“Gece şafağa dokundu dokunacaktı ama Dolunay önündeki yeni dünyanın sevinci ve tedirginliği içinde çırpınışlar veren yüreğini direnişe çağırıyordu, camın ardındaki puslu dünyayı pırıltılı gözleriyle kurcalarken…” Dolunay, tüm engellere rağmen gökyüzündeki bulutları dağıtıp, kalemiyle dünyasını aydınlatabilecek mi?
Ahmed Günbay Yıldız, İstanbul Yüzlü Kadın’da ahlak, aile ilişkileri, cinsiyet ayrımı gibi kavramları sorgularken, okurlarını soluksuz ve düşündürücü bir serüvene davet ediyor…
“Bir gece dağ başnda göğe bakarak yatsam…
Bütün hissiyatımı yıldızlara anlatsam…
Yüreğimi taş gibi avuçlarımda tutup
Çilesiyle beraber uzaklara fırlatsam…”
İstanbul’un kalbinde sayısız hikâyenin sırrı yatar… İnanıyorum ki bu hikâye farklı… Öylesine dokunaklı ve duyarlı bir öykü ki bu, bilen ya da duyan her kim olursa olsun, aklına düştüğünde, hatırası gönüllerde hüzün açar…
Sebep ve sonuçlarına bakıldığında yarılır hikâyeler… Çoğunlukla aşk, çile ve ıstırap vardır harçlarında onların…
Hayal, öncesinde insanları umutlandırır ve bir daha hiç kopmayacakmışsın gibi kendisine bağımlı kılar… Arada bir dengesi iyi kurulamamış vefasız olan aşklara benzer nitelikleri… Efsaneler diyarının vaatlerini vermişçe sine önce yüreklendirir düşünceleri, duygular iradeyi coşkulu kabanşlarıyla kuşatır… Gönül, hayatla arasındaki dengeyi sağlayamazsa, özümleyemeden yoluna düştüğü tutkular, onu hayal denizinin azgın dalgalarının önüne katıp amansız savuruslanyla yorar ve yavaş yavaş umutlarını kabusa çevirip acımasızca boğar…
İğdeli sokağı oldukça sakin ve sessizdi bugün… Numan kaldırımların kenarında durmuş, icli bakışlarla seyrediyordu etrafı… Uzun, dalgalı saçları, basından hiç ayırmadığı şapkasının kenarlarından omuzlarının üzerine kadar dökülmûştü… Sakalları yine düzensiz uzamıştı… Piposu her zamanki gibi titreyen dudaklarının arasındaydı… Kirpikleri yine duygularının darağacıydı… Buruk bir çehresi vardı her zamanki gibi… Uzaklara, çok uzaklara bakıyordu Sebebi bilinmeyen damlacıklar oluşuyordu kirpik uçlarında ve acıların demini alan damlalar hazin bir kopuşla yuvarlanıyordu yanaklarına… O, her gün; sabahakşam aynı saatlerde, bu kaldırımların değişmeyen bekçisi gibiydi.
Tükenmek bilmeyen, her gün biraz daha koyulaşan umutsuz bir bekleyişin hikayesiydi onun bu kaldırımları sahiplenişi-ni sağlayan… Gözlerini inadına kısmıştı yine… Bakışları sanki insanı taşıyabileceği nihai noktanın da ötelerini kurcalıyordu… Düşünceleri onu maverâi bir ufka taşıyordu yine. .
Havada gizemli bir sıkıntı vardı. Bulutlar kasvet rengine boyamaya başlamıştı gökyüzünü… Görüntüyü engellemeye başlayan bulutların kahrı yüz batlarında hoşnutsuzluk çizgilerini derinileştirdikçe. vücudu o nispetle gerilmeye başlamıştı.
Sokağın bordur taşlarının üzerinde oluşan, tozları hırçın do-nüşleriyle yumak gibi sarmaya başlayan bir kasırga, olumsuz etkilemeye başlamıştı kaldırımların talihsiz bekçisini…
Numan. aynı sokağın en renkli simalarından birisinin göz hapsindeydi şuan… Aralarında on, belki de on beş adımlık bir mesafe kala fark etmişti onu… Kendisini açığa çıkarmamaya özen göstererek gerilerden takibe almıştı Numan’ı…
Bu adam, sıradan birişi değil, mahallede herkesin tanıdığı aşina bir sima, ünlü bir yazardı… Numan’ı ve hayatını çok ilginç bulduğu için, onu son zamanlarda sürekli gözetim altında bulunduruyor, ara sıra bürosuna davet ediyor, onu konuşturmaya çalışıyor, ona okşayıcı sorular sorarak dost yüzünü göstermeye çabalıyordu ..
