Bu, John Seagrave’in mutsuz yaşamının, kötü biten aşkının, düşlerinin ve ölümünün hikayesidir. Düşlerinde ve ölümünde ilk ikisinde elde edemediklerini bulduysa, yaşamı başarılı sayılır. Bunu kim bilebilir?
***
Düşteki Ev
Bu, John Seagrave’in mutsuz yaşamının, kötü biten aşkının, düşlerinin ve ölümünün hikâyesidir. Düşlerinde ve ölümünde ilk ikisinde elde edemediklerini bulduysa, yaşamı başarılı sayılır. Bunu kim bilebilir?
John Seagrave geçen yüzyılda parasal gücünü yavaş yavaş yitiren bir aileden geliyordu. Kraliçe I. Elizabeth’in hüküm sürdüğü on altıncı yüzyıldan beri toprak sahipleriydiler, ancak son mülkleri de ellerinden gitmişti. Oğullardan hiç değilse birinin servet yapma sanatını bilmesi iyi olurdu. Seçilen kişinin John oluşu kaderin garip bir cilvesiydi.
Alışılmadık şekilde hassas çizgilere sahip ağzı, ormanların derinliklerinde yaşayan vahşi orman perileriyle tanrılarını andıran ve hep kısık duran koyu mavi gözleriyle John’ın Finans suna ğında kurban olması büyük bir çelişkiydi. John Seagrave çok sevdiği toprağın o taze kokusuna, deniz suyunun dudaklarındaki tuzlu tadına ve gökyüzünün özgür maviliğine veda etmek zorunda kalmıştı.
Büyük bir şirkette acemi bir katip olarak işe başladığında on sekiz yaşındaydı. Yedi yıl sonra hala katipti, fakat değişen tek şey artık acemi olmayışıydı. Bunun dışında her şey aynıydı. ‘Parasal güç elde etme’ yeteneği John’ın yaratılışında yoktu. Dakikti, çalışkandı, hiç ilginç sayılmayan işini sabırla sürdürüyordu ve bir katip… yalnızca bir katipti.
Yine de başka bir mesleği olabilirdi… ama ne? Buna kendisi de cevap veremiyor, fakat bir yerlerde onun önemli görüleceği bir yaşam olduğu inancından da kurtulamıyordu. Onda güç, meslektaşlarında bulunmayan bir görüş çabukluğu vardı. İş arkadaşları onu severlerdi. İnsanı sıkmayan dostluğu sayesinde aranan birisiydi, fakat John’ ın onlarla gerçek anlamda bir yakınlık kurmaktan kaçınmasını hiç hoş karşılamıyorlardı.
Düş ansızın, durup dururken rüyasında belirdi. Yıllarca zihninde büyüyüp gelişen, çocukça bir düş değildi. Rüyayı yaz ortasında bir gece, daha doğrusu sabaha karşı gördü. Uyandığında vücudu titriyordu. Aklında tutmak için harcadığı bütün gayrete rağmen düş anında unutulan her rüya gibi hızla silinip gitti.
John ümitsizce aklında tutmaya çalışıyordu. Kaybolup gitmemeliydi, gidemezdi… Evi hatırlamalıydı. O Evdi, elbette! Çok iyi bildiği Ev. Gerçekte varolan bir ev miydi, yoksa yalnızca rüyalarında mı görmüştü? John hatırlamıyor, fakat Ev’i kesinlikle tanıyordu. Hem de çok yakından.
Şafağın gri aydınlığı odaya süzülmeye başlamıştı. Olağanüstü bir sessizlik hüküm sürüyordu. Sabahın dört buçuğunda, yorgun Londra şehri kısa da olsa dinleniyordu.
John Seagrave rüyasının verdiği sevinci, düşün eşsiz mucizesini ve güzelliğini yaşarken hiç kımıldamadan yatıyordu. Aklında tutmakla ne iyi etmişti! Rüyalar çoğu zaman, uyanış anının derin mahmurluğu içinde silinip giderken, insan çabucak kendine gelir, düşü aklında tutmaya çalışırdı. Fakat John rüyadan hızlı davranmış, son anda aklında tutmayı başarmıştı.
