Onlar, bir rüyadan devlet çıkaran milletin, bir devleti rüya ile ayakta tutmaya çalışan anneleriydiler… Asırlarca yedi iklime, adaleti, barışı, insana saygıyı ve onuru, refahı ve dayanışmayı götüren, Osmanlıyı bir medeniyet mührü kılan ruh, onların tezgâhında dokundu. Çoğu kez tarihin solgun, eskimiş ve öne çıkarılmayan sayfalarında kaldılar, öne çıkanların ise kadınlık, eş ve annelik hisleri ya yadsındı ya da başka türlü yorumlandı… Güzelliklerinin ötesinde, pek çok meziyetlere sahip, cihana hükmeden devletli padişahlara eş olan, anne olan Sultanlar, Hasekiler kendi hikâyelerini anlatmak için geliyorlar Sibel Eraslanın yazı masasına bu defa. Osmanlı Devletinin kuruluş, yükseliş, duraklama ve çöküş dönemlerinden seçilmiş padişah eşlerinin, kızlarının gerçek hikâyeleri, yaşadıkları dönemlerin kayda değer olayları çerçevesinde dile geliyor.
***
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ / 7
HAYME ANA / 13
Kadın, Rüya ve Devlet MALHUN RABİA SULTAN / 21
İlk Göz Ağrısı NİLÜFER HATUN / 27
İki Kumalar ASPORÇA HATUN İLE THEODORA (MARİA) / 39
Rubaiden Devlete DEVLET ŞAH HATUN İLE HUNDİ KIZ / 47
Sekiz Cennet’in Sultanı HÜMA HATUN / 55
Kahire’nin Çiçeği ÇİÇEK SULTAN / 63
Batı’nın Güneşi Endülüs’ün Son Emiresi AİŞE SULTAN / 73
Merkez’deki Kadın HAFSA SULTAN / 99
Osmanlı Saltanatının Tek Boşanma Davası ŞAHİ SULTAN / 107
Sırtı Yüksek Şehzade Cihangir’in Anası HÜRREM SULTAN / 113
Dillere Destan Düğünüyle AYŞE SULTAN / 131
MAHPEYKER KÖSEM SULTAN VE GELİNİ HATİCE TURHAN SULTAN / 139
Dönemin Kadın Seyyahı LADY MARY MONTEGU’NUN GÜNLÜĞÜNDEN… / 147
MİHRİŞAH SULTAN’IN GARİPLER SOFRASI… / 153
Namı Cihana Değer BEZM-İ ÂLEM VALİDE SULTAN / 157
GÜLCEMAL SULTAN “Çaresiz dertlere düştüm… ” / 167
Beşik Alayındaki ADİLE SULTAN / 175
Pembeli Kadın NECİBE HANIM / 185
Son Padişah’ın Aşkı NEVZAD (NEJAD) HANIMEFENDİ / 193
DÜRRİŞEHVAR SULTAN “Bugün İstanbul’umda ölemiyorum…” / 203
PADİŞAHLARIN KADIN SULTANLARI VE SULTAN KIZLARI / 211
GİRİŞ
Avukat Jacques Verges’in biz genç avukatlara verdiği dersler arasında beni en çok etkileyenlerden biridir savunma sanatı… Usta hukukçu, savunmaya hazırlanan gençlere Orta İmparatorluk dönemindeki Mısırlı hiyeroglif ustalarının tavrını salık verirdi. Hukuk, edebiyat, heykel veya mimari olması fark etmez özünde sanat duruşu varsa.
“Bir erkeğin adımını, bir kadının endamını ve en az on bir kuşun kumda atacağı adımları bilmelidir” sanatçı.
Bu kitap, kuşkusuz bir savunma metni değil. Tarih dediğimiz o uzun kumsalda, varoluşun sanatla ilgisini kurabilmeyi prova eden biri olarak, erkekler, kadınlar ve kuşlar arasındaki politik ve geleneksel kırılmayı, elimden geldiğince anlamaya ve onarmaya çalıştım. Ne bir heykeltıraşım ne de hiyeroglif ustası. Lakin kadınların ve ‘en az on bir kuş’un olmadığı bir tarihin; aksak, eksik ve en önemlisi sanatsız kalacağının farkındayım en azından.
Henüz yazılmamış bir kitapla yazılmış olanı arasında herhangi bir fark yok benim nazarımda. Çünkü hepimiz defterlerimizi içimizde saklarız aslen ve vakti gelince kısmet, bazılarını dışarı çıkarır. Henüz kitaplaşmamış, içte saklı duran defterlerin halini, kısmetsizlikle itham ettiğim de sanılmasın. Sadece “var” ile “yok” arasındaki sarsıcı benzeşimi düşürmek istiyorum zihninize.
Uğraşısı kelimelerle olanlar, hayal ile gerçeğin arasında oldukça yoğun şekilde hatta gerilim halinde mekik dokumak zorunda kaldıkları için, hayale de en az gerçek kadar saygı duymayı öğreniyorlar bu süreçte. En azından tahayyül gücünün ve sezginin, gerçeği kavramamızda ciddi yöntemlerden biri olduğunu keşfediyor kelimecilerin pek çoğu. Bu elbette rastlantısal veya istatistiksel değil, daha çok hikmet diyebileceğim işin kaderi, sırrı ve haliyle ilgili bir mesele.