Numan, yazarın kendisini yakın takibe aldığı kadar efsane bir gençti… O, önceleri bu sokağın en zeki ve en başarılı delikanlısıydı… Şimdilerde zirveler yerini derin uçurumların başına bırakmıştı…
O şimdi mahallenin delisiydi… Fakat, hâlâ şaşırtıcıydı… İşte yazarın ilgi duyduğu şey, bu gencin hayatındaki keskin iniş ve çıkışların yansımalarına bakarak onun hayatım romanlaştırma isteğiydi.
Sık sık düşüncelerindeki kurgular değişiyor ve apayrı bir insan oluyordu Numan… Ona değişken iklimler yaşatan ve beklenmedik anlarda beynindeki dekorları kırılma noktasına taşıyan sebeplerdi yazarı delikanlının hayal hikayesini yazabilmesi için kışkırtan.
Daha çok, esintilerin silinip aklının arındığı anları yakalamak istiyordu. Bunun için ona olan ilgisini hissettirmeye çalışıyordu.
Yılmaz Ocak!!! Bu isim romanda bir markaydı son yıllarda… Kahramanlarını çoğunlukla hayatın içinden seçen bir yazardı o.
Ya hayatı gözlemliyor, ya da öykülerini birinci ağızdan dinledikten sonra başlıyordu işine… Kayda değer bulduğu hikâyelerin içinden seçiyordu eserteştirmek için emek vermeye uygun gördüğü konuları…
İşte Numan, yazarın şimdilerde kaleme aldığı romanın kahramanlarından sadece birisiydi… Bürosu, İğdeli sokağının caddeye bakan mevkiindeydi… Trafiğin oldukça yoğun olduğu bir caddeydi İğdeli sokağı…
Binanın giriş kalındaki geniş zemindeydi bürosu… O aynı zamanda bir kitap kurduydu. Babasından miras kalmıştı bu meslek ona. Caddenin üzerindeki tek kitapçıydı aynı zamanda Çalışma odası kitap raflarının ardında cam bölmeyle ayrılmıştı.
Yılmaz Ocak enteresan bir adamdı. Ya okur ya yazar ya da kitap salonunun altındaki konferans salonu gibi tefriş edilmiş geniş zeminde belli günlerde siyaset, edebiyat, inanç, her sahadan yetişmiş yazarları, çeşitli dallarda uzman ve fikir adamlarını bu salonda buluşturup seminerler düzenlerdi fikir dünyasının tiryakilerine. . Burası sadece edebi sohbetler için değil, “Dünyanın idare edildiği mekan” olarak da anılmaya başlamıştı.
Kitap satışlarını yürüten güvendiği elemanları vardı… Fazla karışmazdı onların işlerine. Yalnız bir adamdı Yılmaz Ocak… Kız kardeşinden başka kimsesi kalmamıştı hayatında.
Her Cumartesi mutlaka biı konuşmacı gelirdi salona… Çoğunlukla öğretim görevlileri, üniversite talebeleri ve meraklıları takip ederlerdi konuşmaları… Sorular sorulur, sohbet koyulaşır, herkes büyüleyici bir ortamın içerisinde bulurdu kendini. Her haftanın konuşmacısı bir hafta öncesinden belirlenir ve anons edilirdi müdavimlerine… Bu meşhur mekanın bitişiğindeki Kitap Dünyası ve onun kadar adı duyulmuş bir iş yeri daha vardı… Alternatif tıp… “Lokman Hekim” diye yazılıydı levhasında. Botanikçi, emekli bir profesördü oranın sahibi de.
Ömrünü doğaya adamış bir bilim adamıydı… Prof. Dr. Ayhan Ok… Yılmaz Ocak’ın can dostuydu. Dükkanlarının üzerindeydi ikisinin evleri de.
Ayhan Ok eşini kaybettikten sonra yuvadan uçurduğu çocuklarına yük olmamak için evinden ayrılmamıştı… Yılmaz Ocak ve Ayhan Ok, iki kadim komşu ve dosttu ama, mizaç bakımından hiç de birbirlerine benzemezlerdi. Hayata duruş biçimleri bile farklıydı.
