Pagan bir baba ve Hıristiyan bir annenin oğlu olan, Hıristiyanlık öncesi yaşamında Maniciliğin, Platon’un, Cicero’nun, Şüphecilerin öğretilerini de takip eden Augustinus (İS 354-430) Hıristiyanlık anlayışının gelişiminde rol oynayan en önemli figürlerden biridir. Kilise Babalarından biri olarak kabul edilen ve azizlik mertebesine yükseltilen Augustinus’un en önemli eserleri İtiraflar ve Tanrı Kenti‘dir. Eserleri bugün modern felsefede halen tartışma konusu olan zaman, varoluş ve hakikat gibi pek çok sorunu irdelemesi ve görüşlerinin Batı felsefesini derinden etkilemesi bakımından da ayrı bir önem taşımaktadır.
Augustinus zamana yazgılı bir varlık olan insanın görüşü ve anlayışı ile Tanrı’nın zamana aşkın doğası, görüşü ve anlayışı arasındaki farkı güçlü bir belagatle sunar eserinde ve mükemmelleşme çabasındaki insan ruhunun her şeyden önce bu farkı idrak etmesi gerektiğini defalarca, altını çizerek vurgular. Mükemmelleşme yolculuğu Tanrı’nın insandan tek beklentisidir. Çünkü O sadece insanoğlunu kendi suretinde ve kendine benzer yaratmıştır ve onu yarattığı andan itibaren de kendine dönmesini beklemektedir. Mükemmelleşme büyük bir sırdır ve bu sırrın anlamını bir insan bir başka insana anlatmaktan acizdir. Bu sır sadece Tanrı’nın kapısı çalınarak dilenecek ve anlamına vakıf olunacak bir sırdır ve Augustinus’a göre Tanrı’nın kapısını çalan insana o kapı mutlaka açılacaktır.
***
SUNUŞ
İTİRAFLAR ya da Tanrı’ya Sessiz Bir Haykırış
Augustinus’un 13 kitaplık Confessiones (itiraflar) adlı eseri yazarın kendi dilinden özyaşam hikâyesidir, dolayısıyla bu eser baştan sona okunup anlaşılmadıkça Hıristiyanlığın ve Batı felsefesinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Augustinus üzerine her okuma ya da her çalışma yarım kalır.(1) Bu eser pagan bir babanın, koyu Katolik bir ananın ocağında yetişen ve kendisini bildiği yaştan itibaren Tanrı’yı arayan, nihayet Milano’daki bahçesinde duyduğu bir sesle irkilip Onu gönlünde keşfeden bir düşünürün tövbesidir; Tanrı’yı bulmadan önceki yaşantısında kendisini günahkâr olarak nitelendiren, Tanrı’yı bulduktan sonraki yaşamında hafızasına üşüşen bütün günahlarını itiraf ederek arınan ölüme yazgılı bir insanın, ölümsüzlük karşısında bütün acizliğiyle boyun eğişi ve ruhani kata yükselerek yeniden dirilmesidir. Bu eser hakikati ararken düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon’un, kimi zaman Şüphecilerin ögretilerine dalan, ama hiçbirinde kaygılarına şifa bulamayan kıpır kıpır bir ruhun sessiz çığlığıdır.
Augustinus’un bu eserde kullandığı dile hayran olmamak elde değil. Çünkü eğitimini aldığı klasik hitabetin tadına doyulmayan incelikleri, mükemmel bir Latinceyle ancak bu kadar örülebilir, ancak bu kadar baştan sona mecaz ve derin bir eser yaratılabilirdi. Bu yüzden Augustinus için İtiraflar bir tövbekârın Tanrı’ya günah çıkarması olabilir, ama salt üslup zenginliği açısından değerlendirildiğinde, bu eser bütün edebiyatseverlerin yüreğine evrensel bir sesleniştir.