Tarihe, suçlamak için bakanlar onda aradıkları her şeyi fazlasıyla bulacaklardır, keza tarihe moral yükseltmek ve nostaljik merakla yaklaşanların da aradıklarını fazlasıyla bulacakları açık.
Tarihin çoğu kez gri, loş odalarında kalmış, tavan arasında, merdiven altında, bodrumda, çekmecelerde ya da kilitli sandıklarda unutulmuş kadın hikâyelerinin peşine düşerken, aslında kendi yüzümün peşi sıra koştuğumu çok sonraları fark edebildim. Tarih, kuşkusuz salt kronolojiden ve müzecilikten ibaret değil. Haddizatında söylencesi ve hikâyesi olmayan, tek başına tarih olamaz. Ne var ki bu “söylemek” ve “yazmak” hakkı, keyfi bir öç ya da rövanş alışa da dönüşmemeli. Bunun elbette farkındayım. Özellikle Osmanlı tarihi üzerinden oldukça popüler şekilde süren yağmacılığa da en az, tarihi salt doğrusal bir çizgide ilerlemiş kronolojiye indirgeyen eril bakış kadar uzaktayım.
Son dönemde revaçta olan yerli oryantalist bakış, bizi Osmanlı tarihine yakınlaştıracağı yerde, inşa ettiği merkezkaç kuvvet eşliğinde yeni bir mesafenin oluşmasına sebep oluyor. Oluşan bu mesafeden en fazla yaralanansa yine kadın kimliği. Fitne ve fesat sebebi, şer yönetimlerin kaynağı, adaletsizliklerin merkezi, dişiliğiyle devlet ve siyaset işlerine karışan şu meşhur kimlik… “Cariye, odalık, Türk lokumu” gibi indirgemeci ezber üzerinden bizlere dayatılan resim galerisi. Tüm bunlar asap bozucu olmanın yanı sıra, bugüne ve şimdiye dair varoluş performansımızı da emip yok etmeye azmediyor.
Oysa haklarında nice haksız yorumlar yaparak kalem oynattığımız Sultan kadınların inşa ve ihya ettirdiği bir şehir topografyasında yaşıyoruz. Halen binlerce hastaya hizmet veren Haseki Hastanesi’nin banisinin, Hürrem Sultan olduğunu kaçımız biliyoruz? Ya da Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın asırlardır hastane, lise ve üniversite olarak hizmet veren vakfiyesinden kaçımız haberdarız? Mihrişah Sultan’ın Eyüp’te inşa ettirdiği ve yüzyıllardır gurebaya aş dağıtan aşevi, imaret vazifesini günümüzde dahi ifa ediyor.
Siyasi tarihlerin yanı sıra sivil tarihlerin yazılması gerektiği aşikar. Bosna’dan Yemen’e, Hicaz’dan Kudüs’e, Amasya’dan Diyarbakır’a, Balkanlardan Pakistan’a kadar Osmanlı hinterlandındaki coğrafyanın “vakıf” atlası çıkartıldığında, hem sivil hem de kadınlara dair tarihi performans günışığına kavuşacaktır.
Elinizdeki kitap, bir savunma metni değil.
Zaten tarih de içi eski fotoğraflarla dolu, can sıkıcı bavuluyla gezinen ihtiyar bir adam değil… Bana sorarsanız o, büyük bir ailede herkes yattıktan sonra odalarda huzurla dolanan ılık bir hava… Yapabileceği, bir günü daha geride bırakmış insanoğlunun saatlerini sabaha kurmaktan fazla bir şey değil… Tıpkı bir kum saatinin ters çevrildikten sonra diğer tarafa akan kumlarının salınımları ya da biz uyurken bile mesaisine devam eden akıllı bir yelkovan veya maun konsolun üzerinden çevreye baygın baygın bakan pirinç şamdanların kollarındaki toz gibi. Tarih de geceyi gündüze bağlayan usta bir örgücüdür çoğu kez…
Örgüsü, kendisine soru soran tüm çocuklara aynı cevapları taşımaz. Böyle davranması bir bakıma iyidir de. Yani çok konuşkan biri değildir tarih… Eğer bu kitabın konusu matematik olsaydı, tüm cevapları cebinde taşıyan bilgiç bir öğretmen edasıyla yazdırabilirdi kendisini… Ama tarih, geçip giden hayatın aslında ta kendisi olarak böyle davranmaz bizlere… Zannedildiğinin aksine, üç boyutlu da değildir tarih. Onun ebadı zamandan ibaret ve zaman salınımları, burgaçları, gidiş dönüşleri olan acayip ve içinden çıkılmaz bir yol. Geçmişi, geleceği, yakını ve uzağı var. En önemlisi, ancak siz onu düşünürken var olan haliyle, kısacık bir anda devranlar ve haller çeviren akıl almaz bir yapı. Her an yeniden yapılan, fark edilen, duyumsanan, örülen halleriyle tarih ve zaman, zihin dünyamızı andırıyor daha çok.