Bu sokak, çeşitli fikir ayrılıklarının buluştuğu bir yerdi. Küreselleşmenin çokça konuşulduğu günümüzde bu sokak ve insanları, bütün renklilikleriyle dünyanın küçük bir özeti sayılırdı…
Yıllardır dünya, bu sokaktaki kitapçının ve bitişiğindeki herbaryum dükkanının bodrum katındaki salonda kurulup yıkılır ve o mekandan idare edilirdi…
***
Bulutlar bir kuş kafilesi gibi aheste aheste süzülüyorlardı semada. .. Onları önüne katıp götüren rüzgar, iğde ağaçlarının çiçeklerinden, hanımelilerinden ve envai çeşit bahçelerden çaldığı rayihaları birbirine karıştırıp ikram ediyordu insanlara…
Yılmaz Ocak’ın Numan’ı uzaklardan takip edişi, heyecanlı ve sabırlı bir avcının halet-i ruhiyesini andırıyordu…
Delikanlının hazin hikâyesinden zaman zaman cımbızla çekip alabildiği dokümanlarla hayata tutunuşunu anlatmaya çalışıyordu. .. Yazdığı romanın en renkli simalarından birisini oluşturuyordu Numan… Aralarında kurdukları ilişki de oldukça enteresandı. Onun da kendisini ünlü bir yazar olarak hissedişi pekiştiriyordu dostluklarını…
Hiçbir zaman yanından ayırmadığı ajandası yine, koltuğunun allında duruyordu Numan’ın.
Rüzgar, şapkasının kenarlarından omuzlarının üzerlerine kadar dökülen dalgalı saçlarıyla savura savura oynuyordu…
Takım elbisesini giyinmiş, kravatını takınmayı ihmal etmemişti yine. Titreyen dudaklarının arasında emzik gibi duran piposunu nefesliyordu ikide bir… Sağ elinin parmaklan arasında sıkışıp kalan kalemiyle iradesi dışında oynuyor, rüzgara aldırış bile etmeksizin, içli içli soluyordu uzaklara bakarken…
Akşamın kendisini hissettirmeye başladığı anlardı. Yılmaz Bey’in sabrı kırılma noktasındaydı. Usul, aheste adımlarla azaltmaya başlamıştı aralarındaki mesafeyi. Soluğunu ensesinde hissedebileceği kadar yaklaşmıştı Yılmaz Ocak, Numan’a.
Numan her şeyden habersiz, bordur taşlarının üzerinde dumandan heykeller gibi yalpalayan bir duruş sergiliyordu. Yılmaz Ocak, varlığını hissettirircesine ona sesleniyordu:
-Numan!!!
Aşinası olduğu bir ses kulaklarına dolduğu halde, Numan halâ gözlerini kilitlediği uzaklardaydı… Neden sonra İçli, derin bir soluk tazelemişti kendisine yeni bir bakış ufku ararken… Başını hafifçe sağ omuz hizasına çevirip hemen yanı başında duran adamın gözlerine dikmişti mahmur bakışlarını… Kirpiklerinin ucunda asılı duran iki damla yaş, gözlerini hafifçe yumup açınca yanaklarının üzerlerine doğru hazin bir kopuşla yuvarlanıyordu… Hüzün en duygusal çizgilerini çekmişti yüzüne … Yılmaz Bey, suskunluğunu bozmayan, ıstırap sarmasından ruhunu çözemeyen delikanlıya değer verdiğini hissettiren ılık bir yaklaşımla sesleniyordu yeniden:
-Numan!..
Artık bedenini, düşüncesini esir alan kuşatmadan kurtulmuştu ve heykelin kalıbı yavaş yavaş bozulmaya başlamıştı… İçinde aniden kabaran ve ruhunu teslim alan fırtınaları acı bir yutkunuşla gömüyordu bedeninin derinliklerine. Ürpertili bir uyanışla açıyordu gözlerini… Derin bir “ah” çekmişti ciğerlerine Yılmaz Bey’e bakarken:
-Ûstad!!!
Şefkati andıran ılık bir rüzgar esmişti üstadın yüzünde,.. Bu tepki iyiye alametti ona göre…
– Ne bekliyorsun burada tek başına?.. Dükkana gel; oturur sohbet ederiz istersen.
Numan derin, isteksiz bir seyir tutturmuştu üstadın gözlerinde… Kendisinden emin bir hali vardı kararını bildirirken:
– Ûstad sen git şimdi, ben birazdan oradayım.
– Birlikte gitsek?.. Yalnızım, konuşurduk biraz.
– Şimdi olmaz Çok önemli bir isim var üstad.
– Onun dönüşünü mü bekliyorsun yine? Gözlerine bakıp duraksamıştı Numan:
-Onu da bekliyorum amal!! Şey ûstad, daha önemli bir işim var.
