“Eylül 1977 / Babamın beni almaya geldiği günü dünmüş gibi hatırlıyorum. Eve ürküntü veren bir gerginlik hâkimdi o akşamüstü” diye başlıyor Jerusalem. Esayan, bir solukta okunan romanında İstanbullu bir Ermeni ailenin öyküsünü anlatıyor.
Kendi çocukluk yılları zorluklarla geçen baba, sekiz yaşındaki oğlunu iyi bir eğitim alması için Kudüs’e göndermek ister. Henüz “bu dünyada olma” haline bile alışamayan kahramanımız bir anda annesinden, şehrinden, yuvasından ayrılmak zorunda kalır. Yatılı okulun soğuk ve nemli odaları, “Evden gönderilen, neden kardeşlerim değil de ben?” sorgulamaları, manastırın nispeten sakin havası, ama duvarların hemen ötesinde bir yurdu paylaşmaya çalışan iki halkın mücadelesi, varlıklı ve nüfuzlu bir aileden geliyor olmaktan kaynaklanan “hanım evladı” görüntüsünü alt etmek için girişilen onlarca macera… Ve daima varlığı hissedilen ve onunla teselli bulunan Hz. İsa imgesi…
Jerusalem böylesine zor bir konuda tam bir samimiyet ve kıvam örneği sunuyor. Kahramanlarının hiçbirini kayırmadan ve hiçbirini ihmal etmeden bütün isimlere hayat veriyor. Kudüs’ü anlatıyor, İstanbul’u anlatıyor, “gerçek bir acıyı” yaşarken üzüntü ve kederi kendi tekeline alma halini, Hz. İsa’nın çileli yolculuğunu, Filistinli Ekrem’i, yaşından çok önce olgunlaşan Vasken’i, haylaz Maksut’u anlatıyor. Üstelik tüm bunlar tam bir kıvam ile yapıyor. Adeta sinematografik bir anlatımı var:
sürükleyici ve ilginç. Öte yandan bir edebiyat metni olduğunu hissettiren detaylar da yerli yerinde; kişiler arası ilişkiler ve insanlık durumları ustalıkla işlenmiş.
Esayan’ın kurguladığı karakterler, duygular ve olaylar oyunbaz hamlelere gerek bırakmayacak kadar sahici.
***
CAM KIRIKLARI
Eylül 1977
Babamın beni almaya geldiği günü dünmiiş gibi hatırlıyorum.
Eve ürküntü veren bir gerginlik hâkimdi o akşamüstü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Küçük kızkardeşim sanki ayrılacağımızı anlamışçasına huysuzluk yapıyordu, Kızkardeşim daha dört yaşmdaydı. Doğduğunda annem ve babam onu kıskanacağımdan korkmuşlardı. Sırf bu yüzden üzerime daha çok düşmeye başlamışlar, bu İse bendeki panik duygusunu daha da arttırmıştı. Kızkardeşimi kıskanacağımdan korkulduğundan, bu en doğal hakkımı, sevgi ve ilgiyi üçe bölecek bu yeni ortağı kıskanma hislerimi bastırmıştım. Doğumdan sonra annemle birlikte eve geldikleri gün benim için bu korkunun doruğa ulaştığı an olmuştu. Yatağın üzerinde onu ilk defa gördüğümde öyle şaşırmıştım ki hayranlıkla uzun uzun seyretmiştim.
Tanrım! Gerçekten çok, ama çok güzeldi. Yeni doğan bir bebeğin anne ve babasını gizli bir hayal kırıklığına uğratan o çirkinlikten eser yoktu onda. Ağladığında bu kadar güzelleşen bir bebek daha olamazdı herhalde. Ne yazık ki bu durum, zavallı kardeşimizin ben ve ablam tarafından sık sık çimdiklenmesine yol açacaktı. Çünkü ikimiz de onu ağlarken görmekten büyük haz alıyorduk. Bu davranışın altında üçüncü ortağa duyduğum öfkenin saklı olduğunu fark etmem oan için mümkün değildi. Çünkü ne de olsa ben de dört beş yaşında bir çocuktum henüz.
O günler geride kalmıştı artık. Her şeyin bir anı olarak donacağı, sabitleneceği bir ayrılığın hemen yanı başındaydık
Annem akşam güneşinin evin kederini dağıtmak için var gücüyle doldurmaya çalıştığı salonda bir ileri bir geri sinirli adımlarla dolaşırken üç kez yinelenen tanıdık koma sesine yöneldi.
“Bu babanız olmalı. Biraz erken geldi galiba.”
