Huzur sokağı bir roman klasiği… Satış rekorları kırmış, her yaştan ve her kesimden onbinlerce insanımız tarafından aynı ilgi ve heyecanla okunan bir eser olarak haklı şöhret kazanmıştır. Birleşen yollar adıyla sinemaya da aktarılmış ve halkımızın büyük ilgi ve teveccühünü kazanmıştır. Huzur sokağı özlenen huzur için
İSTANBUL’UN kenar semtlerinden birinde kırık dökük, irili ufaklı ahşap evlerin sıralandığı dar ve küçük bir sokakta başlamıştı her şey. Yağmur yiye yiye tahtaları aşınmış, her rüzgâr esişte yıkılıverecekmiş intibaını uyandıran, kırılan camların yerine sararmış gazete kâğıtları yapıştırılmış, rengi solgun, yer yer yamalı, basma perdeli evleri ile “Huzur Sokağı”nın ilk bakışta fakir bir sokak olduğu anlaşılırdı…
Sakinleri, kanaat ve huzur içinde yaşayan, zenginlik ve debdebede gözleri olmayan mü’min ve mütevazı kimselerdi. Bu mütevekkil, asil insanlar, bütün fakr u zaruretlerine rağmen yaşayış tarzlarından gayet memnun, içinde bulundukları hayat şartlarından dolayı da o derece müsterihtiler…
Bu sokak, adeta yılların tahribatı ile aslî veçhesini kaybetmiş, maddeci ve materyalist insanların hırs ve ihtirasları üzerine inşa edilmiş, yeni ve modern İstanbul’un bir parçası değil de, Osmanlı devrinin bütün ince ahlâk ve faziletlerini sinesinde yaşatan ve sanki şu tefessüh etmiş cemiyetle bütün bağlarını koparmış asude bir köşeydi…
Herkeste köklü bir gönül birliği vardı… Herkes birbirine karşı sonsuz bir sevgi, derin bir muhabbet, samimi bir kardeşlik, candan bir bağlılık duyardı… Komşuluk münasebetleri öylesine kuvvetliydi ki, şairin: “Ferde râci sadmeden efrâd olurmuş lerzedâr.” Dediği gibi, sokak sakinlerinden bir kişiye veya aileye gelen herhangi bir musibet ve felâket, bütün sokağın derdi ve elemi olur, felâketzedeye yardımcı olmak, onu teselli etmek, derdine derman olmak için herkes birbiriyle göz yaşartıcı bir fazilet yarışına girişirdi…
Şayet musibet hastalık ise, elbirliğiyle tedavisine yatışılır ameliyatı mucib hâl karşısında ameliyat ücreti bir anda toplanır hasta en mükemmel hastahanede ameliyat ettirilir, hastanın evi âdeta bir ilâç deposu haline getirilirdi…
Dükkânı soyulan şahıs, üzülmeye dahi vakit bulamazdı. Zira zayıf bütçelerine rağmen Huzur Sokağı sakinleri, yine bir anda aralarında topladıkları paraları küçük bir sermaye hâline getirir, dükkân için lüzumlu malzemeleri derhal temin ederler ve kardeşlerinin yüzünü güldürürlerdi…
Evi yanan şahsın evi de eşsiz bir yardımlaşma ve gayret neticesi, eskisinden de mükemmel bir tarzda, eşyaları ile birlikte en kısa zamanda kendisine hediye edilirdi.
Sokak sakinlerinden birinin kızı evleneceği zaman, bütün komşu genç kızları ve hanımları, onun çehizini hazırlamak için seferber olurlar, dantelli yatak takımları, oyalı yemeniler, nakışlı örtüler ve sırmalı seccadelerle sandığını hazırlarlar, hayır dualarla onu gelin ederlerdi…
Bu sokakta herkesin, ateşten çekinir gibi çekindiği ve en ziyade nefret ettiği şey, dedikoduydu… Hiç kimse, hiç kimsenin arkasından konuşmaz, kimse birbirini çekiştirmeye tevessül etmezdi… Herkes birbirinin kusurunu hoş görür, ayıbını yüzüne ^vurmazdı. Çekememezlik, hased, kıskançlık ve rekabet gibi hisler, bu faziletli insanların kalbinde yer bulamıyordu bir türlü… Çünkü herkes kardeşinde, komşusunda olan yüksek meziyetle iftihar ediyor, onun meziyetini, kendi meziyeti olarak kabul ediyordu…
Hâsılı, İslâm ahlâk ve yaşayışının topyekûn iflas ettiği şu bozuk cemiyet içinde bu sokak, tesanüd, teavün. ittihad, ittifak ve uhuvvetin âbideleştiği bir fazilet, bir asalet, bir şecaat otağı, kalbleri birbiri için çarpan fertlerden müteşekkil sarsılmaz bir aile ocağıydı…
