Arap-İslâm kültürünü, uygarlaşma sürecinin özellikle Batı dünyası için önemli bir halkası, ilkçağ kültür ve uygarlığı ile Rönesans Avrupası arasında bir köprü olarak değerlendiren Bebel, 19. yüzyıl Avrupasının hak-adalet-eşitlik anlayışının 13. yüzyıl Arap-İslâm düzeyinin gerisinde kalışına dikkati çekiyor. Doğu-Batı, İslâm-Hıristiyan karşıtlığının, körüklenen yapay gerginlik ve ikilemlerin sık sık öne çıkarıldığı günümüzde, sadece İslamiyete değil bütün büyük, tarihsel dinlere bilimsel bir yöntemle, nesnel, önyargısız bakmanın zorunluğuna alçakgönüllü ama yetkin bir örnek olan bu klasik metin, her yönüyle güncelliğini koruyor.
Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi
İlkçağ kültür ve uygarlığının sentezi olarak İslâmiyet
***
ÖNSÖZ
Günümüzde insanlığa iyilik ve mutluluk getirmiş olduğu iddia edilen Hıristiyanlığın insanlığı kurtarıcı misyonundan söz edilip duruluyor. Oysa Hıristiyanlığın Avrupa’ya yayıldığı dönemin, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile Rönesans’ın ortaya çıkışı arasında kalan yaklaşık bin yıllık tarih kesitinin, büyük bir kültür boşluğu alanı anlamına geldiği, (antik çağ kültürünün tamamen karanlığa gömüldüğü bu dönemde) Hıristiyanlığın bu boşluğun içinde yer aldığı unutuluyor. Hıristiyanlık bütün bir ortaçağ boyunca (kâfirliğin, inançsızlığın ürünü saydığı Hıristiyanlık öncesi kültür ve uygarlığı silip süpüren, inkârcı, unutturucu) bir anlayış ve tutum izlemiş; neden sonra, Rönesans’la birlikte Hıristiyanlık öncesi kültürü yeniden keşfeden Avrupa halkları, muazzam çabalar sonucunda kendilerini ortaçağın kâbusundan kurtarmışlardır; bu olgu nedense tamamen unutturulmak istenir hep.
Buradaki gerçekliği göz önüne serebilmek için gerek Doğu’daki, gerekse İspanya’daki Muhammed-Arap kültür dönemini güncel gerçeklerle ilintileyerek anlatmak bana elverişli bir yol gibi göründü. Bu kültür döneminin göz önüne serilmesi, ayrıca hiçbir dinin, kültür ve uygarlık yolunda ilerleyen insanlığa sonsuza kadar yeterli gelme özelliğini koruyamayacağını ve belirli bir kültür döneminin belirli bir ürünü olan bir dinin bu özelliğinden ötürü insanlığın kültür gereksinmeleriyle çelişkiye düşeceği bir zaman uğrağının eninde sonunda ortaya çıkacağını da gösteriyor.
A. Bebel
Vorsdorf-Leipzig, Eylül 1883
HZ. MUHAMMED VE
ARAP-İSLAM KÜLTÜRÜ DÖNEMİ
İSLAMİYETİN DOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ
Doğu, modern kültürü şu ya da bu şekilde etkileyen başlıca dinlerin doğduğu yerdir. Gerek Musevi dini, gerek Hıristiyan dini, gerekse de İslamiyet, birbirleri ardından Doğu’nun bağrından çıkmışlar ve her üçü de aynı ırkın, Samilerin dini olarak doğmuşlardır. Bu dinler sırayla birbirleri üstünde yükselmekle kalmamışlar, aynı zamanda bunların her biri, içinde yaygınlaştığı ve etkili olduğu toplumun gerek karakter özelliklerine gerekse eğitiminin gelişmişlik düzeyine göre kendi özünü geliştirmiştir.
