Baylar! Bu derslerin konusu felsefi dünya-tarihidir. Gene dünya- tarihinin kendisini izleyeceğiz; konumuz tarihten çekip çıkaracağımız ve içeriğine örnekler gösterebileceğimiz genel düşünceler değil, dünya-tarihinin kendisinin içeriğidir. Buna temel olacak bir ders kitabı gösteremiyorum; -ayrıca benim “Hukuk Felsefesinin İlkeleri”inde §341 den §360’a (son) kadar bu türlü bir dünya-tarihinin daha kesin kavramını, ele alınışında göz önünde bulundurulması gereken ilkeler -ve dönemlerle birlikte vermiştim.
En azından oraya bakarak söz konusu olacak öğeleri soyut olarak ortaya çıktıkları biçimleriyle tanıyabilirsiniz. felsefi dünya-tarihimize felsefi bir dünya-tarihinin ne olduğu konusunda sizde önceden (genel, belirli) bir tasarım oluşturacak biçimde bir giriş yapmak istiyorum. Bu amaçla ilkin tarihin başka türlü sunuluş ve inceleniş tarzlarını ele alıp betimleyecek ve birbiriyle karşılaştıracağım.
Üç tarih yazımı tarzını birbirinden ayırdediyorum: a)Kaynaktan tarih, b)Düşüngenen (reflektierte) tarih, c) felsefi tarih. a) Hemen ad anarak örnek verecek olursam, birincisiyle örneğin Herodot, Thukydides ve benzerlerini söylemek istiyorum, yani betimledikleri eylemleri, verileri ve durumları kendileri yaşamış, onların içinde yaşamlarını sonuna kadar sürdürmüş, kendi varlıklarıyla bu verilerin ve onların tininin bir parçası olmuş, bu eylemler ve veriler üzerine bir bildiri kaleme almış, şimdiye değin salt olmuş bitmiş ve dışsal olarak kalmış şeyleri tinsel tasarımın alanına yerleştirmiş ve bu alan adına işlemiş, böylece ilkin iç ve dış duyu için düpedüz varolan bir tasarımı, zihinsel herhangi birşeyi dönüşüme uğratmış tarih yazarlarını göz önünde bulunduruyorum.
Şair de örneğin kendi duyumunda bulduğu malzemeyi duyusal tasarımı meydana getirmek üzere böyle işler. Bu tarih yazarlarında gerçi başkalarının öyküleri, bildikleri de kendi yazdıkları tarihin bir parçasını oluşturur, ama bunlar dağınık, az, rastlantısal öznel malzemeden başka birşey değildir.
Nasıl kendi dilini bir yapı taşı gibi kullanmasına, edindiği bilgilere de çok şey borçlu olmasına karşın yine de asıl yapıt şaire aitse, tıpkı bunun gibi bu tür tarih yazan da gerçekte çoktan olmuş bitmiş, öznel, raslantısal anılara karışmış ve yalnızca, unutmaya yargılı bellekte saklanmış şeylerden bir bütün yaratır, onları Mnemosye’nin tapınağına yerleştirerek ölümsüzleştirir 2 . Böyle tarih yazarları geçmişi yerinden alıp başka bir yere dikerler, —içinde büyüdüğü geçici topraktan alıp daha iyi, daha yüksek bir alana eker, onu (ölmüşlerin) sonrasızlığa kavuşmuş ruhların ülkesine aktarırlar.
Bunlar öyle ruhlardır ki. eskilerin Elysium için dedikleri gibi, yaşamlarında bir kez kahramanca yapmış oldukları şey neyse onu şimdi öncesiz—sonrasız olarak yapmaktadırlar. Söylenceleri, halk türkülerini, gelenekleri, genel olarak şiirleri de bu türlü kaynaktan tarihin dışında düşünüyorum, çünkü böyle söylenceler, gelenekler olup biteni bulanık bir biçimde saptar, bu da bunları üreten halkların ya da onların bir kesimlerinin bilinçlerinin bulanık olmasından ileri gelir.
Halkın tarihle ilişkisini sonra ele alacağım. Bilinçleri bulanık halklar ya da onların bulanık tarihi tarih biliminin konusu olamaz, en azından felsefi dünya-tarihinin konusu değildir, çünkü onun amacı tarihteki ide’nin bilgisidir. —yani kendi ilkelerini bilincin ışığına, kendilerinin ne olduğunu, ne yaptıklarını bilmenin ışığına getirmiş halkların tinleri söz konusudur burada. Daha sonra historia ile res gestea’nın oluşturduğu bağlamı ele alacağız; bir halkın asıl, nesnel tarihi ilkin onun bir tarih bilimine (Historie) sahip olmasıyla da başlar.
Sahip değilse, Hindistan’ın, içinde hâlâ tarihin ortaya çıkmadığı, boşuna tarihi gibi üçbuçuk bin yıldır hâlâ hiçbir kültür sürecinin gerçekleşemediği bir kültür karşısında kalırız. Bu türlü kaynaktan tarih yazarları kendilerinin de içinde bulundukları olay, eylem ve durumu, tasarıma seslenen bir tasarım yapıtına çevirirler. Bundan hemen bazı sonuçlar çıkarabiliriz: aa) Anlaşılacaktır ki bu tarz tarihlerin dış kapsamı geniş olamaz 5 . Öz malzemesi, insanların kendi yaşantılarında ve şimdiki ilgilerinde yaşayan, kendi çevrelerinde canlı olarak bulunan şeydir. Yazar az ya da çok katıldığı, en azından başkalarıyla birlikte yaşadığı şeyi anlatır.
Kısa zaman aralıklarıdır, insanların ve olayların bireysel biçimleridir konusu. Bu tür tarih yazarları bilinçli ya da bilinçsiz sahip oldukları sezgilerle çalışırlar. Tablolarında kimsenin üzerinde durmadığı tek tek çizgileri bir araya getirirler. Amaçları bu tabloyu sezgileriyle ya da sezgiye dayalı öyküleriyle canlandırdıkları gibi kendilerinden sonrakilere tasarlatmaktır. bb) Bu tür tarih yazarlarında yazarın yetişimi ve yapıtında dile getirdiği olaylar, kaleme alanın tini ile anlattığı eylemlerin tini bir ve aynıdır.
Öyleyse yazarın ilkin hiçbir düşüngemeye (Reflexion) gereksinimi olmayacaktır, çünkü olgunun tininde yaşamaktadır, düşüngemede olduğu, gibi onu aşmış değildir. Yazar olgunun tiniyle birleşmiştir demek, şu demektir: standlar arasında büyük bir ayırımın ortaya çıktığı, kültür ve ilkelerin de standa bağlı olduğu bir çağda böyle bir tarih yazarı, amaç, hedef ve eylemleriyle, kendisinin anlattığı politik çevreye ait olan devlet adamları v e komutanların standına ait olmalıdır’*. Olgunun bu tini belli bir kültür düzeyinde ise, kendisini de bilir. Yaşamının ve eylemlerinin temel bir yönü onun bilincidir, kendi amaçlan ve ilgileri üzerine olduğu gibi kendi ilkeleri üzerine olan bilinci —eylemlerinin bir yönü kendini başkalarına açıklama, onların tasarımına göre eyleme, onların isteklerine göre hareket etmedir.