Ve Kalem.
Yazgının ağırlığı, yaratıldığı ilk günden bu yana Kalem’in belini bükmüştür… Tarih biraz eğriliğe yatkın ise sebebi Kalem’in hallerinden…
Tarihin eğik boynunu ve suskunluğunu seviyorum… Buyurgan bir efendiden çok, görmüş geçirmiş derbederliği ile yanına derhal bir sandalye çekip konuşmanızı bekleyen halini… Siz sordukça yavaş yavaş açıyor kendini, çoğu kez susuyor ya da unutmuş gibi davranıyor ve sanki sizin devam etmenizi isteyen bu haliyle yarım bırakılmış bir rapsodiyi veya sonu anlatılmamış bir masalı andırıyor… Herkes kendi altınını, nasibi kadarıyla çıkaracaktır bu nehirden… Tarihin bir ucu, bu yüzden biraz hikâyedir; hayatımızın hikâyesi…
Kadın Sultanlar, susma aralıkları tarafımdan ince tellerle bağlanmış hikâyelerden oluşuyor… Yemin etsem başımın asla ağrımayacağı kadar sadık kaldım tarihin bana kısık sesle anlattıklarına.
Fakat tarihin kâh korkup da sustuğu, kâh önemsemeyip atladığı veya başka sebeplerle geçiştirdiği kısımlar da oldu ki onun sessiz kaldığı bu odalarda, Kadın Sultanlarla baş başa idim… Bana iyi davrandılar, peşinen söyleyeyim…
Sağ işaret parmaklarında taşıdıkları Saltanat Mühründen çok, gözlerindeki sürmenin hesabını vermeye o kadar çok alışmışlardı ki… Oba’dan Saray’a yürüyen devletli talihleri, onları asırlar sonra gemilerle gelip ayak basacakları diyar arayan bir yurtsuza dönüştürdüğünde bile anlatacak çok şeyleri vardı…
Kutlu Osmanoğlu rüyasının başını tutuyordu, Osman Gazi’nin babaannesi Hayme Hatun. Son Padişahın haciz konmuş tabutuyla baş başa kaldığı ıssız odada günlerce ağlayan vatansız Nevzad Hanımefendi ise bambaşka bir kâbus kıyısında… Prenses Mevhibe Celalettin’e, Anadolu turnelerine çıkan ikinci sınıf bir tiyatro grubunda sahne sırasını beklerken rastladık. Ya makyaj takımının içine ya da dibi hiç görülmeyen kadehlerin ardına sığınırken bulduk onu… Kitap henüz tamamlanmamıştı ki, Son Halife’nin kızı Dürrişehvar Sultan da ayrıldı aramızdan. İstanbul’a hasret gitti, namazını kılacak birkaç kişi zorla bulundu gurbet ellerde…
Ve suskunluk, hatırasızlık! En çok buydu bizi çarpan, hikâyeleri kaleme alırken… Tarihi şimdiye kadar erkek kumandanlar, krallar ve azizler üzerinden yazanların da elbette payı vardır kadınların bu suskunluklarında…
Elinizdeki kitap, bir çeşit hatıra defteri. Tarihi can sıkıcı bir ihtiyar olarak görmediğimizden olsa gerek hikâye etme yolunu tercih ettik… Çünkü, tarihin nefesidir hikâye!
Kıyamet günü Son Meleğin son nefesine kadar devam edecek soluklarımızdır tarihi yazan… Hesap Günü terazi kefelerinde tartılacak da yine hikâyelerimiz…
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman GazPnîn babaannesi^ Ertuğrul Gazî5nîn annesi^ Kayı Bo^yu Beyî Gündüz Aİp5ın eşi.
HAYME ANA
Ağaç Kokusu.
Bir kokunun peşindeydi uzun zamandır Hünkâr.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i Arabi’ye ait Füsus-ul Hikem’in hatminde, ne vakit sıra Peygamber-i Zişan Efendimiz Hz. Muhammed’le (sav) ilgili fassa gelse büyük bir düşünce kaplardı Hünkâr’ın zihnini.
Osmanlı Hükümdarı Abdülhamid-i Sani, her Füsus Hatmi’nde aynı ağır yükün altına girerdi kendi vicdan mahkemesinde. “Kadınlardan hilkatin kokusu tüter” demekteydi bu fassında Şeyh-ül Ekber.
Hilkatin kokusu, yani yaradılışın sırrı ve sanatı.
Dünyada hangi çocuk, bu cümleyi işitir de büyükannesini merak etmez ki. Ya da kim bu cümleyi işitir de aynı anda çocukluğuna gitmez ki.
Çoktan beri Hünkâr’ın zihnini meşgul eden bir meseleydi, büyük ninesi Hayme Hatun.
Memalik-i Osmaniye’nin Sultanı, Abdülhamid-i Sani için kıymetli bir vasiyet gibiydi büyük ninesi. Kendisi, büyük çınarın dallanıp budaklandığı, boy attığı gümrah yaprakların tacını taşırken, onu bu kutlu ağaca oğul kılmış büyük ninesi, hanedan ağacının kökü o büyük kadın. Hayme Hatun. Ve ondan tüten yaradılış sırrının kokusu.