Gün. her sabah böyle başlardı Huzur Sokağında… Gecenin bütün mahremiyetini kalın ve koyu bir perde gibi sinesinde gizleyen zifiri karanlıklar, fecre yakın saatlerde gitgide açılır ye gecenin bu son saatleri, perdeleri sımsıkı örtülmüş ahşap evlerin u/erine açık mavi bir tül gibi iner, ortalık sihirli bir güzellik içine bürünüverirdi…
işte böyle sabahlardan birinde Huzur Sokağı… Etraf, henüz abca karanlık… Şafak, sökmek üzeredir…
Biraz sonra bu küçük ve sakin sokağı, her sabah olduğu gibi lâhuti bir ses kaplayacak ve Huzur Sokağı’nda günün ilk hareketleri başlamış olacak…
Mahallenin herkes tarafından sevilen, hürmet edilen nur yüzlü ve umumi kültürü yüksek, engin bilgili müezzini Sadi Hoca, köşe başındaki küçük caminin şerefesi kırık minaresinden, sesinin bütün ulviliğiyle uykuda olan semt sakinlerini sabah namazına davet edecek… Ve.. Huzur Sokağı’nda kapılar bir bir açılacak… Yaşlısıyla, genciyle bütün erkekler, yüzlerinden o hiç eksik etmedikleri mes’ut tebessümleriyle hep bir istikamete doğru yönelecekler…
işte, nitekim o tatlı, o lâhuti ses, muhiti sıcak bir ana şefkatiyle kucaklamağa başladı…
Sadi Hoca’nın sabâ makamından okuduğu yanık ve içli sabah ezanı, ince bir tül gibi ortalığı örten alaca karanlığı delercesine dalga dalga, perde perde göklere yükselmekte…
“Esselâtü hayrün minennevm! Esselâtü hayrün minennevm!…”
“Namaz uykudan hayırlıdır! Namaz uykudan hayırlıdır…”
Huzur Sokağı’nda bu sese, bu ilâhi davete icabet etmeyen kimse yoktu. Bu ulvi sesle, bu ilâhi davetle uyanan herkesin evinde birer birer ışıklar yanmaya başlar, nalın şıkırtılarının, su şıkırtılarının sesi, sokağa manevi bir mûsikinin nağmeleri gibi yayılırdı…
Nitekim, ezan bittikten bir müddet sonra ahşap evlerin demir halkalı kapılan, bir bir açılmaya ve dışarıya bir kaç orta halli olan müstesna oldukça fakir, fakat temiz kıyafetli, temiz yüzlü gençyaşlı erkekler çıkmağa başladılar…
Her zaman olduğu gibi, camiye gitmek üzere evinden en erken çıkan, yine Bekir Ağa olmuştu. Orta yaşlı, halimselim bir adam olan Bekir Ağa, inşaatlarda, amelelik yaparak nafakasını temin ederdi. Ters çevrilmiş kasketi, kırmızımtırak yüzü, derinden gülen şefkat dolu gözleri ve hele hele mali durumunun hiç de iyi olmamasına rağmen elinin haddinden fazla açıklığı ile herkesten ziyade çocukların sevgili siydi Bekir Ağa… Her akşam eve dönüşünde sokaktaki bütün çocukları çikolata, sakız, leblebi, çekirdek gibi yiyecekler, onların hoşuna gidecek balon, lastik top v.s. gibi ufak tefek oyuncaklar dağıtırdı.
Yeşil yağlı boyaları yer yer dökülmüş olan, tek katlı küçük bir evin açılan kapısında» çıkan mır yüzlü sevimli ihtiyar ise sokaktaki kedilerin sevgilisi, Sayacı Hayri Dedeydi. Hayri Dede’nin de akşam üstü iş dönüşü sokağa girişi görülecek manzaraydı doğrusu… Daha sokağın başında görünür görünmez, nerden haber alırlar, nasıl sezip görürler bilinmez, bir anda sokağın sarı, beyaz, arap, tekir, bütün kedileri Hayri Dede’nin etrafını sarar, hoplayıp zıplamaya başlarlardı. O da elindeki paket paket işkembeleri ve ciğerleri büyük bir neş’e ve keyifle etrafında miyavlıya miyavlıya fir dönen kedilere dağıtır ve biçarelerin karınlarını doyurmadan eve adım atamazdı…
Kapılar tek tek açılmaya devam ediyor… işte Kabzımal Sedat Bey! İşte Bakkal Mehmet Efendi! İşte Simitçi Sadık. Her sene olduğu gibi sınıfını bu sene de iftiharla geçen orta okul son sınıf talebesi Nedim. Manav Necati… Marangoz Halil usta… v.s…
Kapıdan çıkan şahıslar, sağ ellerini göğüslerinin üzerine
koyarak: “Selâmün Aleyküm” diye diğer komşularıyla selâmlaşıp
üç beş kişilik gruplar halinde aynı istikamete doğru ilerlemekteler…
Hepsinin de yüzleri nur nur, ışıl ışıl. Mesut, bahtiyar, gamsız,