Bütün dinlerin insanın eseri olduğu ve insan gereksinmelerinden kaynaklandığı olgusunu ispatlamak hâlâ gerekliyse, bu ispatı dinlerin doğuş ve gelişme tarihlerinde bulabiliriz. Ancak bu dinlerden her biri hakiki ve kusursuz olma niteliğini ötekine bırakmak istemez. Bu bağlamda Alman yazar ve düşünürü Lessing’in Bilge Nathan oyunundaki o çok başarılı üç yüzük benzetmesini anımsatmakta yarar vardır.
Öte yandan, bu dinler birbirinden türemiş, daha doğrusu bir öncekinin üstüne çöreklenmişlerdir, ama kendilerinden önceki dinlerinkinden daha farklı bir yoldan etkili olabilmek ve benimsenmek için doğdukları ve yayılmaya başladıkları andan itibaren dönemlerinin olduğu kadar içinde yayıldıkları toplumların düşünce dünyasına egemen olan görüşleri, anlayış, düşünce ve değer yargılarını da kendi bünyelerinde eriterek özümsemek zorunda kalmışlardır.
Sözünü ettiğimiz her üç dinin kökenlerini geriye doğru izleyecek olursak, bunların içinde en eski din olan Museviliğin kaynağının Hz. Musa’nın gizli ve oldukça köklü ilişkisi sayesinde özellikle yakından tanıdığı eski Mısır dini, bunun kaynağının da daha önceki Brahma dini olduğunu görürüz. Tektanrıcı en eski dinlerden gelen bir kolun gelişmesi, bir yanda Budizm’e, öte yandan Zerdüşt ve Konfüçyüs öğretilerine dayanır; bu dinler bugün bile Asya’nın büyük yerleşim bölgelerinde varlıklarını hâlâ sürdürdükleri gibi, insanlığın neredeyse yarısına egemendirler. Yok olup gitmiş eski Mısır dinlerinin yanı sıra, Musevi, Hıristiyan ve İslam dinleri bu ikinci gelişme kolunun ürünüdürler. Bunlardan son ikisi çeşitli mezheplere ve hiyerarşik düzenlenmiş tarikatlara bölünmüşler, Asya ve Kuzey Afrika’nın büyük bir bölümünün yanı sıra Avrupa’yı da yer yer etkinlik alanları içine almışlardır. Hıristiyan-Avrupa kültürüne bağlı halkların istila ve sömürgeleştirme hareketleri sonucunda Hıristiyanlık, Yeni Dünya’da tek başına belirleyici ve etkin din olmuştur.
Gerek iklim, arazi ve toprağın, gerekse yaşama ve beslenme olanaklarının niteliği, halkların doğal, maddi gelişmelerini ve karakterlerini etkileyerek bunları belirlerken, bunlardan kaynaklanan ekonomi ve toplum biçimleri de söz konusu toplumun manevi–zihinsel gelişmesini onun inançla ilişkilerini belirler. Dış koşulların katkıları ne kadar elverişliyse, bu gelişme de o kadar olumlu olmuştur. Bu koşullar arasında şunlar yer alır: Rahat bir yaşama tarzının ve yolunun büyük güçlüklerle karşılaşılmadan sağlanması; gerek etkisi, gerekse olaylarıyla hayal gücünden çok, aklın gelişmesini destekleyip körükleyen bir doğanın varlığı ve bütün bunların ötesinde, o topluma yabancı ya da kökenleri çok geçmişte bulunan eski kültür etkilerinin var olduğu ortamlarda, bu etkilerin toplumun algılama ve kavrama gücünün yanı sıra, karakterine de uygun düşmesi ve özümsenmeyi kolaylaştırması. Bunların eksikliği halinde hayal gücünü geliştirici tüm etken ve koşullar, dini körükleyip zihinsel, düşünsel gelişmenin önünü tıkayacaktır. Bunların başında nedenleri kavranamayan doğa olayları yer alır. Doğa olayları duyguları etkileyip hayal gücünü uyarır ve harekete geçirir, böylelikle söylencelerin doğmasına elverişli ortam ve koşullar hazırlanmış olur. Doğa olayları ortaya ne kadar güçlü çıkar, insanlara ne kadar büyük zarar verir ve onları ne kadar çok korkutursa, insan da o ölçüde büyük endişeye kapılır, bu kendine karşı ayaklanmış görünen ve ancak canlı, yaşayan ve iradeyle donanmış varlıklar olarak tasarlayabildiği güçleri yatıştırabilmek ve onların öfkesini dindirebilmek, kısacası onlardan kurtulabilmek için her şeyi yapar.
