Roman (Yerli)

İsrafil’in Aynası

ia

“Elementtim öldüm, bir bitki oldum; bitkiydim öldüm, bir hayvan oldum, hayvanken öldüm, bir insan oldum”

Ve ruh, yedi kat yukarı göklerdeki tahtını bırakır da aşağılara, hem de ta aşağılara inmeye gönüllü olur. “İsrafil’in Aynası” ruhun ezelde başlamış olan serüveninin hikayesidir. Ruh halden hale geçer, insan kisvesine bürünür ve Aşk’ı aramaya başlar. Yüce Yaratıcı bir nefes üfler, bir su damlası akar ve okyanuslara karışır. Bir kuş kanat çırpar ve dünyada yaşam başlar. Rüzgar, bulutu sürükler ve bulut gök kuşağının içinden geçer. Kırmızı bir damla düşer gökten, kan olup bedene girer.

İsrafil borusunu çalar ve tüm insanlar uyanırlar.

YAZAR HAKKINDA
ŞEBNEM PİŞKİN, 6 Ocak 1978 doğumludur. Marmara Üniversitesi İşletme bölümünden mezun olduktan sonra finans, otomotiv, bilişim, halkla ilişkiler ve otelcilik gibi farklı sektörlerde pazarlama ve satış alanında çalışmıştır.
Tutkusu olan yazarlık mesleğine 2006 yılında yayımlanan kişisel gelişim türündeki ilk kitabı Bir ile adım atan Şebnem Pişkin, Ağustos 2008’de Tuğra adlı romanıyla okurların karşısına çıkmıştır. İsrafil’in Aynası yazarın üçüncü kitabıdır.
Internet ortamında yayın yapan çeşitli edebiyat dergileri için kısa öyküler ve denemeler de kaleme alan yazar, ayrıca bazı televizyon kanallarına dizi senaryoları da yazmaktadır.

— İyice düşündün mü, kararın kesin mi?
—Evet, düşündüm. Bu görevi üstlenmeye karar verdim.
— Bunun ne derecede zor bir görev olduğunu sana hatırlatmama gerek yok, bütün bunların farkındasın, öyle değil mi?
— Evet, farkındayım… Ben ki, göklerin en parlak yıldızı Seher Yeli’nin oğlu, boşlukları dolduran anlam, hiçlikleri hepliğe çeviren güzelliğin ta kendisiyim. Ben ki, bedenim ışık, nefesim aşk benim. O ben ki, varlığım arşın sahibine dost, ışık bedenim bu mekânsızlık diyarında ona komşu iken, evet, karar verdim ki, tahtımın bulunduğu yıldızların ötesinden, bulutların üzerinden aşağılara, hem de ta aşağılara, yedi kat aşağılara inmeye gönüllüyüm.
—    İyi öyleyse… Oraya indiğinde iyi bak, baktığım gör, gördüğünü anla, anladığını bil. Yaptığın her işin sebeplerini ve neticelerini tart. Hissini değil aklını, akimi değil vicdanını, vicdanım değil idrakim kullan. Bunlardan sırayla geçmeye çalış, aydınlan. Unutma, kemâlin tek kelâmı sevgidedir.