kedersiz insanlar hepsi de…
Acaba niçin sokak sakinlerinin konak yavrusu” ismini taktıkları, kapılan ve saçakları oymalı, işlemeli, pencereleri pancurlu, iki katlı, eski fakat sevimli evin kapısı hâlâ kapalıydı?…
Fakat hayır, hayır!… O kapının sabah namazı vaktinde açılıp kapanmadığı hiç bir gün olmamıştı. Şu halde bugün de açılacak ve o abdestli ayaklar her sabah olduğu gibi bu sabah da köşedeki camiye doğru yönelecekti…
Ve işlemeli eski tahta kapı, tatlı bir gıcırtı ile açıldı. Kapının eşiğinde ütülü pantolonu, kolalı gömleği ile tertemiz kıyafetli, temiz ve asil çehreli, güzel, yakışıklı ve nezih bir genç belirdi. Huzur Sokağı’nın ağır başlı ve efendi delikanlısı, Bilâl…
Bilâl, yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’ne devam ederek tamamlamaktadır. O ahlâkı, terbiyesi, çalışkanlığı ve yüksek imanıyla Huzur Sokağındaki kız sahibi bütün anne ve babalar için yegâne damat namzedi, başlarında tertemiz oyalı yemenilerle perde arkalarında çehiz işleyen bütün genç kızların hayâllerinde yaşattıkları ve istikbâl için ümit besledikleri ideal bir eş, biricik annesinin ise üzerine titrediği, terbiyeli, itaatli, hayırlı bir evlâd olarak Huzur Sokağı’nın gözbebeği sayılan, sevilen, her bakımdan mükemmel ve müstesna yaradılışlı bir gençtir. Maneviyata olan sonsuz bağlılığından dolayıdır ki fevkalâde üstün
başarı gösterdiği derslerinin yanında Allah’ın büyükküçük, gençyaşlı, cahil münevver ayırd etmeksizin her müslümana farz kıldığı beş vakit namazını da asla ihtimâl etmemekte, hattâ sesinin çok güzel oluşundan dolayı Sadi Hocanın ve muhitinin ısrarları üzerine köşe başındaki küçük mescidin tek şerefeli minaresine çıkarak çok kere sabah ve yatsı vakitlerinde yanık sesiyle ezan da okumaktadır. İnsanın, onu dinlerken, islâm’ın ilk müezzini Bilâl i Habeşi’yi hatırlamaması imkânsızdır…
Bilâl, kapının eşiğinden adımını atmadan evvel her sabah hayır dua ile camiye uğurlayan beyaz namaz örtülü annesinin elini ve yanaklarını sıcak bir sevgi ve hürmet hissiyle öptü… Sonra cemaate yetişebilmek için koşarcasına evden ayrıldı… Alaca karanlık içinde ilerleyen silueti küçüldü, küçüldü ve nihayet sokağın dibinde, köşede gözden kayboldu…
Caminin önüne gelince içeriye girmeden, şöyle bir durdu. Kendisine küçücük yaşlarından beri şefkat kucağım açan bu riyasız dost kapıyı, sevgi ve muhabbet yüklü gözlerle bir müddet seyretti. Her zaman böyle yapardı o. Adetiydi çocukluğundan beri; bu küçük, minyatür yapılı sevimli camiye her gelişinde, sanki ilk defa görüyormuş gibi uzun uzun her yanını tetkik eder, hayran hayran seyrederdi onu…
Eğildi, ayakkabılarının bağlarını çözdü, eline aldı ve delikleri itina ile annesi tarafından örülmüş temiz çorapları ile dışarıda kapının önünde serili olan hasırın üzerinden geçerek, caminin yeşil meşin örtülü kapısını kaldırdı, usulca süzüldü içeriye. Henüz namaza başlanmamıştı…
Bilal’in girişiyle cemaatte tatlı bir dalgalanma, bir kıpırdanış oldu. Herkes, ona kendi yanında yer vermek için can atıyor, eliyle “Buraya, buraya gel” mânâsında işaretler yapıyordu. Bilâl’i, yıllardır hiç eksilmeyen, bilâkis hergün biraz daha artan bu samimi sevgi şımartmamış, komşularının bu sevgi ve teveccühü onu, günden güne daha ziyade olgunlaştırmış ve derin bir tevazua yöneltmişti.
Herkesin gönlünü almak istercesine bu gün de yine tatlı tatlı tebessüm ederek, başı ile herkesi selâmladı ve en arka safta. Simitçi Sadık’ın yanında sünneti kılmak üzere namaza durdu.
Selâm verdikten az bir müddet sonra sabah namazının farzını kılmak üzere cemaat halinde imamın arkasında kıyama durmuşlardı.
imamın “Allahü Ekber” işaretiyle hep bir anda harekete geçen…