SEVİNÇ
Bir parkta iki simitçi çocuk. Yan yana bir banka oturmuşlar. Etrafta çiçekler, kelebekler çocuklarının elinden tutmuş gezdiren anneler, kalın mercekli gözlükleri ile gazeteye dalmış İhtiyarlar, binbir şamata ile birbirine sataşan, gülüşen mektep kaçkını öğrenciler, dilenciler, çöpçüler.
Simitçiler sekiz on yaşlarında. Kara-kavruk-zayıf Belli ki beslenme yetersizliği ile büyümüşler. Aynı mahallenin çocuktan bunlar, aynı ağızla konuşuyorlar, belli ki taşradan henüz gelmişler.
İkisi de yorgun ve aç. Vakit öğle üzeri.
Parkın çeşitli nokralarında bulunan büfelerden döner, sucuk kokuları geliyor, önlerinden iri sandviçlerini ısıra ısıra kendi yaşlarında çocuklar geçiyor. Bezgin gözlerle etrafa bakıyor, bakmaktan usanıyorlar. Sonunda biri dayanamayıp:
– Hadi bir simit yiyelim, diyor. Simitler alüminyum tepside dizilmiş duruyor. Her zaman yaptıkları gibi kimin tepsisinden simit alınacak diye çöp çekiyorlar. Biri, eline biri uzun öteki kısa iki çöp alıyor; ellerini arkasında gizleyip kısayı bir avucuna, uzunu öteki avunma saklıyor. Sonra iki kolunu birden öne çıkararak yumulu ellerini arkadaşına uzatıyor. Öteki bir süre süzüyor bu yumruklan, bir türlü karar veremiyor. Sonunda “ya şundadır, ya bunda” yapıp birini seçiyor. Kısa çıktı, kaybetti.
Hiç tasalanmadan yarımdaki kendi tepsisinden bir simit seçip “Hadi” diyor. Her zaman böyle yapıyorlar. Simidin bir ucundan biri, öbür ucundan öteki tutup “Bir, iki, üç” deyip asılıyorlar. Simit aynı anda iki parçaya bölünüyor. Birine az, ötekine çok düşüyor ama ikisi de hakkına razı. Bu defa öyle olmadı. Simidin bir parçası bayağı büyük kaldı. Büyüğü kazanan arkadaşının payına baktı, canı sıkıldı. “Olmadı” dedi. “Benimki çok.” öteki “Şans işte, boşver” dedi ve kendi payını yemeye başladı. Büyük parçayı kazanan bir türlü yiyemiyor. Şans da olsa haksızlık bu. Dayanamayıp fazla parçayı kopardı ve arkadaşına uzattı. Arkadaşı “Alamam” dedi “O senin hakkın.” Beriki karartı: “Olmaz, yiyemem, bölüşelim.” diyor. Bir zaman alırsın, almazsın diye çekiştiler.
Onlar çekişedursun, parkın uyanık güvercinleri hiç çekinmeden önlerine kadar gelmiş, dökülen susamlara dalmışlardı. Çocuklar fazlalık olan parçayı güvercinlere doğradı, önlerinde bir güvercin bahçesi oluştu.
Biri çekinerek ayaklarına dolanan kuşlardan birini okşadı. Hayret, kaçmıyor. Bir daha okşadı, bir daha, çok hoşuna gitti bu. Hayatında ilk kez bir güvercin okşuyordu. Onu gören öteki de güvercinleri okşamaya başladı. Arada bir göz göze geliyor birbirlerine gülümsüyorlar. Yüzsüz güvercinleri aç sanmışlardı. Kalan simitlerini de doğradılar. Kuşlar yedikçe sanki onlar doyuyordu. Güvercinlerin parlak tüylerinden geçen sevgi ve merhamet en saf hali ile çocuk kalplerini doldurmuştu.
Sonunda simitler bitti. Ortada tek bir susam tanesi kalmadı. Güvercinler birden havalanarak ve çocukların yüreklerini ağıza getirerek uçtular. İleride simit yiyen bir genç çiftin önüne kondular. Simitçiler birbirlerine baktı. Sonra güvercinlere baktı. İkisi de sevincini bulmuştu.
Artık ne açlık, ne tasa. Arlık gidebilirler, yeniden
satışa çıkabilirler.
Herbirinin etrafında yüzlerce melek dolaşıyor.Elbette bütün simitleri satacak, cepleri para doluolarak analarına koşacak, bu güvercin hikâyesin anlatacaklar.
NÖBETÇİ AŞIK
Gecenin yarısı geçmiş.
Kar yok ama hava buz gibi.
Bir sınır karakolunun nöbetçi kulübesi.