Gerçekten diğerlerinden ayrılan bir rüyaydı! Ev vardı, bir de…
Düşünce akışı birden kesildi. Dikkatle düşününce, evin kendisinden başka şey hatırlayamamıştı. Ansızın ve hafif bir düşkırıklığıyla, evin ona oldukça yabancı geldiğini farketti. Onu daha önce rüyalarında hiç görmemişti.
Bir tepeye inşa edilmiş, beyaz bir evdi. Yakında ağaçlar, ufukta göğün maviliğini yansıtan tepeler göze çarpıyordu. Fakat ası çekiciliği etrafındaki manzaraya bağlı değildi, çünkü (önemli olan ve düşün doruk noktası da buydu) evin kendisi anlayamadığı bir biçimde çok güzeldi. Evin tuhaf güzelliğini hatırlayınca kalp atışları yeniden hızlandı.
Bu yalnızca evin dışı için geçerliydi tabii. İçini hiç görmemişti. Bundan kesinlikle emindi.
Ortalık aydınlandıkça yatak odasının eşyaları belirginleşirken, John rüya gören bir insanın düşkırıklığı içindeydi. Rüyasında olağanüstü bir şey yoktu belki de. Yoksa mucizevi, rüyanın özünü anlatan kısmı elinden kayıp gitmiş, şimdi beceriksizliğine gülüyor muydu? Tepeye kurulmuş beyaz bir evin heyecan verici bir yanı olamazdı, değil mi? Büyük sayılabilecek bir evdi, hepsinin kepenkleri kapalı bir sürü penceresi vardı. Kepenkler evde kimse olmadığı için değil (John bundan emindi), fakat sabahın o saatinde herkes uyudu ğu için kapalıydı.
John bu hayallerinin tuhaflığına gülerken, o akşam Bay Wetterman’in evine yemeğe davetli oldu ğunu hatırladı.
Maisie Wetterman Rudolf Wetterman’m tek kızıydı ve her istediğini elde etmeye alışkındı. Babasını bürosunda ziyaret ettiği bir gün John Seagrave dikkatini çekmişti. Seagrave babasının istediği evrakları getirip yanlarından ayrılınca, Maisie babasına onun kim olduğunu sormuş, Wetterman da anlatm ıştı.
“Sir Edward Seagrave’in oğullarından biri. Soylu ve k öklü bir aile, ama ne yazık ki, eski ihtişamlarını yitirmiş durumdalar. Bu çocukta dünyayı yerinden oynatacak güç göremiyorum. Evet, onu severim, ama çok sıradan, Silik biri. Hiçbir özelliği ve cesareti yok.”
Belki de Maisie cesareti önemsemiyordu. İnsanların cesareti daha çok babasını etkilerdi. İki hafta sonra, babasını John Seagrave’i akşam yemeğine çağırmaya ikna etti. Sadece
Maisie’nin, babasının, John Seagrave’in ve Maisie’nin yanında kalan bir kız arkadaşının katılacakları, samimi bir yemek olacaktı.
Kız arkadaşı birkaç yorumda bulunmaktan geri kalmadı.
“Ona göz koydun, değil mi? Babacığın adamı satın alınmış güze bir hediye paketi gibi şehirden eve getirip küçük kızına sunacak.”
“Allegra! Çizmeyi aşıyorsun.”
Allegra Kerr güldü.
“Arzularına gem vuramadığını biliyorsun, Maisie.’Bu şapka çok hoşuma gitti, sahip olmalıyım!’ Şapkalar için geçerli olan neden bir koca için olmasın?”
“Saçmalama. Daha onunla konuşmadım bile.”
Allegra, “Konuşmasan da kararını vermişsin,” dedi. “Onda sana çekici gelen ne buluyorsun?”