Bu kokunun peşindeydi Hünkâr.
Horasan’dan yola çıkan Kayı Boyu’nun uzun bir devr-i âlemle, önce Ahlat, ardından Haleb-i Şerif’e uzanan, gündüzlerin geceleri, yazların kışları kovaladığı ve Kayı Boyu’nun ancak en azimli ve sabırlı yürüyüşçülerinin ayakta kalabildiği o zorlu yolculukta, “Kayı’nın sırat köprüsünden geçtiği gün” denilen zamanda, işte tüm o masallardan ve tarihlerden geçerek mayalanmış yazgının içinde esen bir hayat rüzgârıydı Hayme Hatun.
Kayı Boyu Reisi Gündüzalp’ın yanında kendilerini takip eden oymaklara öncülük eden sabırlı bir yol göstericiydi Hayme Hatun.
Ta ki.
Ta ki Fırat’ı geçip Anadolu yaylasına intikal edeler, Sultan Key-kubat tarafından Kayılara ikta edilmiş Engürü’nün Karacadağ yaylasına varalar.
Lakin, ne mümkün!
Hz. Azrail (as) yollarını kesmiş, Gündüzalp’ın hayat defterini dürüp son nefesinin mührünü, Fırat nehrinin üzerinde vurmuş da geçmiş. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!
Evlad-ı Resul’e Kerbela günü, mücrimlerce yasaklanmış aynı Fırat, bu sefer de güzeller güzeli, yiğitler yiğidi Kayı Beyi Gündüzalp’a mezar olmuş. Sendeleyen atının terkisinden, iştahlı nehrin burgaçlarının arasına düşüveren bahadır, bedenini çepeçevre saran zırhına “kefenimdir” diyip sarılmış, kelime-i şahadetiyle Nehr-i Fırat’tan ahirete bil-kaderiallah, intikal edi-vermişti.
Uzun yolun yorgunluğu, çekilen meşakkatler ve istikbale dair belirsizlik çepeçevre sarmıştı Boyun etrafını. Her şeyden evvel yurt kurma gailesi içindeki Kayı Boyunun aksakallı bilgeleri bu ani ve feci ölüm karşısında derhal icap edeni yapıp defin ve ihtiram âdetlerini yerine getirmişlerdi. Ardından da Hayme Hatun’u ortalarına alıp vaaz ü nasihat ile ağlayıp da saçını başını yolmayı derhal terk ederek, behemehal kılınç tutup at binmesini öğütlemişlerdi. Yolcu yolunda gerekti. Ağlamak, ağlamayı çağırır, dostu acıtır, düşmanı güldürürdü. Haritaları, iklimleri ve dahi koskoca bir kıtayı geride bırakıp çıktıkları, uğruna nice gömlek yırtıp, nice ciğerlerin göz göz delindiği bu kavim göçünde, ne geri dönüşe ne dağılmaya ne de kuzguna yem olmaya zinhar mahal yok amma ve lakin vebal vardı. Nitekim dedikleri gibi oldu.
Ak saçlı kocakarılar, yiğidinin ardından ağlayan taze gelini susturup başına kara yas çarını vurdular, Fırat’tan çıkarttıkları Baba Gündüzalp’ın ucu çift dilli Zülfikarını Fetih Suresi’ni okuya okuya ol tazenin ellerine tutuşturdular.
İlkin ince bilekleri zebella gibi ağır kılıncı taşımaktan incinirce-sine titrediyse de bi-iznillah ve keremallah, Esma-i Hüsna’nın da istimdadıyla, Âli Resul’ün ve Ehli Beyt’inin de himmet ve şefaatiyle, Hayme Hatun’un avuçlarına pek bir yaraştı kılınç. “Maşallah” diye temenna edip cesaret vermek için ayağa kalktı cümle taziyeciler. Gündüzalp’ın kırk ince belli eren kızla gezen gonca tenli hatunundan, eli kılıç tutan, oymaklarını dört yele karşı, dört binler kere hiç savrulmadan dimdik tutan bir dişi cengaver peyda oluverdiğine, onlar dahi şaşıp kaldılar.
“Ne durursunuz a? Yürüsenize Eyyühel Kayı!” diye ünlediğinde, sesinin kayalıklara çarptığı yerden yalduz yalduz ateşler çıkar, rüzgârın kor haline getirdiği ateş, Kayı’nın cümlesini toparlardı. Toprak onlara sırt verip yol açar, su hayırlı bir evlat gibi her nereye konsalar, derhal ellerinden öpüp kuyulardan taşar, peşleri sıra yol alırdı.
“Bismillah” dedi mi Hayme Hatun, ne aç kalırlardı ne de açık.
Anasır-ı Erbaa, hayat veren dört unsur: toprak, hava, su ve ateş. Dördü de bu anaç süvarinin yardımcısı gibi çalışırdı, tebarekallah.
Hayme Hatun, nice meşakkatle taşıyıvermişti boyunu, Karacadağ’a.
Lakin kavim göçüdür, ne kavgası eksik olur ne nizası, belası, hatta kazası. Atlattıkları birçok maceradan sonra Hayme Hatun öncülüğünde yürüyen Kayılar, sahil-i selametlerini, ancak Domaniç ve Söğüt’e yaslanarak buldular.