“Kim sende huzur bulmamı sağlayacak? Seni benim kalbime kim getirecek, kim bu kalbi mest edip yaptığım kötülükleri bana unutturabilecek ve seni biricik iyiliğim olarak kucaklamama neden olacak? Benim için anlamın ne? Merhamet et ki konuşabileyim. Ben senin için neyim ki bana seni sevmemi buyuruyorsun, ben kimim ki seni sevmezsem, bana kızıyorsun ve beni büyük acılara salacağını söyleyip tehdit ediyorsun? Zaten seni sevmiyorsam, bu az bir acı mı? Vah bana!”(2) der Augustinus ve bu haykırışıyla inanç yolculuğunu başlatır. Edebiyat ve hitabet aşkı, mevki hırsları, dünyevi başarılar kazanma kaygısı, kadına duyduğu tedavisi mümkün olmayan müthiş tutku onu Ezeli ve Ebedi Olan’dan olabildiğince uzaklara savurmuş; rüzgarın önünde çaresizce oradan oraya sürüklenen yaprak misali şu koskoca dünyada yana yakıla Tanrısını arayan bir mecnun kılmıştır. Sürekli sorar kendisine, Tanrı’yı nerede bulacağım diye; soruları arasında boğulur, acılara, karmaşaya, yanılgılara saplanır. Birliği ararken çokluğun içinde kaybolur, derin uçurumlara sürüklenir, varlığı yarılır, günahın girdabına batar. “Evet, sen o sıra susuyordun ve ben kendi yolumda yürürken senden uzaklaştıkça uzaklaşıyordum, acınası kibrimle ve huzura erdiremediğim bu bitkin halimle sadece mutsuzluk üreten kısır tohumlar eke eke,”(3)der Tanrısına. Ondan yaralarına merhem olacağı güne eriştirmesini diler. Ama o zayıf, o çelimsiz, o aciz insan haliyle o mutlu günden o kadar uzaktadır ki. Dostlarında arar huzuru, ama gençliğinin baharında o dostlarla bahçelerden armut çalıp günah budalası olur. Kibir, hırs, onur, şöhret bir türlü yakasını bırakmaz, nereye baksa, nereye gitse bu zayıflıklar onu adım adım takip eder. İçimdeki insan dediği iç benliği ile dışımdaki insan dediği dış benliği sürekli savaş halindedir; iç benliği doyumsuz Hazzı(4) ararken, dış benliği bu hazzı bolluk ve taşkınlıkta, şehvette bulmaya çalışır; yasak olanı sırf yasak olduğu için yapmış olmayı haz sanır. Bu yarım haliyle Kartaca’ya geldiğinde, kendi deyimiyle tam anlamıyla yasak aşklarla kaynayan kazanın içinde bulur kendisini.(5) Etrafına bakınıp aşık olacağı bir nesne arar adeta ve batağa saplanır. Aşka âşık olacağına bir kadına âşık olur. Tragedyaya dadanır sonra, bu tür oyunları seyretmekten doyulmaz bir haz alır. Bu sahneleri seyrederken, içinde hisseitiği o tuhaf acı ruhunu eritirken, bir yandan da müthiş bir sevinç verir. Ama istediği Sevinç, asla böyle hemen başlayan, hemen biten bir sevinç değildir, çünkü Augustinus hiç bitmeyecek bir Sevincin peşindedir. Kartaca’da hitabet eğitimine devam ettiği yıllarda Cicero’nun Hortensius adlı eseriyle tanışır. Bir solukta okur ve hitabet diline hayran olur. Bakış açısı değişir birden, bilgelik aşkıyla dolar. “Cicero’nun kitabında beni asıl cezbeden, şu ya da bu felsefe okuluna bağlanmamamızı, ne olıırsa olsun sadece bilgeliği sevmemizi, onu aramamızı, onun peşie düşmemizi, onu yakalamamızı ve ona sıkı sıkı sarılmamızı öğütleyen ifadelerdi. İşte beni heyecanlandıran, alev alev yakan bu ifadelerdi,” der.(6) Sonra Kutsal Kitabı okumaya başlar, ama üslubunu Cicero’nun üslubuyla karşılaştırınca çok yavan bulur, üstelik sırlarla örülü, mecaz dilini hiç anlamaz. Çünkü yazık ki, o sırlara erişebilecek bir adam değildir henüz. İşte tam o dönemde Manicilerin tuzağına düşer ve onların sadık bir dinleyicisi olur. Ama somut görüntüler, sahte cisimler, yani bir dolu zırvalığı Hakikat diye yutturmaya çalışan bıı insanların hiçbir ögretisinde Hakikati bulamaz.