Maisie Wetterman, “Bilmiyorum,” dedi yavaşça. “O… çok farklı biri.”
“Farklı mı?”
“Evet. Fakat açıklayamıyorum. İnsanı anlaşılmaz şekilde etkileyen yakışıklılığı yüzünden değil. Sanki senin varlığından haberi yokmuş gibi bir hali var. İnan bana, babamın bürosunda bana bir kez bile dönüp bakmadı.”
Allegra güldü.
“Bu eski bir numara. Ciddi bir gence benziyor.”
“Allegra, çok kötüsün!”
“Neşelen artık, hayatım. Babası küçük Maisie’ciği için hoş bir hediye getirecek.”
“Böyle olmasını istemiyorum.”
“Büyük harfle Aşk bu, öyle değil mi?”
“Bana aşık olmaması için bir neden var mı?”
‘Yok tabii. Mutlaka olacaktır.”
Allegra gülümseyerek konuşurken arkadaşını baştan aşağı süzdü. Maisie Wetterman kısa boylu ve balık etindeydi. Kısa siyah saçlarına özenle şekil vermişti. Pudra ve ruj pürüzsüz cildinin güzelliğini vurguluyordu. Biçimli bir ağzı, düzgün dişleri vardı. Küçük sayılabilecek siyah gözleri hep ışıl ışıldı. Çenesi de biraz büyüktü. Kıyafeti de oldukça şıktı.
İncelemesini bitiren Allegra, “Evet,” dedi tekrar. “Âşık olacağından eminim. Çok güzelsin, Maisie.”
Arkadaşı kuşkuyla ona baktı.
“Doğru söylüyorum,” dedi Allegra. “Yemin ederim. Yine de sana aşık olmadığını varsayalım. Diyelim ki, içinde sana karşı içten hisler uyandı, ama bunlar platonik düzeyde kaldı. O zaman ne olacak?”
“Onu yakından tanıyınca, belki de hiç hoşlanmayacağım.”
“Bu da mümkün. Fakat tanıyınca ondan daha çok da hoşlanabilirsin. Bu durumda da…” Maisie omuz silkti. “Benim de bir gururum var… ”
Allegra sözünü kesti.
“Gurur, insanın duygularını saklamasına yarar. Onları hissetmene engel olamaz.”
Maisie kıpkırmızı olmuştu. “Avantajlı durumdayım. Çok iyi bir kısmet sayılırım. Ne de olsa patronun kızıyım.”
Allegra, “İşin ucunda şirket ortaklığı bile olabilir,” dedi. “Evet, Maisie. Tam babanın kızısın. Bu çok hoşuma gidiyor. Arkadaşlarımın kişilik sahibi olmalarını isterim.”
Sesindeki belli belirsiz alaycılık Maisie’yi rahatsız etmişti.
“Çok kötüsün, Allegra.”
“Ama seni harekete geçirdiğim doğru. Bu yüzden yanındayım ya. Biliyorsun, tarih öğrencisiyim. Eski çağlarda saraylarda neden soytarılar bulunduğunu hep merak ederdim. Şimdi ben de onlardan biri olduğum için nedenini anlıyorum. Gerçekten ilginç, yanındayım ya. Ucuz bir romanın kadın kahraman ı gibi gururlu, be ş parasız, ama köklü bir aileden gelmesine rağmen iyi bir eğitim alamamış, yoksul kız kendine, “Ne yapacaksın?” diye sorar. “Kimbilir?” Isınmak için odasında ateş yakacak gücü olmayan, geçinmek için türlü işler yapan, ‘sevgili kuzenlerinden’ yardım isteyen bir kız düşün. Artık hizmetçi tutacak kadar zenginliği kalmayan akrabaları dışında kimse onu istemez. Onlar da yoksul kıza esirmiş gibi davranırlar.
“Ve ben de saray soytansı rolünü üstlendim. Bir yandan hor görülmeye katlanmaya çalışırken, diğer yandan da zekamı kullanarak (bu şekilde davranmak zorunda kalmadıkça bunu pek yapmamaya çalışırım), kurnazca gözlemlerle insanları tanımaya çalışıyordum. İnsanlar ne kadar günahkar olduklarının söylenmesinden hoşlanırlar. Bu yüzden ünlü vaizlere koşuyorlar. Benim için büyük başarıydı. Herkes yanlarında kalmam için davetler yağdırmaya başladı. Arkadaşlarımın yanında rahat yaşayabilirim. Onlara minnet duyuyormuşum gibi görünmemeye özen gösteriyorum.”
“Sen kimseye benzemiyorsun, AllegraT Lafını sakınmayan bir insansın.”
“İşte burada yanılıyorsun. Laflarıma hep dikkat ederim ve bir şey söylemeden önce uzun uzun düşünürüm. Dobra konuşurmuş gibi görünmem bile hesaplıdır. Çok dikkatli olmak zorundayım. Bu iş beni ya şlanana kadar idare etmeli.”
“Neden evlenmiyorsun? Bir sürü teklif aldığını biliyorum.”
Allegra’nın yüzü birden sertleşti.
“Ben evlenemem.”
“Çünkü…” Maisie lafını yarım bırakarak arkadaşına baktı. Allegra başını kısaca sallayarak onayladı.
Basamaklarda ayak sesleri duydular. Uşak kapıyı açarak konuklarının geldiğini duyurdu.
“Bay Seagrave.”
John hiçbir heyecan belirtisi göstermeden içeri gir di. Patronunun onu neden yemeğe davet ettiğini bilmiyordu.
Bir bahane bulabilseydi, geri çevirecekti. Bu ev ihtişamı ve yumuşacık halılarıyla onu huzursuz etmişti.
Kızlardan biri yanına gelerek onunla tokalaştı. John onu bir seferinde patronunun bürosunda gördüğünü hatırladı.
“Nasılsınız, Bay Seagrave? Bay Seagrave, bu da Bayan Kerr.”
John aniden kendine geldi. Kimdi bu Bayan Kerr? Nereden gelmişti? Drapeli elbisesinin alevleri and ıran ve etrafında uçuşuyor gibi duran kırmızılığı, başının iki yanındaki kanat şeklindeki süslerle, evin sıkıcı dekorunda öylece dururken gerçek dışıymış gibi görünüyordu.
Rudolf Wetterman da yanlarına gelmişti. Yürürken iç yeleği parlıyordu. Samimi bir ortamda masaya oturdular.
Allegra Kerr evsahibiyle konu şurken, John da Maisie’yle sohbet etmek zorunda kaldı. Fakat aklı diğer yanında oturan kızdaydı. Çok etkileyici bir kızdı. Ama bu etkileyiciliği doğal değil, sonradan edinilmiş bir şeydi. Bütün bunların ardında başka bir şey daha var gibiydi. Alevlere benzeyen, öfke dolu, kaprisli, eskiden erkekleri diz çöktüren kadınca bir irade.
Sonunda kızla konuşacak fırsatı yakaladı. Maisie babasına o gü n rastladığı bir arkadaşının söylediklerini anlatıyordu. John isteğine kavuşmuştu, fakat dili tutulmuş gibi tek kelime edemiyordu. Yalvarır gibi kıza baktı.
Kız, “Akşam yemeğinde konuşulacak konular,” dedi neşeli görünerek. “Tiyatrolarla mı başlayalım, yoksa konuya ‘Zevkleriniz nedir?’ türünden bir giriş mi yapalım?”
John güldü.
“İkimiz de köpekleri seviyorsak ve sarı kedilerden hoşlanmıyorsak, bu aramızda ‘ortak bir bağ olduğu’ anlamına mı gelecek?”
Allegra, “Kesinlikle,” derken çok ciddiydi.
“Bana sorarsan, böyle ciddi sohbetlere başlamamız yazık olur.”
“Fakat herkesin katılabileceği bir sohbet olur.”