Kaf Dağı’nın gerisinde, yerin katman karman altında ve aynı zamanda göğün yedi kat üstünde, gök kuşağının içinden geçenlerin ya da ışık tünelinin ağzına kadar gelebilenlerin bulabildiği, iğne deliğinden küçük, kara deliklerden geniş bir plato lan öteler diyarının ışık ülkesi burası. Karşımda göz alıcı renkleri ve bütün heybetiyle bir ışık varlığı duruyor. Gözlerimi ondan alamıyorum. Ona her baktığımda ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum. Güzelliği içime damla damla akıyor sanki. Kimi zaman salt beyaz ışık olup gözlerimi kamaştırıyor, kimi zaman ise içinde her tonu bulunduran çarpıcı bir mor renge bürünüyor. Sesi müzik gibi, sanki içinde bir yerlerde bir lir var ve o konuştukça sözleri lirin tellerine dokunuyor, sesi müzik olup kulaklara öylece ulaşıyor. Hareketleri gökyüzünde kayan yıldızlar kadar ahenkli, bakan kişide onu hep seyretmek isteği uyandırıyor. Ona bakarken içimde sıcacık bir şeyin dolaştığım hissediyorum, sevgisi bütün benliğime işliyor. Kanatlan öyle geniş ki, açıldığında bütün kainatı içine alabileceğini, kapandığında da beline kadar uzanan sırma misali saçları olduğunu düşündürüyor. O, ötelerin varlığı. O, dört büyük melekten biri ve Arş’ın sahibine en yakın olanlardan. Bilinen son geldiğinde meşhur borusunu çalarak yedi gök içinde bulunan tüm mahrukatı uyuduğu derin uykudan uyandıracak olan. O, İsrafil.
Bense bilinen zamanların ve mekânların çok ötesinde bulunan bu ışık ülkesindeki sayısız ışık varlığından yalnızca biriyim. Saf ışıktan oluşmuş bedenimle istediğim şekle girip çıkabilir, istediğim yer ve zamana gidebilir, istediğim evrende istediğim mahlukatın formunda bir yaşam tercih edebilirim. Bir diğer deyişle, Yüce Arş’ın sahibinin kurduğu kusursuz düzen içinde hangi bölgede bana ihtiyaç varsa tamamen isteğime ve tercihime bağlı olarak o bölgeye doğabilir, görevimi yerine getirip, buraya geri dönebilirim. Ya da güzellikler diyarı olan bu ışık ülkesinde kalmayı seçebilir, severek ve sevilerek sonsuzluğu yaşayabilirim. Tamamen özgür seçimime ve isteğime bırakılmış olan bu durumda ben genellikle ihtiyaç olan bölgelere doğmaya ve o evrenlerde yaşamlar geçirmeye gönüllü oluyorum. Böylelikle başarıyla tamamladığım her görev sonrasında var olan ışığımı daha da kuvvetlendiriyor ve Yüce Arş’ın sahibine bir adım daha yaklaşmış oluyorum. Dediğim gibi, bu benim seçimim.
“israfil!” diyorum gözlerimi ondan bir an bile ayırmadan.
İsrafil ışıldayan yüzüyle bakıyor bana.
“Oradayken seni ve bu sohbetlerimizi hatırlayabilecek miyim?”
İsrafil kanatlarının ucuyla bedenime dokunuyor. Sesi sanki sonsuzlukta yankılanıyor.
“Işık ülkesindeki eşsiz tahtını bırakıp aşağı inmeye gönüllü oluyorsun küçüğüm. Kanadını burada bırakıp, kundaktaki bebek gibi seni sımsıkı bağlarla kuşatacak olan zaman ve beden kafesine gireceksin. Burayı, buradakileri ve evet beni ve sohbetlerimizi de tamamen unutacaksın. Ama neyi daima hatırlayacaksın biliyor musun, sevgiyi. Yükseklerden aşağılara yanında götüreceğin tek şey sevgi olacak. Bu yüzden aşağılarda her yerde ve her şeyde sevgiyi arayacaksın. Bu his sana kim olduğunu ve yuvam hatırlatacak. Saf sevgiyi bulup yaşamaya başladığındaysa beni de sohbetlerimizi de hatırlayacak ve görevini başarıyla tamamlamış olacaksın.”
“Peki sevgiyi bulabilecek miyim dersin?” diye soruyorum.
“Sen sevginin kendisisin küçüğüm. Yedi kat aşağıya insen bile bu hiç değişmeyecek. Yalnızca kim olduğunu unutmuş olacaksın, o kadar. Kim olduğunu merak edip soru sormaya başlarsan cevabı bulman için biz hep sana yardım ediyor olacağız. Nihayet sevgiyi bulacak, sevgi olacak ve kim olduğunu hatırlayacaksın. Böylece de görevim başarmış olarak yuvana geri döneceksin. Burada seni bekliyor olacağız ve geri döndüğünde senin için büyük bir kutlama yapacağız.”
Gülümsüyorum. İsrafil’in ışık beyazı geniş kanatlarına sımsıkı sarılıyorum. Onu çok özleyeceğimi hissediyorum.