Nöbetçi üşüyor, ama fazla hareket ederek kendini göstermesi yasak. Ayaklarını oynatıyor, ellerini hohluyor, nafile. Bir de tedirginlik var. Kurşunun nereden, ne zaman geleceği belli değil. Gözlerini mazgal deliğinden ayırmıyor, karşıda meşelikler, ay aydınlığında yapraklan panldıyor. İçini ısıtacak bir şey lazım. Bunun ne olduğunu biliyor ama zor. Üstünde parka, parkanın altında üniforma, bir sürü teçhizat ağır bir silah. Hadi bunları geçtik, o iç cebe ulaşmak için kaç düğme çözecek.
“Donacam valla! Ne olursa olsun” deyip düğmeleri ağır ağır usulünce çözmeye başlıyor. Sanırsın Âşık Kerem buluştuktan gece Aslı’nın düğmelerini çözüyor. O kadar yavaş, o kadar itinalı.Çözülecek düğmeler nihayet bitiyor. Teçhizat ve tüfeği dengeliyor. Bir elini koynuna sokup cüzdanını çıkarıyor. Fotoğrafın hangi gözde olduğunu ezbere biliyor. Parmak uçlarını sıkıştırıp çıkarıyor.
İşte fotoğraf.Nişanlısı ay aydınlığında ona gülümsüyor. Nöbetçi “Az kaldı” diyor, “Sık dişini”. Bu nur yüzden saçılan ışık nöbetçiyi ısıtıyor. Ne gecenin soğuğu, ne kurşunun sesi. Demeye kalmadan eldivenli elden düşüyor fotoğraf.
Hay aksi.
Almaya eğiliyor.
O anda kurşun mazgal deliğinden ıslık çalarak geçip kulübenin kapısını deldikten sonra dışarı çıkıyor.
Yeniden donuyor nöbetçi. Dişlerini sıkarak “Vay namussuz vay. iğne deliğinden geçirdi kurşunu be! Bunun garanti gece görüş dürbünü var.” Diz üstü çömelip titreyen elleri ile fotoğrafa bir daha bakıp, bir daha ısındıktan sonra, daha doğrusu bu güzel insandan aldığı enerji ile adem ejderhası kesilip korkuyu falan bir yana fırlatıyor. Resmi yerine koyup cüzdanı cebe indiriyor. Bu defa parmaklan an gibi çalışıyor.
Düğmeler İliklendi, silah elde. “Hazırım” diyor içinden. “Hazırım, çünkü bunlar kulübeyi denedi. Karşılık verirsem, tamam orda diyecekler. Vermez isem tilki düzenine geçti bekliyor diyecekler. Her iki halde de birkaç saniye sonra roket patlar.” Çömelik vaziyette, kapıyı aralayıp kendini aşağıya bırakıyor. Sürünerek az ilerideki sipere atıyor kendini. Atmakla kalmayıp döne döne uzaklaşıyor kulübeden. Sırtını toprağa dayayıp nefesleniyor. Terledi.
Ve patlıyor roket. Kulübe havaya uçuyor.
Karakol ayaklandı. Göz açıp kapayıncaya kadar hendeklerden gelen arkadaşları sipere girdiler. Boğazı kurumuş. Mataradan bir yudum su çekiyor. Cayırtı başladı. Karşılıklı kurşun yağmuru. Nöbetçi hâlâ sırtüstü yatıyor, ve nur yüzlü sevgilisine bir can borcu olduğunu düşünüyor. Hızır mısın mübarek.
Dönünce anlatacak bunu. Hayatının olayını. Arkadaşları siperden başlarını çıkarmaksızın, veya ara sıra yarı buçuk çıkarıp karşıya baktıktan sonra kurşun gelen yöne doğru sıkıyorlar mermiyi.
“Ya Allah” diyor nöbetçi.
Bayağı yükseliyor siperden. Nereden bir kurşun geliyorsa oraya sıkıyor mermiyi. Makinalı tüfek gibi, aralıksız. “Yat ulan salak” diye bağırıyor arkadaşları. Kim duyar. Ona kursun işler mi şimdi? O acaba kendinde mi?
Çatışma bitiyor ve gecenin sessizliği yine etrafı kuşatıyor. Nöbetçi yine sırtüstü yatıyor. Siperdeki herkes nefesini tutmuş bekliyor. Acaba bir yerden bir çıtırtı gelecek mi?
Nöbetçinin sağ yanından güzel bir koku geliyor. Dönüp bakıyor, bir ot. Ottan bir yaprak koparıp parmaklarının arasında eziyor. Ohh!… Kekik ile nane arası bir koku. “Yarabbi dünyada ne güzellikler var” diyor.
Tehlike tamamen geçinceye kadar bekleyecekler. Sonra emir ne ise o olacak. Nöbetçi orada, sırtı toprakta, yüzü karakola dönük yatarken nişanlısının hayali karakoldan çıkıp ağır ağır yaklaşıyor. Nöbetçinin kalbi kuş gibi çırpmıyor.
Hayal geldi, geldi. Nöbetçinin üzerine eğildi, onu alnından öptü ve kayboldu.