Hayme Hatun’un dört sürmeli kartalı, dört alnı gümüşlü kühey-lanı, dört yiğitler yiğidi oğulcuğu vardı ki dördü de gazi, dördü de alperen: Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar. Horasan’dan çıkıp da önce Domaniç, ardından Söğüt’te hayat bulacak ulu çınarın kökleri gibiydiler, maşallah.
Dile kolay, yedi bin kulaç mesafeyi bin kez yürüyüp de gelmişlerdi Anadolu’ya.
Yazgı mühürlerinin Domaniç’e vurulmasından bellidir, Maveraünnehirden gelseler de elan konakladıkları bu topraktandır özleri. Derler ki Ademoğlunun vücudu vakti zamanında hangi topraktan karılmışsa, cihanı dolaşıp da gelip varacağı, ikamet eyleyip de son nefesini vereceği yer de aynı zemine isabet edermiş.
“Allah Allah” der, “La havle” çekerdi Hayme Hatun yaşlılık günlerinin tefekkür vakitlerinde.
“Sabırlı sabırsız nice nehirden geçip kahırlı kahırsız nice dağı aşıp da konduğumuz şu yurdun toprağından halk etmiş zahir bizi Yüce Mevlam” derdi.
Günler günleri, aylar yılları kovalamış, onunla birlikte saçını ağartıp belini bükmüş kırk ince belli kız yoldaşı, bir nicedir “Kırk Bacılar” diye ünlenir olmuştu. Kırk Bacılar da cevap verirlerdi Hayme Ana’ya yorgun bedenleriyle, “Belî hatunumuz, Belî. Bizi bu topraktan karmış Yüce Mevlamız”.
Konak vaktinin sonlarıydı. Kışlağa çıktığı Domaniç’in Çarşamba Tepesi’nde gözlerini yumdu hayata Hayme Ana. Onun tuttuğu kılıncı, bundan kelli, önce oğlu Ertuğrul, ardından torunu Osman Gazi tutacaktı. Osman Gazi’nin göğsünden inşirah edip peyda olacak o kutlu ağacın dalları ve yaprakları hep Hayme Ana kokacaktı.
Hayme Ana.
Ağaç kokusu.
Anne ağaç.
Hilkatin buğusu.
Yaradılışın sırrı.
Çınar kokusu.
Şeyh-ül Ekber’in Hint ülkesinden gelen el yazması Hikem’inin son hatminin ardından, ehli keşşaf çıkarmaya karar verdi yüce Hünkâr Abdülhamid-i Sani. Büyük ninesini, yani kutlu ağacın köklerindeki anaç ruhu tazim ve vasiyet-i devleti ikame etmek için. Ehli keşşafı Domaniç yaylasına yollayacaktı. Biraz yazılı tarihin, biraz da irfani keşif ve vehbi kerametin yardımı ile çizilecek yol haritası eşliğinde, büyük ninesinin kabr-i şerifini türbeleştirmek ve vasiyetini kaim eylemekti niyeti.
Hünkâr’ın atadığı keşşaf, dört saygıdeğer bilgeden müteşekkil idi. Keşşafın, yolu izi silinip unutkanlık yelinin üstünü örttüğü bu eski höyüğü bulup çıkarması, ardından ihyası elbette kolay ilim değildi.
Lakin Domaniç’e vardıklarında, danıştıkları yöre halkı onları, Karakeçeli Yörüklerine yönlendirmişti. Keşşaf, biraz zahmetle de olsa kışlak yollarında bekledikleri Karakeçeli Yörüklerine on beşinci günün sonunda rastlamışlardı. Karakeçelilerce baş tacı edilmişler, yere yamağa konulamamışlardı. “Meğer ki Hayme Hatun’un peşindeler. Meğer ki Hünkâr Hazretleri, büyük validelerini merak ider imiş. Meğer ki Hanedanı Osman, Kayıların töresiyle hâlâ hıfzeder, ihtiram idermiş.” Maşallah temennası çekip Keşşafı derhal Baba Dervişlerinin huzuruna çıkarmışlar. Hünkâr hazretlerinin kendilerine bahşedip yolladığı kıymetli hediyeleri huzura serip diz kırarak sohbet nizamınca halkaya icabet etmişler.
Baba Derviş, Keşşafın dört olduğunu görünce, ziyadesiyle memnun olmuş, bunun sahih bir işaret olduğundan bahisle, sohbetine başlamıştı.
“Hak Sübhanehu Teala, Adem Aleyhisselamı dört dürlü nesneden yarattu ve hem Ademoğlunu da dört güruh kıldu kim, bu dördünün de ayrı ibadetleri, ayrı arzuları, ayrı halleri vardur. Ademoğlu dört unsurdan karılmıştur; evvel yelden, sonra ataştan, sonra sudan, sonra da topraktan ki Ademoğlunun halları da bu dört haldan neşet ede.