Burada zaman kavramı yok. Biz sonsuzluğun çocuklarıyız. Burada bizi kısıtlayan bağlarımız da yok. Ama aşağıya indiğimde beni dört bir yanımdan çelik bağlarla sarıp içinden çıkmama izin vermeyecek bir zaman algısına sahip olacağımı biliyorum. Her şeyi doğrusal bir bakış açısıyla göreceğim. Başlangıçlar ve bitişler; geçmiş ve gelecek, ilk ve son, doğru ve yanlış, gece ve gündüz, sen ve ben… Oysa burada sadece an ve ben varız. İkilik diye bir şey yok. Her şey şimdide var ve her şey aslında bir tek şey. Aşağıdakiler için bu gerçeği bilebilmek çok zor. Hatırlamaksa neredeyse imkânsız. Ama zaten görevin zorluğu da buradan geliyor. İnsanoğlu kendini geçmişe özlem duymaya ve gelecek için endişelenmeye öyle bir kaptırmış ki, ne kim olduğuyla, ne de yaşamın asıl amacının ne olduğuyla ilgilenebiliyor. Şimdiyi hep elinden kaçırdığından, geri dönüp baktığında, ne için yaşandığı bilinmeyen boşa harcanmış hayatlara sahip olduğunu fark ediyor. Ne var ki zaman sınırlı, iki ucu belirlenmiş bir zaman dilimi içindesin ve kendini tüm bu kaygı ve endişelerden kurtarıp varoluşunun sebebini düşünüp bulmak zorundasın, insanoğlu sadece şimdiyi yitirmekle hata etmiyor diğer yandan kendisini hep diğerlerinden ayrı tutmakla da hataya düşüyor. Ben dediği kendisini öteki dediği diğerlerinden ayırıyor. Ne büyük bir yanlış! Var olanın aslında bir olduğunu hiç bilemiyor. Tüm yaratılmışların görünmez iplerle birbirine bağlandığından habersiz. Kendisinin iyiliğinin diğerlerinin de iyiliği, kendisinin kötülüğünün diğerlerinin de kötülüğü olduğunu fark edemiyor Aklına gelen bir düşüncenin aynı anda yüzlerce, hatta binlerce diğerinin de aklına geldiğini bilse şaşkınlıktan ne hâle gelirdi acaba? Ya, aman sus, aramızda kalsın, diye sakladıkları sırların aslında tüm varlıkların kullandığı ortak bilinç havuzunun sularında dalgalandığını bilseler neler olurdu?
Yaratılmışlar içinde insan olarak bir yaşama sahip olmak gerçekten çok zor. Bu görevin zorluğu tüm ışık varlıklarınca biliniyor ve bu yüzden insanoğluna büyük bir saygı duyuluyor. Dünya yaşamını başarıyla tamamlayıp buraya ışık varlık olarak dönenlere büyük bir karşılama töreni yapılıyor Benim gibi bazıları bu törenleri öyle çok seviyor ki, dünyaya inip inip geri geliyor. Hayır, şaka yapıyorum, tabii ki sebep bu değil. Ama buradaki ışık varlıklarının arasında aşağıdaki insanlara yol gösterip görevini başarıyla tamamlamasına yardımcı olmak isteyen ve bu nedenle sürekli olarak aşağıya inenler de yok değil. Bunlar bazen belirli bir dönem için insan kılığına girip insanların arasına iniyor ve ihtiyacı olanlara dokunup onlara yuvayı ve kim olduklarım hatırlatıyor; bazen de yaşamlar boyu orada kalıp sürekli şekil değiştirerek, belki bir sinek, bir yaprak, belki bir bulut ya da bir insan formuna girerek kim olduğunu hatırlamaya çalışan insanoğluna yol gösterici oluyorlar. Bunu tekrar yapar mıyım bilmiyorum, ama şimdi aşağı inmek ve görevimi başarıyla tamamlayıp ışığımın derecesini arttırarak Yüce Arş’ın sahibine yakınlaşmak arzusundayım.
Aşağıya inmeden önce, yuvamı bana hatırlatacak olan her şeye tekrar bakıyorum. Gürül gürül akan çağlayanlar, şelaleler, durgun göller, rengârenk çiçek bahçeleri, dallarından olgun meyveler sarkan ağaçlar, ötüşen kuşlar, yakut ve incilerden yapılmış köşkler, saraylar ve renk cümbüşü içindeki ışık varlıkları… Nasıl olur da tüm bunlar unutulabilir? Hayır, ben unutmamalıyım. Unutsam bile mutlaka bir yolunu bulup bunları hatırlayabilmeliyim. Özü saf sevgi ve ışık olan hangi insan yeryüzünden bakıp göklerde uçan kuşları görür de zaman ve mekân sının tanımadan uçabildiği bu zamanlan hatırlamaz? Hangi insan çiçeklerin doyumsuz kokusunu duyar, çağlayanların sesini işitir de içinde bir yerlerde buralara, yani yuvasına özlem duymaz? Hangi insan âşık olur, sever ve sevilir de özünün sevgi olduğunu bilmez, sevdiğinden ayrı zanneder kendini? Neyse, nasılsa tüm bunların yanıtım ve insan olmanın nasıl bir şey olduğunu aşağıya indiğim zaman öğreneceğim. Ben sevginin ta kendisiyim ve bunu defalarca unutsam bile yine bir yolunu bulur, tekrar ve tekrar hatırlarım. Göreve hazırım artık. Aşağılara, hem de yedi kat aşağılara inmeye başlıyorum.
Dünyaya doğmak için sabırsızım. Ne israfil’in ardımdan yanma çağırdığı ve bana yardımcı olması için görevlendirdiği kişiyle arasında geçen sohbetten ve benim için yaptıkları plandan haberim var, ne de İsrafil’in, “Gitmek için ne kadar da aceleci davrandı. Oysa ona ışığım iki eşit parçaya böldüğümü ve bu iki parçayı aynı coğrafyada farklı zamanlara gönderdiğimi söyleyecektim. Neyse, umarım bunun için bana kızmaz,” diyerek kanadıyla ağzım kapatıp uzun süre güldüğünü biliyorum. Bu konuşulanlardan habersiz yola çıktım bile. Çünkü aşağısı çok aşağıda, gidilecek yol uzun.