Hissettirmeden eşeliyordu Numan’ı Yılmaz Ocak:
– Her akşam ve sabah, onun gidiş ve dönüş saatlerinde buradasın be oğlum. Kaçar mı gözümden sanıyorsun?..
Gözleri başka istikametleri yokluyordu, ûstadla ilgilenmiyordu konuşurken. Hazin bir sesi vardı:
– Doğru, bekliyorum…
– Ama o evlendi ve artık ümitsiz bir vaka senin bu halin.
Alev alevdi soluyuşu:
– O da bu saatlerde dönüyor evine, ama bu aksam burada bekleyişim çok daha önemli üstad.
– Allah, Allah! Neymiş ki ondan daha önemli olan işin? Kolundaki saate bakmıştı göz ucuyla ve cevap hazırlıyordu
ûstada:
– Emir!!! diyordu, okulu dağılacak birazdan. Şaşırmamıştı bu defa ûstad:
-Ha o mu?.. -O!..
– Ne yapacaksın Emir’i, anık büyüdü? Bırakın da ayaklarının üzerinde durmayı öğrensin
-Daha var!!!
– Emirle fazla ilgilenmezsen kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenecek aslında. Ona iyilik etliğiniz söylenemez. O, delikanlılık yaşında; lise ikinci sınıl öğrencisi.
Acelesi vardı Numan’ın. Sabırsızlanmış, güzleri gerilim sinyalleri vermeye başlamıştı. Piposu titreşiyordu dudaklarının arasında. Sözcükler güç çıkıyordu ağzından… Daha sabrının kalmadığının işaretiydi bunlar. Beden dili ele veriyordu iç dünyasında kopmaya başlayan fırtınaları:
– Üstad sen git. Zaman daralıyor… Sen git, sen git!!! Dükkanda konuşuruz. Söz verdim, söz verdim… Ûstad, gelirim.
Kelimeleri ikilemeye başlayınca, Numan dalgaları amansızlaşan denize dönerdi. Yılmaz Bey anlamıştı Numan’ı verdiği sinyallerden ve daha fazla üstelemedi:
– Tamam Numan, tamam… Bak gidiyorum işte. Sen işini bitirince gelirsin, taze çay demletmiştim de…
Yılmaz Ocak gitmişti… Numan, Emir’in ve beyninde yer eden bir ismin daha dönüşünü bekliyordu. Saatine baka baka, Numan yazan mahmur bakışlarıyla uğurluyordu… Beyninde soru işaretleri bırakmıştı…
– Bırakın, o kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrensin…
Bu sözleri Emir için söylemişti üstad… “Dolunay ve sen” demişti Numan’a… Onu gittikçe keskinle şen bakışlarıyla uğurlarken, yiv yiv derinleşiyordu bu sözler Numan’ın beyninde… Duygularının yansımaları, hoyrat fırtınaların yokladığı denizleri andırıyordu… Alınganlık çepeçevre sarmıştı hissiyatını… İçli alevleriyle dokunduğu yerleri dağlayan hararetli bir nefes indiriyordu ciğerlerine üstadı gözleri ile uğurlarken. Güce gitmişliğin hüzünlü nakışsları düşmüştü benzine. İçsel sorgulamalar başlamıştı beyninde… “Sahi hiç karışmasaydık başarabilirmiydi Emir?…
Her nedense ona karşı bir sahiplenme duygusu üstlenmişti Numan. Buna kendisini mecbur hissediyordu adeta. Akrabası değildi; akranı da. Sadece aynı sokakta yaşıyorlardı. Daha çok kendisine benzetiyordu Emir’i. Yanından ayırmadığı ajandasına, onun hayat hikâyesini yazmak için hazırlıyordu kendini… Kaderi bir bakıma kendi kaderinin aynısıydı Numan’a göre…
Molla Haladan onun hayat hikâyesini dinlerdi hüzünlendiğinde. Ağlardı her defasında… Emir’in babasız kalışı, hayata tutunuş biçimi, başkaları tarafından onun dışlandığı vehmine kapılışı, içsel yalnızlıkları, her haliyle o kendisine benzeyen kaderi yaşıyordu o yıl… Onu Molla Haladan dinleye dinleye ezberleyip, mutlaka yazmaya başlayacaktı bir gün…
Bundan yıllarca önceydi… Emir ilkokula daha yeni başlamıştı o yıl… Bazen gelip giden, bazen hikâyeyi karıştırıp….