Birinci bölük, abidlerdir ki, özleri rüzigardan, yeldendir. Temiz ve kavidir bu güruh, ehli şeriattandır. Yel esmese tohum düşmez cevhere, hem temiz ile murdarı, iş bu şeriat rüzigarıdır furkan ettiren. Namaz kılarlar, oruç tutarlar, zekât verirler, savaştan ve cihattan korkmaz çekinmezler. Tertemiz bir güruhtur rüzgâr ehli olanlar. Dünyayı terk idüp ahirete varmaktur arzuları. La-kin aralarında çoktur, birbirini çekemeyenleri, nefret, cimrilik, kendini ulu görmek ve kibir gibi hastalıklara çoktur düşenleri.
İkinci bölük, zahidlerdir ki, özleri oddan, ataştandır. İşleri tarikattır ki, köz gibi yansalar gerektir. Her kim ki bu dünyada kendini yaksa, ahirette ferahtadır. İçleri yandıkça gözleri ağlar, ağlar da kendinden geçer bu âşıkların. Nereden gelip nereye gittiklerin bilmezler. Zahidlerin ibadeti zikirdir. Lakin kapı önlerinde ağlaşmaktandır belî, kapıdan içerü geçebülenleri pek azdır.
Üçüncü bölük kimseler ariflerdir ki bunların özi sudan gelir. İşleri marifettir. Hem temizdirler hem de temizleyen, tıpkı akarsu misali. Lakin sözlerinin vardır üç tane ön ciheti ve vardır sadece bir tane art ciheti. Dinlesen ne dediklerini tam işitemezsin, mahcup ederler seni. Hangi kaba girseler, o kab su gibi temiz olur. Şeriat güruhu, elbisesini ve ellerini yuğarsa temiz bilir kendini, lakin marifet ehli için elbiseyi giyen ve yuğan el de temiz olmaludur ki insanın içiyle uğraşır bir topluluktur kendilerü. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları. Ariflerin ibadeti tefekkürdür. Her haliyle Allah’a razı geldiklerinden, hallerine bakmaz, neşe içindedirler de seni şaşurturlar.
Dördüncü bölük, muhiblerdir ki, asılları topraktur, turabtur. Muhibler, boyun eğen ve razı gelen bir topluluktur. Muhiblere sual ederler: ‘Asıl kimdir, ata mıdır, yoksa ana mıdır’ deyu. Muhibban cevap eyler: ‘Çok kimesne derler kü; ana asıldır ata köktür. Lakin bizim katımızda ata asıldır, ana kökdür. Çünkü asıl tohumdur. Yere ekilince kök olur.’
Buraya Hayme Anamızı sormaya mı geldiniz, yani kökünüzden haberler işitmeye geldiniz, temiz tohum, temiz kök üzeresiniz.
Ağacınız ağacımızdır, selam olsun, kökünün üzerinde daim bulsun.
Keşşaf Efendiler merak ederse, biz Muhibbanız, Muhib Dervişlerdeniz. Muhibbin ibadeti duadır, seyirdir, müşahededir. Arzuları Allah’ı bulmak, kendilerünü O’nda kayıp itmek, O’nun ilen hem dem bir olup tevhid bulmaktur. ‘Nefsin bilen, Rabbin bilür’ sözünün sırrına ermektür. Allah erenlerden eylesün.”
Derviş Baba’nın sohbet halkasında onu can kulağıyla dinleyen Yörükler, bir ağızdan “Ya Rabbena, Ya Allah” deyince, ehli Keşşaf, sohbet hitamına geldiklerini anlamışlardı.
Ertesi günlerde Karakeçezade Derviş Baba’nın marifeti ve duasıyla, Hayme Ana’nın kabri şerifi keşfedildi. Höyüğü bulunup tezyin edildi, türbesi çatılıp imarı ve vakfiyesi nizam edildi. Yüce Hünkâr Abdülhamid-i Sani, dönüşlerinde kaşiflerine hediyeler sundu.
Şeyh-ül Ekber’in bu defa Mağribden hediye edilmiş ceylan derisi ve altın kaplama el yazması Hikem nüshasında, Muhammed (sav) Fassını gönül rahatlığıyla okuyacak, dinleyecekti artık Hünkâr.
“Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” diyen Peygamber-i Zişan’ın (Allahın selam ve salatı her daim onun ve ailesinin, evladının üzerine olsun) bir vasiyetiydi adeta büyük ninesi.
Hayme Ana’dan Kayı Boyu’nun ve Osmanoğulları’nın hilkat kokusu yükseliyordu.
Bu kadın, kutlu ağacın kökü, kokusuydu besbelli.
“Belî.” dedi Hünkâr.
“Belî.”