Hava sıcaklığı hızla düşüyordu, içimi tarifi mümkün olmayan bir heyecan dalgası sarmıştı. Yalnızca heyecan mı? Buyandan bulana, bir yandan bilinmezlik, bir yandan baş dönmesi… Sesler gitgide uzaklaşıyor, akarsuların, şelalelerin çağıltıları, lir sesleri ve şen kahkahalar çok geride, hızla ardımda kalıyordu. Helezon şeklinde bir girdabın içindeydim şimdi. Renkten renge geçen spiral bir girdap içinde döndükçe dönüyor, giderek hız kazanıyordum. Renkler birbirine dönüşüyordu: Mor kırmızıya, pembe turuncuya, lacivert maviye, yeşil sarıya… Ben renklerin içinden, renkler benim üzerimden geçiyordu ve hızla dönmeye devam ediyordum. Işık ülkesinin sesleri çoktan kaybolmuştu, şimdi başka bir tür ses kalabalığının içindeydim. Çan sesleri, zil sesleri, çınlamalar, ne dendiği belli olmayan karşılıklı konuşmalar, uğultular dayanılmayacak kadar kuvvetliydi. Nerelerden geçtiğimi hiç bilemiyordum. Buna aşağı…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kayıp Gül

Editor

Cennetin Doğusu

Editor

Sevgili(m)

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası