği anda Aykız uçar gibi yanlarına geldi. Siyah iri gözü ve koyu siyah saçları ile küçük bir kız çocuğuna benziyordu. İncecik kadife gibi bir sesle:
“Naz, Melisa, bu ormana büyükler gelemez. Burası çocukların İncili Orman’ı. Çocuklar büyüdükçe, hayallerini içine sakladıkları incilerini ya kaybederler ya da bir yere koyup unuturlar. O yüzden büyüdüklerinde çocukluk hayallerini hatırlayamazlar. Bu nedenle İncili Orman’a giremezler. Burası rüyaların ormanı, hayallerin gerçekleştiği, herkesin birbirini anladığı, sonsuz sevgiyle dolu bir orman.”
Aykız anlatmaya devam etti. Bir yandan konuşuyor bir yandan da uçar gibi yürüyordu. Onun uzaklaştığını gören kızlar, Aykız’ın peşinden hızlıca yürümeye başladılar.
Kızlar nefes nefese koştuğu halde Aykız, uçar gibi yürüyor, bir yandan da sakin sakin anlatıyordu. En sonunda dalları gökyüzüne değecek kadar büyük, gövdesi en az on çocuğun kolları ile sarabileceği kadar geniş, Ulu Ağaç’ın yanına geldiler. Kızlar biraz dinlenmek için ağaca yaslanmak üzereydi ki, tok bir ses duyuldu:
“Dinlenin gölgemde, oturun dallarımda, bağlayın salıncaklarınızı, sallanın ve meyvelerimden doyasıya yiyin!”
Kızlar şaşkınlıkla kaçıştılar.
Aykız gülümsedi:
“Konuşan, İncili Orman’ın bilge ve yaşlı ağacı,” dedi.
Bu ağacın, İncili Orman için ne kadar değerli olduğunu anlattı.
“Bilge Ulu Ağaç, yüzlerce yıldır İncili Orman’da yaşıyor. Gelen geçen kuşlar dallarına konup şarkılar söylüyor. Sincap ve tavşanlar gizli oyuklarında yuva yaparak barınıyor.”
.
Naz ve Melisa hayretle Ulu ağaç’a baktılar. Dalları sanki gökyüzüne değiyordu. Yaprakları, ormanın tepesini bir şapka gibi örtüyordu.
Kızlar, duydukları karşısında iyice şaşırdılar. Olanlara ve gördüklerine inanamıyorlardı. İkisi de içlerinden rüya gördüklerini düşündüler ama aynı rüyayı görüyor olamazlardı.
Öyleyse neler oluyordu böyle?
Gerçekten böyle bir orman var mıydı?
Bu ormanda her şey konuşuyordu.
Melisa, kocaman açılmış gözleriyle Naz’a baktı:
“Burası sihirli sanki. Ağaç bizimle konuşuyor, bu inanılmaz bir şey. Annemlere anlattığımızda bize asla inanmayacaklar.”
Aykız seslendi:
“Kızlar az önce de söylemiştim. Burası İncili Orman. Burada her şey konuşur. Dertlerimizi, sıkıntılarımızı, sevinçlerimizi birbirimize anlatırız. Yoksa nasıl anlaşabiliriz.”
Naz, Aykız’ın söylediklerini şaşkınlıkla dinledi. Her şey o kadar inanılmaz görünüyordu ki. Etrafına baktı. Ulu Ağaç’ın yanlarından uzanan dalında kendilerini dinleyen Baykuş’u gördü.
“Baykuş da konuşuyor mu acaba?” diye düşündü.
“Hey, Baykuş! Sen de konuşabiliyor musun? Merak ettim, bayan kuş nerede?” diye seslendi.
Baykuş, iri parlak gözlerini onların üzerine dikerek:
“Sevgili küçük kızlar, bayan kuş uçtu ve Ulu Ağaç’ın yüksek dallarına kondu. İncili Orman’ı gözetliyor. Merak ettiğiniz başka bir şey var mı?” deyince Naz ve Melisa donup kaldılar.