Augustinus dünya haliyle hemhal olurken, Tanrı’ya bütün gönlüyle inanan ve Tanrı Yasası’ndan hiç sapmadan yaşamını sürdüren annesi Monica, gece gündüz oğlu için gözyaşı dökerek yakarmakta ve Tanrı’dan kendisine o mutlu günü, yani oğlunun doğru yola girdigi günü göstermesini dilemektedir. Bir gece rüyasında İsa’yı görür ve Ondan oğlunun hak yoluna gireceğine dair muştulu bir haber alır. Hatta daha sonraları bir rahip kendisine cennetten çıkma bir laf eder ve “Huzurla git, sen sağ oldukça bu döktüğün gözyaşların yüzü suyu hürmetine oğlun asla mahvolmayacaktır,” der. Augustinus’a göre rahibin bu sözü annesinin ruhuna su serper.
Ne yazık ki, o beklenen gün çok çok uzaklardadır. Çünkü Augustinus on dokuz yaşından yirmi sekiz yaşına kadar tam anlamıyla yoldan çıkar, türlü türlü hayaller peşinden koşturmaya başlar, aldanır ve aldatır. Hilabet öğretmenliğine başlar aynı yıllarda; para kazanma hırsının kölesi olur, yetmiyormuş gibi kendisini astrolojiye, yani astrologların düzenbazlıklarına kaptırır. Bunların telkinleri sonucunda, günahlarının sebebini göklerde aramaya başlar, Venus yıldızında ya da Saturnus’ta veya Mars’ta.
Thagaste’de hitabet öğretmenliğine başlar sonraki yıllarda. Orada kendisine çok yakın bir dost edinir; aynı yaşlarda, aynı ilgileri paylaştığı bir dost. Ama onu da yoldan çıkarır ve kendi uçurumuna sürükler. Sonra hastalanır bu dost, ateşler içinde yanar ve öleceği anlaşıldığından vaftiz edilir. Augustinus dostunun vaftiz edilişine hiç önem vermez, onun ruhuna ektiği zırva hayalleri koruyacağını sanır. Dostu iyileşir, Augustinus da vaftiziyle ilgili şakalar yapmaya kalkışır hemen, ama hiç de umduğu manzarayla karşılaşmaz. Çünkü dostunun gözünde düşmanca bakışlar görür ve “Benimle dost kalmak istiyorsan sakın bir daha benim vaftizimle ilgili şaka yapma,” diye azarlanır bir de. Donakalır Augustinus. ne diyeceğini bilemez. Eski sorular yeniden üşüşür zihnine. Ne olmuşıur vaftizle? Ne yazık ki sorularına yanıt bulamadan, canından çok sevdiği dostunu kaybeder. Bu olay onda büyük bir üzüntü yaratır, gözyaşları sel olur akar, hiçbir şeyle teselli olmaz, doğduğu şehir onun için işkence odasından farksız bir görünüm alır. İnsanların ölümlü olduğunu unutup onları insandan başka bir şeymiş gibi sevmek ne delilik!(7) Ama Augustinus bunun bir delilik olduğunun çok sonradan farkına varacaktır. Kalkar gider hemen o şehirden, Kartaca’ya döner. Zaman acısına merhem olur, yeni edindiği dostlar sayesinde yarasını yavaş yavaş iyileştirir. Bu yeni dostlar, daha önce taımadığı birtakım duyguları tattırır ona. “Oturup sohbet etmek mesela, birlikte gülmek, karşılıklı yardımlaşmak, birlikte kitap obumaktan zevk almak, birlikte gülüp eğlenmek, birlikte ciddileşmek, nefret uyandırmamaya dikkat ederek sanki kendi kendinizle konuşuyormuşçasına ara sıra tartışmak, nadir de olsa yaşanan fikir ayrılıklarında orta yolu bulabilmek, birbirimize yeni bir şeyler öğretmek, birbirimizden yeni bir şeyler öğrenmek, birisi bir yere gitti mi sabırsızlıkla yolunu gözlemek, geldiğinde de onu sevinçle karşılamak”(8) diye tanımlar içten hisseitiği bu duyguları. Ama o daha derin duyguları yaşamak ve dostlarıyla paylaşmak peşindedir. “Güzel nedir” diye sorar dostlarına bir ara. Sevdiği nesnelerde onu cezbeden, büyüleyen nedir? Nesnelerin biçimlerindeki bütünlüğü keşfeder o anda, bir nesnenin başka bir şeye gayet güzel uyduğunu keşfeder, yani güzelliği ve oranı keşfeder; bedenin bir kısmının bütünüyle uyumuna hayran olur. Bu duygu yoğunluğuyla Güzellik ve Oran adında, sonradan kaybolan bir kitap kaleme alır. Güzellik ve oranı keşfetmiştir, ama maddi şekillerin güzelliğini ve oranını. Tanrı’nın yarattığı o muhteşem eserin güzelliğini ve oranını idrak edecek zihin aşamasına ermesi için daha çok yol kat etmesi gerekmektedir; o sıralarda yirmi dokuz yaşındadır ve halâ Tanrı’yı aramaktadır.