“Doğru, ancak çoğunlukla kötü sonuçlanır.”
“Yalnızca karşı çıkmak için de olsa, kuralları bilmek iyidir.”
John gülümsüyordu.
“Bana öyle geliyor ki, tuhaf, alışılmadık kişisel görüşlerimiz hakkında hararetli bir sohbete dalacağız. Bunu yaparken çılgınlığa yakın bir deha sergilesek bile.”
Kızın eli hiç beklenmedik şekilde sert ve dikkatsizce bir hareketle masadaki şarap kadehlerinden birine çarparak yere düşürdü. Kadeh hafif bir şangırtıyla kırıldı. Maisie’yle babası konuşmayı kesmişlerdi.
“Çok üzgünüm, Bay Wetterman. Kadehi kırdım.”
“Sevgili Allegra, bunun hiç önemi yok. Hem de hiç.”
John, “Cam kırılması,” diye mırıldandı hemen. “Bu uğursuzluktur. Keşke… olmasaydı.”
“Endişelenme. Eski bir söz vardır: ‘Uğursuzluğun yuvasına uğursuzluk getiremezsin.’”
Allegra tekrar Wetterman’a dönerken, John da Maisie’yle sohbete devam etti. Bu sözün kime ait olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Sonunda çıkardı. Walküre operasında, Sigmund’un evden ayrılacağını duyurması üzerine Sieglinde tarafından söyleniyordu.
Allegra bununla ne demek istemi şti?
Maisie son sahnelenen Rövü hakkında ne düşündüğünü sorunca, John müziği çok sevdiğini itiraf etti.
Maisie bunun üzerine, “Yemekten sonra, Allegra’dan bize bir şeyler çalmasını isteriz,” dedi.
Hep birlikte oturma odasına geçtiler. Wetterman içten içe bunun gereksiz bir adet olduğunu düşünmekteydi. Yemeğin ardından dostlarıyla şarap ve puro içmeyi yeğlerdi. Fakat o akşam için sakıncası yoktu. Genç Seagrave’le ne konu şacağını bilmiyordu doğrusu. Maisie’nin bu şımarıklıkları çok kötüydü. Seagrave yakışıklı olmasına yakışıklıydı, fakat hiç eğlenceli değildi. Maisie, Allegra’dan bir şeyler çalmasını isteyince Wetterman rahatladı. Akşam daha çabuk bitecekti böylece. Seagrave briç oynamayı bile bilmiyordu.
Bir profesyonel gibi olmasa da, Allegra iyi piyano çalıyordu. Debussy ve Strauss’un modern eserleriyle biraz da Scriabin’den sonra Beethoven’in Pathetique sonatına geçti. Yoğun bir keder, zamanın kendisi kadar sonsuz ve ucu bucağı olmayan bir hüzün taşıyan, fakat baştan sona yenilgiyi kabul etmeyen bir ruhun soluğunu taşıyan bir eserdi. Hiç bitmeyen yakarışın hüznü içinde, son notaya kadar muzaffer bir tempoyla sürüp gidiyordu.
Allegra eserin sonlarına doğru yanlış bir notaya basınca konserini aniden kesti. Odanın öbür ucundaki Maisie’ye bakıp alaylı alaylı güldü.
“Görüyorsun işte. Bana izin vermiyorlar.”
Bu gizemli sözlerine bir yanıt beklemeden başka bir melodiye geçti. İnsanı tuhaf şekilde esir alan, acayip uyumu, anlaşılmaz bir ölçünün belirlediği temposuyla Seagrave’in o güne kadar dinlediklerine hiç benzemeyen bir melodiydi. Belirli bir noktaya doğru inişe geçen, gökte daireler çizerek uçan bir kuş kadar kırılgan ezgisi aniden, hiç beklenmedik şekilde karmaşık nota fırtınasına dönüştü ve Allegra gülerek piyanonun başından kalktı.