Sesinin titremesini engellemek için var gücünü kullanıyor annem. Ama bunu yapması daha kötü oluyor, bir bilse. Bir anne çocuklarından hiçbir şeyi gizleyemez halbuki.
Neşeli bîr ses tonu kullanmaya çalışarak bize sesleniyor.
“Hadi çocuklar, babanıza camdan et sallayalım.”
Bunun üzerine her zaman yaptığımız gibi -ama ilk defa bu kadar isteksiz bir şekilde- babamıza el sallamak için pencerelere yöneliyoruz. Ablam kardeşimi yanına alarak öteki pencereye geçiyor, ben ise annemin kanuna başımı yaslayarak her zaman kullandığımız ortadaki pencereden babama bakıyorum.
Babamın arabası çok güzel. Beyaz bir Pejo504… Camdan onu gördüğümde ilk defa bu kadar sevimsiz geliyor bana. 34TD364… Plakası buydu. Arabamıza adeta âşıktım. Onun sayesinde mahalledeki çocuklara acayip hava atıyordum. Süt beyazı gıcır gıcır bir boyası vardı. Koltuk döşemeleri vişneçürüğü rengindeydi. Bende harikulade bir meyve gibi, iştah açıcı bir his uyandırıyordu. Annemin yatmadan evvel anlattığı “Hansel ve Gretel” masalından etkilenmiş olmalıydım. Hani hain üvey annenin baskılan, oduncu babalarının da korkaklığı yüzünden terk edilen iki kardeş Hansel ve Gretel yapayalnız yürüdükleri ormanda bir eve rastlarlar. O ev ki çatısı pastadan, pencereleri de şekerlemedendir. Sürekli aynı rüyayı görüyordum ben de. O esrarlı masalın aksine huzurlu ormanda pastadan yapılmış o kulübeyi buluyor, hiç doymamacasına şekerleme ve pasta yiyordum.
Babam arabayı evin önüne park ediyor. Arabayı park edişindeki özensizlik, biraz sonra beni evimden ayıracak uğursuz yolculuğun başlayacağına işaret. Hayran olduğum, çok sevdiğim arabamız, tıpkı masalda olduğu gibi, yabanıl ormanda anne ve babasından ayrı düşmüş çocukları yemek için bekleyen cadıların yaşadığı bir kulübeye dönüşüyor gözümde.
Heyecan verici küçük yolculuklardan sonra önünde sonunda beni evime bırakan bu pırıl pırıl Fejo 504, şimdi kimbilir nerelere gidecek ve geriye bensiz dönecek.
Göğsümü yoğun bir sıkışma hissi kaplıyor. Nefesim kesilir gibi oluyor. Durmadan anneme bakıyorum. Ona sarılıyorum sık sık. Beni teselli etmek için hoş şeyler söylüyor, ama o kadar üzgün ve bitkin bir halde ki bu beni daha da üzüyor. Onun daha güçlü olmasını istiyorum. Beni teselli etmesini, duygularını saklamaya çalışmasını değil…
Beni korumasını, beni evimde tutmasını istiyorum. Niye bu kadar çaresiz! Neden her şey bitmiş veartık hiçbir şey başka iürlii olamazmış gibi davranıyor? Bir anne, çocuğu söz konusu olunca dünyayı yerinden oynatamaz mı? Zamanı durduramaz mı? Babamın karşısına dikilip neden “Onu hiçbir yere götüremezsin!” demiyor? Neden beni savunmuyor? Bu uğursuz yolculuğa çıkmak istemiyorum. Neden kimse bana fikrimi sormuyor!
Babam zili çalıyor. İlk defa o zili çalmadan evvel kapıyı açmamış olduğumuzu fark ediyorum. Şu kuş sesi çıkartan zilden nefret ediyorum zaten. Adeta “Hadi küçük velet, aynlık vakti artık. O çok sevdiğin ailenden, sokağından ayrılma vakti” diye nispet yapıyor. Babam suratında koskocaman bir gülümsemeyle içeriye giriyor derken. Bu sefer üzerine atlamıyorum. Obeni evimden koparacak bir yabancı artık. Somurtarak annemin elini sımsıkı tutuyorum. Daha her şeyi tam anlamasam da benim onaylamadığım bir şeyler yapıyor olmasına çok kızgınım. Ama o kadar küçüğüm ki! Bunları dile getirmem çok zor. Her şeyi benim yerime bir başkasının anlatması gerekiyor. Bu annem olabilir ancak. Ama hiç umut yok. Babam onu da ikna etmişe benziyor. Çaresiz bir kabullenmişlik içinde. Peki kim, kim savunacak beni? Kim tercüme edecek hissettiklerimi? Benim yerime kim ağlayacak, kim bağıracak “Hayır, ben evimden gitmek İstemiyorum. Annemden, kardeşlerimden ayrılmak istemiyorum” diye? Kim!