Kadın, Rüya ve Devlet MALHUN RABİA SULTAN
“Rüya devlettir”derdi, beni büyüten Rumeli kadınları…
Asla üşenmezlerdi biz çocukların gördüğü düşleri dinlemekten ve hiçbir zaman kötüye yormazlardı anlattıklarımızı. “Rüya görmeyen devlet bulamaz”derlerdi hep… “Devlet kuşu”nun kanatlarından düşen bir tüydü onların nazarında gördüklerimiz. Belli etmeseler de çok yorgundular aslında. Göç kösünün hicranlı nağmeleri arasında bir serhadden bir ricate savrulan bu muhacir kadınlar, elbette güçlü olmalıydılar, olmak zorundaydılar… Belki de sırf bir rüyanın hatırıdır onları ayakta azimle tutan…
Onlar, bir rüyadan devlet çıkaran milletin, bir devleti rüya ile ayakta tutmaya çalışan anneleri gibiydiler…
Annelerimizin sabrında, varoluşun sırrı gizlidir. Ölüm sonrası hayata salınırken de belki bu yüzden, bir şeycikler taşıyamayız da ötelere, bir anamızın adıyladır künyemiz…
Devletleşme serüvenimizin odak noktasında duran ve hepimizin annesi olan bir kadından bahis açmak istiyorum: Malhun Hatun’dan…
Şeyh Edebali’nin kızı;
Osman Gazi’nin eşi;
Orhan Gazi’nin anası.
Evlattır, eştir, anadır, arkadaştır, yoldaştır, kadındır ama hepsinden önce görülmüş bir rüya, bir devlettir Malhun Hatun…
Tarihçi Solakzade, Şeyh Edebali kızı Malhun Hatunun bir diğer isminin de Rabia olduğunu zikreder. Malhun Rabia Sultan, hem ismi hem cismiyle hem isminin ima ettiği büyük rüya hem de cisminin işaret ettiği kutlu Osman Gazi soyuyla, “Devlet nasıl olunur?” sorusunun da anahtarı gibidir. Asıldır, temeldir, mayadır. Yüzü geleceğe dönük, kutlu kök hücredir…
“Bir kadın dört şey için nikâh edilir” der, Hz. Peygamber(sav) “soyu, dini, mülkü ve güzelliği için…” Ardından da nasihatini, “sen dindar olanı tercih et” diye tamamlar…
Malhun Hatun’un nikâhından murat neydi tam olarak bilemiyoruz ama soyca soylu idi… Moğol istilasına karşı Anadolu’yu çelik zırh gibi koruyacak Şeyh Nasiruddin Mahmud (Ahi Evran), Baba İlyas, Hacı Bektaş, Mevlana Rumi gibi büyük üstat ve dervişlerin yolundan giden bir fedaiydi babası Şeyh Edebali… Alperendi, mücahitti.
İbni Battuta’nın seyahatnamesinde, Ahi Evran yolunun sadece zikir halkasından ibaret bir tarikat olmadığını okuruz. Sanat ve ticaret ahlakını, toplumsal dayanışmayı, eğitim ve öğretimi de içine alan bir hayata bakış açışıydı ahilik… Ahilikten, devleti kendi içinden örüp örgütleyen, devlete beden olan bir toplumsallaşma olarak bahseder Battuta…
İşte Malhun Hatun’un babası Şeyh Edebali, bir taraftan İslami bilinç ve tebliğ işiyle yani manevi eğitimle uğraşan, diğer taraftan da Anadolu coğrafyasının İslamlaşmasını toplumsal ve askeri planda destekleyip organize eden mühim bir güçtü…
Tarihçi Âşıkpaşazade, Ahiliği Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında bir temel olarak görür. Eskişehir’de mukim Şeyh Edebali ve dergâhı, Osmanlı’yı devlet yapan, alperenlik ve gazi ruhunun dinamolarından biridir… İslami ilimlerini, Şam Medreselerinde ikmal etmiş, daha sonra ‘i’lay-ı kelimetullah’ için Diyar-ı Rum’a yönelmiş, hali vakti yerinde, yardımsever ve zengin gönüllü bir dervişti Şeyh Efendi…
Dolayısıyla Malhun Hatun, hem soyca temiz ve asil bir silsilenin sulbünden geliyordu hem de malını mülkünü yoksul ve muhtaçlara infakla bereketlendiren helal bir zenginlik içinde.