Başka deyişle; din kökenine dayalı düşünce ve tasarımlar, doğaya ilişkin bilgi, daha doğrusu bilgisizlik ile ayrılmaz ve sıkı bir bağ kurmuşlardır; doğaya ilişkin bilgilerin sığlığı ve yetersizliği dinsel düşünce ve tasarımların bâtıllığa ve ilkelliğe doğru gittikçe artan bir yol izlemelerine neden olur. Öte yandan, doğaya ilişkin bilgilerimiz de hem doğanın hem de maddi ortam ve koşulların, insan aklının gelişmesini belirleyen etki ve gücüne bağlı olarak biçimlenmişlerdir.
Demek ki yeni bir din kendine yandaşlar bulmak ve yayılmak istiyorsa bunun ilk koşulu, o dinin öğretilerinin söz konusu toplumun kültür düzeyine uygun düşmesidir. Din öğretilerinin yaygınlaşmayı amaçladıkları ortamın kültür düzeyinin gerisinde kalmaları ya da tersine, bu düzeyin üstünde yer almaları, o dinin yaygınlaşma, tutunma ve gelişme şansını olumsuz etkileyecektir. Birinci durumda, en iyimser olasılıkla, bu ilkeler söz konusu toplumun kültür düzeyi bakımından az gelişmiş alt katmanlarını ve sınıflarını, ikinci durumda da üst katmanlarını ya da başka deyişle kültür düzeyi gelişmiş sınıflarını memnun edecek, gelgelelim her iki durumda da kalıcı bir etki yapma şansını yitirip sonunda ya tamamen yok olup gidecek ya da belki yüzyıllar sonra kendisine kültür düzeyi bakımından uygun ortamı sağlayacak koşulların doğması, başka deyişle; toplumun belirli kesimlerinin daha yüksek bir kültürel gelişmişlik durumuna ulaşması üzerine yeniden ortaya çıkıp kendine uygun ve elverişli bir ortamda yayılma olanağına kavuşacaktır.
Öyleyse hiçbir din, biçimsel değişmelere uğramadan zihinsel ve kültürel düzeyi gelişmiş bir toplumda tutunabilme olanağı bulamaz, ama bir dinin değişimlere uğraması, o dinin asıl özünün ortadan kalkmasına yol açabileceği gibi, bundan böyle saygınlık uyandırma ve insanları her yönden tatmin etme bakımından da bekleneni vermemesi sonucunu doğurabilir. Örneğin Protestanlık, bu olguyu belirgin bir biçimde ispatlamıştır.
Bu bakımdan, dinin (biçim değiştire değiştire) gelişmesi, onun, dolayısıyla da bütün dinlerin son kertede kendilerini aşmaya doğru yol aldıklarını gösterir. Ancak dine yönelik ihtiyaç ve taleplerin hâlâ ağır bastığı bir dönemde tepeden inmeci, yapay buyruklarla dinlerin yok edilebileceği anlamına gelmez bu. Bu yönde atılmış bir adımın saçmalığını ve uygunsuzluğunu Fransız devrimi sırasında bu amaçla gerçekleştirilen, ama sonunda dini yok etmek yerine monarşinin geri dönüşünü kolaylaştıran yasalar göstermektedir.