Küçük ve korumasız olmak ne körü! Böylesine çaresizlik Babam bavulumu kocaman elleriyle kavrıyor. Annemle kucaklaşıyoruz. Sahi ablam nerede? Ablam tüm bu sahne boyunca daha geri planda sanki. Ablam, benim ikinci anneni gibidir. Onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyebilsem keşke şimdi ona. Keşke zamanlar bu kadar cimrileşmeden yapsaydım bunu. Ama zaman yok şimdi. Ayrılık zamanlarında hiçbir şeye vakit kalmaz. Önceden yapılmamış her şey korkunç bir biçimde zalimleşir. Üzerine çullanır insanın, öç alır.
Ablam, kızkardeşimi kucağına almış, nemli gözlerle beynine kazımaya çalışıyor resmimi, anlıyorum. Şöyle uzunca bir bakıyorum omzumun gerisinden onlara. Gözlerindeki son bakışla konuşuyor benimle. “Ben büyük olsaydım bırakmazdım seni” diyor. “Biliyorum” diyorum. “Keşke beni göndermeyecek kadar büyük ve güçlü olabilseydin.”
Kapının önünde annem eğilip beni kucaklıyor. Verdiği çeşitli nasihatler kulağımda uçuşuyor. Annemin kokusunu son bir kez içime çekiyorum. Son aldığım nefes bu olsun istiyorum. O koku, duyduğum, hatırladığım son şey olsun. Zaman dursun ve ben de O koku içinde sızıp gideyim. Annem göğsüne doğru bastırıyor beni. öyle hissediyorum ki o da en az benim kadar korkuyor. Sanki beni karnına geri sokmak ister gibi, O kadar isterdim ki onun karnına yeniden girebilmeyi! Orada kimse bize ilişemez çünkü.
Hiçbir kötülük bize ulaşamaz orada.
Merdivenleri ağır ağır inmeye başlıyoruz. Annem nemli gözlerle beni izliyor. Sonra birden kapıdan kayboluyor. Ağladığını görmeyeyim diye uzaklaşıyor. Kaçtığını anlıyorum. İçimde bir şey kınlıyor. Kırığın, içimi cam parçalarıyla doldurduğunu, ömrümün geri kalanında hep o cam parçacıklarıyla yaşayacağımı, içimde o an açılan yaranın hep ama hep, ılık ılık kanayacağını biliyorum. Annem dünyamın merkezi ve ben merkezimden, varlığımdan uzaklaşıyorum. Her basamakta daha yabancı, daha uzak, daha tehlikeli bir dünyaya doğru ilerliyorum. Beni ancak besleyen o memelerden de mahrumum artık.
Böylelikle içime doğru kapanışımın da yolculuğu başlamış oluyor. Annemden, yuvamdan uzaklaşmanın telafisini, beni saran yeni ve yabana bu dünyaya kendimi kapatmakta buluyorum. Dünyaya açıldıkça içime kapanacağım artık. Böylelikle, yuvamdan ayrıldığım o anı dondurmuş olacağım. Tıpkı kış uykusuna yatan tonton ayılar gibi, zor zamanları kendi kışıma, o ömür buyu sürecek zorlu kışa kapanarak atlatacağım. Henüz sekiz yaşına yeni girmiş bir çocuğun zorunlu keşfi bu. Geri döndüğümde -sahi, evime bir daha geri dönebilecek miyim?- her şeye kaldığı yerden başlamak üzere, zamanı donduracağım. Beni biraz sonra sarmaya başlayacak olan yeni dünyaya sadece bir kabuk, cansız fersiz bir gövde sunacağını. Ben kabul etmediğim için, o da beni içine alamayacak, öyle ki bir gün, olmaması gereken bu şeyin, evrenin mükemmel dengesine tehdit haline geldiği anlaşılacak ve, Allah Baba büyük işlerinden başını kaldırıp, dikkatini bana vermek zorunda kalacak. “Hımm” diyecek, “hangi kendini bilmez, bir çocuğu annesinden ayırmakla emirlerime karşı geldi! Kâinatın dengesini bozacak bu büyük hatadan hangi küstah sorumlu?” Ve her şey benim zamanı dondurduğum andan itibaren yeniden başlayacak. Çok kötü, çok kötü bir kâbustan uyanır gibi, korkularımın yersiz olduğu, her şeyin yolunda olduğu anlaşılacak,
O an çocuk halimle bulabildiğim, daha doğrusu can havliyle tutunduğum tek çare, tek plan bu. Bu, hayatımın bundan sonra nasıl olacağtnın kuralı olacak aynı zamanda.