Manici piskopos Faustus’un Kartaca’ya geleceği duyurulur; Manicilerin dediklerine göre bilgisine, belagatine hayran olunası bir adamdır. Augustinus o andan itibaren yolunu bekler Faustus’un; bir an önce onunla konuşmak, sorulardan yumak olan zihnini onun ışığıyla ilmek ilmek açmak isıer. Üstelik yaşamının o döneminde iyiden iyiye varlık problemine dalıp gitmiştir. İşte nihayet Faustus gelir; ilk bakışta samimi bir insan izlenimi bırakır Augustinus’ta, konuşma tarzı da sahiden çok hoştur. Ama ya konuşmasının içeriği! Dikkat edildiğinde ManiciIerin her günkü masallarından pek farkı yoktur anlattıklarının, tek fark bu masalları incelikli bir üsluba sararak anlatmasıdır. “Bilgelik ve budalalık besin değeri yüksek ya da besin değeri hiç olmayan yiyecekler gibidir; parlak ifadelerle de dile gelebilirler, parlak olmayan ifadelerle de, yani bunları işlemeli tabaklarla da sunarsınız, basit çanak çömleklerle de, kısacası her iki yiyeceği her iki tabakta da sunabilirsiniz,”(9) der Augustinus; sahiden de Faustus’un yaptığı tam da budur, yani o budalalığı işlemeli bir tabakta sunmaktadır.
Faustus da yanıt veremez Augustinus’un içinden doğru yükselip zihnini bulutlara saran inanç arayışına. Annesinin rızası olmadığı halde kalkar gider Roma’ya. Orada retorik dersleri verecektir artık. Etraftan duyduklarına bakılırsa, Karıaca’daki gibi öyle başına buyruk öğrenciler yoktur orada, hiçbiri öyle kafasına estiği an, paldır küldür sınıflara dalmamaktadır. Bu huzursuzlukları yaşamayacak olması, Augustinus’un Roma’da öğretmenlik fikrini benimsemesinde büyük rol oynar. Ama düşündüğü gibi olmaz, çünkü Roma’daki öğrenciler öğretmenlerinin parasını ödememek için anında işbirliği yapıp başka bir öğretmene geçiveren, verdikleri sözlerden kolayca cayabilen, para aşkı için adaleti bile hiçe sayabilen kişilerdir.(10) Roma’da neredeyse ölümle burun buruna geldiği şiddetli bir hastalığa yakalanır Augustinus, ama sonunda annesinin duaları sonucunda kurtulur. Hastalıktan kurtulur, ama Roma’da da Manicilerin tuzağına düşer; üstelik o sahte öğretiyle bir adım daha öteye gidemeyeceğini bile bile; her şeyden kuşkulanmak gerektiğini, bir insanın hiçbir şey hakkında kesin bir bilgisinin olamayacağını söyleyen Akademiacı filozofların bile daha iyi olduğunu düşünecek kadar onlardan nefret ettiği halde.