Kahkahasına rağmen huzursuz, hatta dehşet içindeymiş gibiydi. Arkadaşının yanına otururken, John, Maisie’nin alçak sesle ona bir şey söylediğini duydu.
“Bunu yapmamalıydın. Kesinlikle yapmamalıydın.”
John, “Son parça neydi?” diye sordu heyecanla.
“Bana ait bir eser.”
Allegra’nın cevabı çok sert olmuştu. Wetterman konuyu değiştirdi.
John Seagrave o gece rüyasında yine Ev’i gördü.
John mutsuzdu. Hayat onu hiç olmadığı kadar sinirlendiriyordu. “O güne kadar bunu bir zorunluluk olarak görmüş, fakat ruhunun özgürlüğüne dokunmadan sabırla katlanmıştı. Fakat hiçbir şey eskiden olduğu gibi değildi artık. Dış dünyayla iç dünyası birbirine karışmıştı.
Bu değişimin nedeni konusunda kendisini kand ıramazdı. Allegra Kerr’e ilk görüşte aşık olmuştu. Bu konuda ne yapacağını bilmiyordu.
O ilk akşam herhangi bir plan yapamayacak kadar şaşkın haldeydi. O günden sonra Allegra’yı bir daha görmeye çalışmamıştı. Maisie Wetterman bir gün onu hafta sonu için babasının şehir dışındaki evine davet edince John kabul etti. Fakat Allegra’nın orada olmadığını görünce hayalleri suya düşmüştü.
Bir keresinde Maisie’yi ku şkulandırmadan sorunca, Allegra’nın bir ziyaret için İskoçya’da olduğunu öğrendi ve başka bir şey sormadı. Allegra hakkında konuşmak istiyor, fakat bunu bir türlü yapamıyordu.
Maisie o hafta sonu John’ın halini çözemedi. John apaçık ortada olan gerçeği görmüyordu. Maisie insanlara doğrudan yaklaşırdı, fakat John için tam aksi geçerliydi. Maisie kibardı, ama insanın üstüne biraz fazla var ıyordu.
Yine de kader Maisie’ye kar şıydı anlaşılan. John’la Allegra’nın birbirlerini tekrar görmelerine karar vermişti.
Bir pazar günü öğleden sonra parkta karşılaştılar. John onu uzaktan gördüğü an kalbi göğsünden fırlayacak gibi olmuştu. Ya Allegra onu hatırlamazsa..?
Allegra onu unutmamıştı. Durup John’la konuştu. Biraz sonra çimenlerde yan yana yürüyorlardı. John inanılmayacak kadar mutluydu.
John birden sordu.
“Rüyalara inanır mısın?”
“Kabuslara inanırım.”
Haşin sesi John’ı şaşırttı.
“Kabuslar,” diye tekrarladı gereksiz yere. “Ben kabusları kastetmedim ki.”
Allegra ona bakıyordu.
“Hayır,” dedi. “Yaşamında kabuslar olmamış. Bunu görebiliyorum.”
Sesi yumuşak… ve eskisinden farklıydı.
John biraz kekeleyerek ona düşündeki beyaz evi anlattı. O güne kadar altı… hayır, yedi kere görmüştü. Her seferinde aynıydı. Güzel, çok güzel bir evdi!
John anlatmaya devam etti.
“Görüyorsun ya. Bir şekilde seninle ilgili. İlk olarak, seninle tanışmadan bir gece önce gördüm.”
“Benimle mi ilgili?” Allegra güldü. Kısa, acı bir gülüştü. “Ah, hayır. İmkansız. Çok güzel bir evmiş.”
“Sen de çok güzelsin,” dedi John Seagrave.
Allegra sıkılarak kıpkırmızı oldu.
“Kusura bakma. Aptallık ettim. İltifat bekliyormuşum gibi oldu, değil mi? Ama inan bana, o anlamda söylemedim. Dış görünüşümde bir sorun yok. Bunu biliyorum.”
“Henüz evin içini göremedim,” dedi John Seagrave. “Gördüğümde dışı kadar güzel bulacağımdan eminim.”