Dinin en son ve en yüksek gelişmişlik basamağı olan ateizme bugüne kadar henüz hiçbir toplum gerçek anlamıyla ulaşabilmiş değildir. Ancak kültür düzeyleri yüksek toplumların dinin gelişme merdiveninin bu son basamağına yaklaşmakta olduklarına ve din kültürünün yok olma sürecinin böyle toplumlar için sadece bir zaman sorunu olduğuna hiç kuşku yok. Günümüzde kiliselerden hemen hiçbirinin kendine bağlı kimseler arasında sayıları hızla artan kiliseye karşı kayıtsız ve ilgisiz kimseleri kiliseye yeniden çekmeyi ve bağlamayı başaramamaları ve hiçbir yeni dinin, istediği kadar gelişmiş olsun, büyük bir taraftar bulamaması, bu söylediklerimizi doğrulamaktadır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamaları derleyip özetleyecek olursak, herhangi bir toplum sadece belirli bir dönemde mevcut toplumsal ve siyasal koşullara ve de bir dine uyum sağlamaya elverişlidir diyebiliriz. Bu bakımdan, geçmişin Hıristiyanlığı yeni yeni benimsemiş putperest toplumlarının Hıristiyanlığın olanca göz kamaştırıcılığına ve debdebesine rağmen, yine de kendi bildiklerinden vazgeçmemeleri ve yabaniliklerini sürdürmeleri; bu toplumların birer kültür toplumuna dönüştükleri durumlarda da, bu dönüşümlerin onların Hıristiyanlığı benimsemeleri değil de, çağdaş kültürün olanak ve araçlarını kendilerine mal edip, bu kültürü özümsemeleri sayesinde gerçekleşmesi çok karşılaşılan bir durumdur.
Herhangi bir topluma, onun o zamana kadar geliştiregetirdiği toplumsal, siyasal ve dinsel düzeye pek ters düşmeyecek toplumsal, siyasal ve dinsel koşulları benimsetmek nispeten kolaydır; oysa aynı toplumu, ulaşmış bulunduğu kültür düzeyinin daha altına inmeye ya da tersine, bu düzeyin birdenbire yapay bir sıçramayla daha üstüne çıkmaya zorlayarak ona bu koşulları dayatmak ve benimsetmek olanaksızdır. Benimsenmenin gerçekleşebilmesi için, koşullar ile toplumun kültür düzeyi arasındaki farklılığın belli sınırları aşmaması gerekir. Bu yüzden, yukarıda değindiğimiz yoldan yapay tırmandırma deneyinin uygulandığı ve bir süre için tutar göründüğü ülkelerde ve toplumlarda doğmuş toplum kurumlarının ya da din devletlerinin aynen türedikleri gibi, gene hızla yok olup gittikleri görülmüştür. Çağdaş uygarlığın kendilerine yarardan çok, yok olma sonucunu getirdiği Kuzey ve Güney Amerika yerlilerinin ve dünyanın başka bölgelerindeki yerli halkların sundukları örneklerle bu olguyu günümüzde de yaşamaktayız.
Öyleyse, dinsel düşüncelerin, halkların kültür düzeyinin bütünü ile ayrılmaz bir bağ oluşturduğu gerçeği su götürmez. Dinler de, tıpkı insanın ve toplumun uyduğu sosyal yasalar gibi belirli yasalara uyup, bunlara göre gelişirler. Bu bakımdan herhangi bir dinin kurucusunun bir sahtekâr olduğunu ileri sürmek ne kadar anlamsızsa, belli bir dinin doğup, yaygınlaşıp, gelişmesini böyle bir kimsenin olağanüstü ve çok özel etki ve gücüne bağlamak da o ölçüde yanlıştır. Çağların öncülerine yakından bakacak olursak, sonraki çağlarda herhangi bir dinin kurucusu olarak saygıyla anılan ve öğrettiği dinin ilkelerinin ve görüşlerinin ortaya konmasında tek başına etkin ve bunların sahibi gibi karşılanan kimselerin aslında hiç de tek başına olmadıkları, genelde gerek kendilerinden önce, gerekse kendileriyle birlikte aynı anlayış ve görüşleri paylaşmış, aynı düşünceleri taşımış ve aynı doğrultuda çalışmış önemli sayıda dindar kimsenin yaşamış olduğu görülür. O belli, tek kişiyi sivriltip, öne çıkaran koşulların tamamen rastlantısal olmaları yüzünden, herhangi, sıradan, önemsiz bir etkenin bir başkasını onun yerine geçirmesi işten bile değildir.