Dini tahsilini babasının dizinde ikmal etmiş, aile ve dergâh kadınlarının arasında Bacıyan-ı Rum bilinciyle yetişmişti Malhun. Bacıyan-ı Rum, Ahiliğin bir nevi kadın teşkilatı, sanat mektebiydi. Battuta, Anadolu bacılarının sadece edilgen ve mahcup bir tarikat terbiyesiyle yetinmeyip müntesibi olan hanımlara el sanatları ve ticareti de öğrettiğini yazıyor. Seyyah, o dönemlerde gezdiği diyarlar içinde kendine güvenen, bilgi ve tecrübesine inanan, iffetini korumakta kimseden medet ummayan ve gerektiğinde düşmanla cedelleşmekten asla çekinmeyen bu hanımları, diğerlerinden ayırır ve övgüyle anlatır. Malhun Hatun’un içinde büyüyerek bir devlet rüyasını mayaladığı zemin işte budur… At binen, kılıç tutan, göç dürüp seren, gittiği her yamacı yurda çevirmesini bilen analardır bunlar… Anadolu, analar ile doludur ve Malhun onların baş kadınıdır…
Tarihçi Hammer’in “Elbette çok güzeldi” başlığıyla açtığı paragraflara bakınca, hakkında kılıçların karar kıldığı bir Türkmen güzeli de çıkar karşımıza. Değme beyler, gaziler, Malhun Hatun’u eş olarak almaya taliptir; hatta birbirleriyle yarışıp vuruşanlar vardır… Ama onun kısmeti, Osman Gazi’ye bir rüya ile sözünün kesilmesinde karar tutar…
Bundan sonrası, Solakzade tarafından şu şekilde nakledilir:
Osman Han, merhum babasının yoluna devam ederek, Anadolu’daki kumandanlar arasında ve gaza meydanında kendini gösterdi. Âlimlere ve şeyhlere çok fazla itikadı vardı. O zamanın yüce makam sahibi, hal bilen şeyhi, Şeyh Edebalınin hizmetine devam ederek onun dua ve hürmetini rica ve istida ederdi. Bir gece âdeti olduğu üzere, Cenab-ı Allah’a münacatta bulunup hacet dilerken, kendileri uykuya daldılar. Rüya âleminde, Şeyh Edebalinin koynundan bir ayın doğup, gelip kendi koynuna girdiğini gördüler. Bu ay kendisinin göbeğinden nihayeti olmayan bir ağaç şeklinde biterek, dalı ve budağı ile bütün dünyayı kuşatır…
Osman Gazi, bu güzel rüyadan uyanınca sabah namazını eda edip Şeyh hazretlerinin huzuruna varır. Gördüğü rüyayı ayrıntısıyla kendisine anlatır ve Şeyh’in bu rüyayı tabir etmesini diler. Şeyh Edebali önce kendi iç âlemine yöneldikten sonra, başını kaldırıp Osman Gazi’ye; “Ey yiğit, müjdeler olsun! Sana ve senin nesline padişahlık verildi. Rüyanda gördüğün o ay, koynumdan çıkıp senin koynuna girdi. Sen benim kızımı alıp bana damat olacaksın. Bu evlilikten çocukların ve soyun olacak. Kıyamete kadar yedi iklimde hüküm sürecekler” dedi.
Rüyalar, vahiy perdelerinden bir derecedir ve onların ilahi bir anlamı vardır. Kuran’da, rüya meselesinin hak bir mevzu olarak, bir ilim konusu olduğunun anlatıldığı Yusuf Suresi’ne “ahsen’ül kassas” (kıssaların en güzeli) unvanını veren de bizzat Rabbimizdir. Nitekim Yusuf Peygamber de rüyasında kendini bir güneş ve kardeşlerini de kendine secde eden birer yıldız olarak görmüş, babası Yakup Peygamber tarafından bu rüya ‘risalet’ şeklinde tabir edilmiştir… Yusuf’a risalet tevdi eden güneş rumuzu, Osman Gazi’ye devlet olma şifresini Malhun Hatun üzerinden hediye etmiştir…
Malhun, sadece Osman Gazi’ye hediye edilmiş bir dolunay değildir. Bu rüya cihanşümul bir devletin mayası olmuştur. Malhun; annedir, öncüdür, kurucudur… Orhan Gazi gibi bir akıncının anasıdır. Gelini Bizans Prensesi Holofira’yı, Nilüfer Hatun’a dönüştürecek açılımcı şahdamar da kendisidir… Asırlarca yedi iklime, adaleti, barışı, insana saygıyı ve onuru, refahı ve dayanışmayı götüren, Osmanlı’yı bir medeniyet mührü kılan ruh, Malhun Hatun’un tezgâhında dokunmuştur. Osmanlı’nın zuhurundaki bu dişil ve anaç karakter, tarih içindeki devamlılığımız ve geleceğimiz adına da bir bahttır. Gaziler ve şehitlerden kurulu obasında beşik sallayan bilekleriyle, aslında dünyayı sallayan bir Türkmen gelinidir o…
“Rüyası olmayanın devleti de olmaz” diye boşuna dememiş büyüklerimiz…
Yarhîsar7el-.furu5nun kızı. Orhan GazPnîn eşî ve Murad Hüdavendîgar5ın annesidir. Müslüman olmadan önceki adı Hologramdır.
İlk Göz Ağrısı NİLÜFER HATUN
Seyyah İbn Battuta, İznik seyahati sırasında, büyük bir iltimasa mazhar olarak, Nilüfer Sultan’la sohbet etme imkânına kavuşmuştu…
Nilüfer: Suyun çiçeği…
Yapraklarını ancak duru bir suyun üstünde açan bu garip çiçeğe hayretle bakıyordu Battuta. Niçin toprakta değil de suda? Battuta, uzun yolculuğu boyunca birbirinden farklı nice memleketten geçmişti de “Türk Yurdu”na öyle varmıştı… Tanca’dan Cidde’ye, oradan Filistin’in kutlu toprakları Gazze’ye ve Gazze üzerinden de Lazkiye Limanı’ndan bindiği bir korkora ile Akdeniz’e açılmışlardı. İlk durakları Alanya idi…
Battuta Anadolu topraklarına adımını atar atmaz memnuniyetini dile getirir:
“Rum diyarı olarak bilinen bu ülke, dünyanın belki en güzel memleketi! Allah Teala, güzellikleri öbür ülkelere ayrı ayrı dağıtırken, burada ise hepsini bir araya toplamış! Dünyanın en..