Kelimelere Allegra’nın kayıtsız kalmayı yeğlediği bir anlam vererek ağır ağır, hüzünlü bir sesle konuşuyordu.
“Dinlemek istersen, sana söylemek istediğim bir şey daha var.”
“Dinliyorum,” dedi Allegra.
“Şimdiki işimden ayrılmaya karar verdim. Bunu uzun zaman önce yapmalıydım. Şimdi anlıyorum. Başarısızlığımı kabul ederek, hiçbir şeye aldırmadan, amaçsızca yalnızca günü yaşamak bana yetiyordu. İnsan böyle yapmamalı oysa. Yapabileceği bir şey bulup bunda başarıya ulaşmalı. Şimdiki işimi bırakıp çok farklı bir alana geçeceğim. Batı Afrika’da yapılacak bir tür keşif. Sana ayrıntılarını söyleyemem. Gizli kalması gerekiyor, fakat işler yolunda giderse, çok zengin olacağım.”
“Demek sen de başarıyı parayla ölçüyorsun?”
“Para,” dedi John Seagrave. “Benim için tek bir şeyi ifade ediyor. O da sensin! Geri d öndüğümde… “John burada sustu.
Allegra başını eğmişti. Yüzü bembeyazdı.
“Seni yanlış anlamış gibi yapmama gerek yok. Bu yüzden sana ilk ve son kez bir itirafta bulunuyorum: Ben asla evlenmeyeceğim.”
John bir an bunu düşündü. Sonra onu kırmamaya çalışarak sordu.
“Bana nedenini söyleyebilir misin?”
“Söyleyebilirdim, fakat bazı nedenlerden ötürü sana açıklayamam.”
John yeniden suskunlaşmıştı. Biraz sonra aniden başını kaldırdı. Orman cinlerini andıran yüzünde kendisine has, çekici gülümsemesi vardı.
“Anlıyorum. Ev’in içini görmeme, bir an bile olsa bakmama izin vermeyeceksin, öyle mi? Kepenkler hep kapalı kalmaya mahkûm.”
Allegra öne eğildi ve elini onun elinin üstüne koydu.
“Sana şu kadarını söyleyebilirim. Rüyanda Ev’ini görüyorsun. Fakat ben… ben rüya görmüyorum. Bütün rüyalarım birer kabus!”
Bunu söyledikten sonra ansızın, şaşırtıcı bir biçimde John’ ı orada bırakıp uzaklaştı.
John o gece aynı rüyayı yine gördü. Geç de olsa, evin içinde kiracılar olduğunu anlamıştı. Bir elin kepenkleri iki yana açtığını, içerde bazı gölgelerin hareket ettiğini gördü.
O gece Ev eskisinden daha çok esrarengiz ve gerçeküstü bir havaya bürünmüş gibiydi. Beyaz duvarları güneşin altında parlıyordu. Ev tam bir huzur ve güzellik içindeydi.
Birdenbire içini saran yoğun sevinç dalgalarıyla titredi. Birisi pencereye yaklaşıyordu. Bundan emindi. Daha önce gördüğü e kepengi ardına kadar açtı. John bir an sonra elin sahibini görecekti…
Uyandığında hala dehşetle ve Ev’in penceresinden ona bakan Şey’in verdiği tiksintiyle titriyordu.
Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar korkunç ve onu hatırlamanın bile John’ı hasta ettiği kadar iğrenç bir Şey’di. Ve en korkunç ve iğrenç olan da, Güzellik Sembolü olan Ev’in içindeki varlığıydı.
O Şey’in olduğu yer dehşetli bir korkuyu simgelediği için, yarattığı korku Ev’in doğal huzuruyla sessizliğini yok ediyordu. Ev’in eşsiz ve ölümsüz güzelliği sonsuza dek yok olmuştu. Kutsanmış duvarlarının ardında Kirli Şey’in Gölgesi geziniyordu!