Örneğin, Martin Luther ortaya çıkıp ünlü ‘95 tez’ini içeren bildirisini Wittenberg Kilisesi’nin kapısına çivilememiş ve papalığa karşı savaş ilan etmemiş olsaydı, yine de bir şey değişmeyecek, dindeki reform hareketi eninde sonunda başlayacaktı; çünkü papalığa ve köhneleşmiş kiliseye karşı mücadele, dönemin içinde zaten çoktan başlamıştı. Luther, yalnızca eylemiyle din mücadelesine belli bir biçim ve yön kazandırdı ve böylelikle çoğu kendisinden oldukça farklı görüşler taşıyan mücadele arkadaşlarının öncüsü olup çıktı. Bir başka örnek: Lassalle, Leipzig İşçi Komitesi’ne yönelik o ünlü yanıtı kaleme almasaydı, Almanya’da modern sosyal hareket başlamayacak mıydı? Sosyal hareket çoktan dönemin havasına sinmiş, çoktan gündeme gelmişti. Lassalle de tıpkı Luther gibi toplumsal harekete yön ve biçim verdi, o kadar. Bugün Protestanlık ne kadar Lutherciyse, işçi hareketi de o kadar Lassallecıdır.
Burada değindiğimiz düşünce bilimsel sistemlerin kurucuları için de geçerli olmakla birlikte, din sistemlerinin kurucuları için, onlar için olduğundan daha da geçerlidir, çünkü bütün din sistemlerinin temelindeki ahlak ilkeleri, insanlığın gelişme süreci boyunca büyük bir sağlamlık ve dayanıklılık göstermekle kalmamış, aynı zamanda birbirleriyle büyük bir benzerlik içinde olagelmişlerdir. Din sistemlerine ise yalnızca biçimi yaratmak kalmıştır, oysa bilimsel sistemler, gelişmiş bilgi düzeyi, büyük bir deneyim, deney ve gözlem birikimi alabildiğine derin bir düşünce yardımıyla araştırılıp incelenebilir ve oluşturulabilirler; başka deyişle, bilimsel sistemlerin içerikleri tamamen yenidir. (Bu bakımdan bilimsel sistemlerde yine de bireyin etkin katkısı din sistemlerine olduğundan daha çoktur).
İnsanların bir arada yaşadıkları her yerde bellibaşlı ahlak ilkeleri kendiliklerinden ortaya çıkarlar. İnsanların toplumsal-ortak faaliyetleri, temel ilkeleri yönünden hemen her yerde birbirine benzeyen ahlak yasalarının çıkarılmasını zorunlu kılar. Bir arada yaşamaya zorunlu insanların gerek hırsızlığı, gerek yaralama ve öldürmeyi, gerekse de aşırı bencil yararlara yönelmeyi tarihin her aşamasında ve her yerde cezalandırmaları, her toplumsal ilişkinin özünde yatan bir kaçınılmazlıktır ve böyle bir zorunluluğun gözardı edildiği yer ve durumlarda her türlü toplumsal ilişki ve birlikte yaşama olanağı ortadan kalkar. Öyleyse, toplumsal ilişkilerin ürünü olan bellibaşlı ahlak ilkeleri ve ahlak anlayışları her yerde hukukun temelini oluşturur demek doğru olacaktır. Örgütlenmiş bir insan topluluğu ister klan, kabile, aşiret, boy, isterse de halk ya da halklar topluluğu olsun, ahlak ilkelerini bir arada yaşamalarının temel koşulu ve da