Merdivenlerden aşağıya süzülmeye başlıyoruz. Hemen bir alt katımızda oturan komşularımız bu akıldışı ayrılığın gerçek olup olmadığını anlamak istermiş gibi meraklı ve endişeli gözlerle bizi süzüyorlar. (Melek teyzelerle bir aile gibiyiz. Bütün vaktimiz bir arada geçer.) Hüzünlü bir törenin, bir kimsesizin cenaze merasiminin iyiliksever seyircileri rolünü üstlenmişler sanki. Çok severler beni. Melek teyze babama “Bu yaptığın da olacak iş mi?” dercesine sert sert bakıyor. Onların kapısının önündeki dar sahanlıktan kıvrılırken, omzumun üzerinden Melek teyzenin yaşıtım kızıyla göz göze geliyorum son kez “O kalıyor, ben gidiyorum, haksızlık bu!” diye geçiriyorum içimden. Ona âşık olduğumu söyleyememiştim henüz. Ne kadar çok şey yapamadan ayrılıyorum evimden, fark ettikçe şaşırıyorum. Minicik elim babamın koca avucunun içinde, merdivenlerden İsteksizce iniyorum. Apartmanımızı belki de son görüşüm bu. Sokakta oynarken sıkışıp, eve ulaşamadığım için çişimi yaptığım kömürlük girişi de arkamda kalıyor. Kapıcımız Adıgüzel ağabey beni suçüstü yakaladığından beri yapmıyorum artık bunu. Ne yapayım! Sokakta misket oynarken nasıl bırakabilirim o heyecanı? Evimiz apartmanın dördüncü katında. Çişimi uzun süre tuttuğum için, son anda atıyorum kendimi apartmana, doğru bir kat aşağıdaki kömürlüğe ve o rahatlama! Neyse, bunlan düşünecek ve anlatacak daha çok zamanım olacak. Uzun süreceği belli olan ayrılığımda hep anılarıma tutunacağım.
Sokak kapısından güneşti sonbahar akşamına çıkıyoruz. Hemen başımı yukan kaldırıyorum. Annemler ve Melek teyzeleri pencerede görüyorum. Annem artık ağladığını saklamıyor, bulunduğum yerden bunu seçebiliyorum. Melek teyze annemin ağladığını fark etmiş olmalı ki onu teselli etmek üzere yukarı çıkmak için pencerede kayboluyor.
Annem ve ablam el sallıyorlar bana. Gülümsemeye çalışıyorlar. Melek teyze de bizim pencerede beliriyor. Bağırmak istiyorum. Sık sık gördüğüm o kâbusta olduğu gibi sesim çıkmıyor yine.
“Anne, bırakma benî. İzin verme gitmeme. Ben çok küçüğüm. Senden aynlmama izin verme lütfen…”
Bavullarımı bagaja yerleştirdikten sonra beyaz Pejo 504’e biniyoruz. Babam arabayı çalıştırıyor. Bu son şansım artık. Avazım çıktığı kadar bağırmalıyım, ağlamalıyım, bu çocuk halimle artık elimden ne geliyorsa yapmalıyım. Belki de kapıyı açıp, arkama hiç bakmadan koşmalı, kaçmalıyım buralardan. Tehlike geçince dönerim, birkaç sokak ileride bir arkadaşım var, evini iyi kötü söker, bulurum. Ama hiçbirini yapamıyorum. Çünkü nereye, niçin götürüldüğümü dahi bilmiyorum. Bana hiçbir şey anlatılmadı ki! Nereye gittiğimi, ne zaman döneceğimi, başıma nelerin geleceğini bilmeden nasıl tepki verebilirim! Bir eşya gibi davranılıyor bana, ben de bir eşya sessizliği içerisindeyim işte. İçi samanla doldurulmuş bir oyuncak ayı gibi. içi boş bir kabuk, gövde, o kadar! Sonra babamdan çok korkuyorum. Bana bir fiske vurmamış olması iyi mi kötü mü bilmiyorum. Keşke döven ama daha az korkutan bir baba olsaydı. O büyük öfkesi ve devasa riizgârıyta, ruhumu eziyor, iliklerinle kadar sarsıyor beni. Çok seviyor, ama çok da korkuyorum ondan. Kızdığında bize fırlattığı bakışlar, en keskin neşeden en keskin öfke hallerine aniden geçişiyle, iç evimin tüm duvarlarını, zincirli kapılarım yerle bir edip, yıkıyor dünyamı. Çocuk ruhumu yerle bir ediyor.