O dönemde Roma valiliğine, Milano’da retorik öğretmeni açığı olduğu ve acilen bu konuda yetkin birinin arandığı haberi ulaşır. Romalı vefasız öğrencilerden ve Manici budalalıklardan zihni iyiden iyiye karmaşıklaşan Augustinus hiç düşünmeden göreve talip olur ve vali tarafından Milano’ya gönderilir. Dünyalar iyisi bir insanla karşılaşır orada. Tanrı’nın aziz kullarından piskopos Ambrosius’la. Kilise’den tam anlamıyla umut kestiği bir anda Ambrosius’la karşılaşması ve ondan ruhun kurtuluşuyla ilgili dinlediği vaazlar onun için yaşamının en büyük sürprizlerinden biri olur. Ah, bir de zihnini bu vaazların belagatinden öte, içeriklerine daha çok verebilse; nasıl söylediğinden öte neler söylendiğine daha dikkat edebilse! Yine de hiç farkında olmadan Ambrosius sayesinde adım adım kurtuluşa yaklaşmaktadır. Annesi o dönemde yanına, Milano’ya gelir. Augustinus dertlidir, onca yıldır Manicilere bağlanmış olmanın hayal kırıklığı içindedir, ama ruhunun Katolik inancına hâlâ direnç göstermesini de anlayamamaktadır; zihni bütün bu huzursuzluklarla perperişandır. Annesi yanına geldiğinde, tam anlamıyla dinsel bir bunalım yaşamaktadır. Annesine ilk defa artık bir Manici olmadığını, ama henüz bir Hıristiyan Katolik de olmadığını söyler. Ambrosius’un Kutsal Kitaba getirdiği yorumları dinlemekten de bir an olsun geri durmaz. Kutsal Kitapta yazılanları kelimesi kelimesine alıp değerlendirmemek, tersine her bir kelimenin arkasındaki derin anlamı yakalamak gerektiğini öğrenmiştir artık, bu yüzden onu artık başka bir gözle yeniden ve hak ettiği şekilde okumaya başlamıştır. Katolik öğretisinin insanlardan kanıtlanmayacak şeylere bile inanmalarını öğütlemesi ve belki de bazı şeylerin asla kanıtlanamadan kalacağını açık ve seçik olarak dile getirmesi Augustinus’u çok etkilemiştir; Manicilerin sahtekârlıklarından, yalanlarından eser yoktur bu öğretide. Augustinus zihinsel bir devrim yaşar adeta, başlangıçta olduğu gibi insan biçimli bir Tanrı hayal etmiyordur artık, ama ne var ki hâlâ gözlerinin görmediği bir varlığı da hayal etmekten acizdir. “Yüreğim öyle yağlanmıştı ki, kendimden bile öyle bihaberdim ki, belli bir mekânla sınırlı olmayan, yani bir mekâna yayılmamış, toplaşmamış ya da genişlememiş veya bu tür özellikleri olmayan ya da olamayan herhangi bir şey bana göre tam bir hiçlikti. Çünkü gözlerim bu tür şekiller görmeye alışkındı, yüreğim böyle imgeleri seçebiliyordu ve ben bütün bu görüntüleri oluşturmamı sağlayan zihinsel gücümün bunlardan çok farklı bir şey olduğunu ve bu gücün çok daha büyük bir şey olmamış olsa bütün bu şekilleri ve bu imgeleri oluşturamayacağını idrak edemiyordum,“(11) diye yakınarak bu acizliğini dile getirmeye çalışıyordu. Bu arada kötülük problemi de zihnini fazlasıyla meşgul eder olmuştu; çünkü üstün İyi olan bir Var-
————
1 James J. O’Donnell, s. 35.
2 Augustinus, Confessiones, 1.5.1.
3 Augustinus, Confessiones, 2.2.2.
4 Tanrı’yı.
5 Augustinus, Confessiones, 3.1.1.
6 Augustinus, Confessiones, 3.4.8.
7 Augustinus, Confessiones, 4.4.8.
8 Augustinus, Confessiones, 4.8.13.
9 Augustinus, Confessiones, 5.6.10.
10 Augustinus, Confessiones, 5.12.22.
11 Augustinus, Confessiones, 7.1.2.