Sokaktan çıkıp caddeye dönene kadar arkamdan bakıyorum annemlere. Ezici bir üzüntü ve yalnızlık duygusu hatırlıyorum sadece. Çoğu çok geç tanır ayrılığın acısını.
Bense daha sekiz yaşında tanışıyorum bu yakıcı hisle.
Sevgili anneciğim, aslında sonsuza kadar ayrılıyoruz şu an senden. Ben bilsem, sen de bilsen, asla izin vermezdik buna, inan. Bu kadar zarar göreceğimizi bilseydik…
O çocuk, o korkmuş, o sindirilmiş halime bakmaz, yırtıcı bir vahşi hayvana dönüşür, ne babamdan korkardım, ne de dünyanın geri katan tüm canavarlarından, dönerdim kucağına. Bilmiyorum, bilmiyorsun başımıza gelecekleri. Kırılıyor anne, tüm masumiyetini yitiriyor ilişkimiz şu anda. Ben, belirsiz bir vakit sonra dönecek olsam dahi yanma, artık hiç birlenmeyecek ruhlarımız. Çok derin bir kırık bu, aramızdaki uçurum artık hiç kapanmayacak.
Sıcak, oldukça sıcak hâlâ. Ana caddeye çıkıyoruz. Çevreyi tanıyorum daha. Arkadaşlarla buralara kadar geliyoruz biz. Oldukça zengin sayılabilecek mahallemizde Türkler, Ermeniler, Yahudiler ve diğer milletlerden insanlar bir arada yaşıyor. Bizim apartman bunun küçük bir örneği adeta. Beş katlık apartmanda beş ayn milletten aile var.
Birbirimizden memnunuz. Böyle bir arada yaşamaktan memnunuz. Hepimiz bir aile gibiyiz. Bundan en çok da biz çocuklar hoşnuduz. Bir çocuğun en çok ihtiyacını hissettiği güvenlik duygusunu tamir ediyor bu bir aradalık. Küçük dünyamın üzerinde aniden kopan bu ayrılık kasırgası, beni sadece öz ailemden değil, büyük ailemden de koparmakla, acısını da katmer katmer arttırmış oluyor böylelikle.
Ana caddedeki sinemanın önünden kayarak geçiyoruz. Şişli Camisi’nin sağından Mecidiyeköy’e doğru yollanıyoruz. “Buradan başka hiçbir yerde yaşayamam ben” diyedüşünüyorum. İstanbul’un sakin caddelerini bir bir arkasında bırakıyor arabamız. Sağımızda Şişli otobüs garajı var şimdi. Yan yana dizilmiş bozuk troleybüsleri görüyorum. Boynuzlan inmiş, üzgünce duruyorlar öyle. Nihayet E-5’e çıkıyoruz. Buralan beni paniğe düşürecek kadar yabancı ve soğuk arak. Daha tanıdık olduğu için arabanın içine bakmayı tercih ediyorum. Arabamızı öyle çok seviyorum ki üzüntüm az da olsa dağılıyor. Kısa bir boşluktan sonra birden ayılıyorum, doğru ya, arabamızdan da ayrılıyorum ben…
Babam sessizliğimden işkillenmiş olacak ki beni avutmak için büyük gayret gösteriyor. Beni sık sık ziyaret edeceğinden, her ihtiyacımın karşılanacağından, gittiğim yatılı okulun çok güzel bir yer olduğundan bahsediyor. Ne bileyim, işte okul müdürü babamın arkadaşıymış da, bana özel muamele edilecekmiş de, bu okulda Ermenicenin yatımda birkaç yabancı dil daha öğrenecekmişim de, liseyi bitirdikten sonra da okulun anlaşmalı olduğu İngiltere’deki dünyaca ünlü üniversitelere girmeye hak kazanacakmışım, bunları anlatıyor bana. Sekiz yaşında evinden ayrılan bir çocuğa…Umurumda değil!!!
Anladınız mı? Umurumda değil…
Anne ve babamın aynı milletten, aynı dinden olmadığını biliyorum. Ama bunların ne anlama geldiğini henüz bilmiyorum. Bildiğim tek şey bunun birtakım sorunlara yol açtığı. Nasıl bir sorıınsa babamın akrabalarının büyük bir kısım bizimle görüşmüyor. Mahallede birlikte miske! oynadığımız bazı çocuklar, yenildiğimde değil, ama onları yendiğimde beni “Gâvur” diye kovalıyorlar bazen. Birselim olduğunu anlıyorum ama aradaki bağlantıyı kuramıyorum.