Benzeri görülmemiş bir şekilde, Steve Hamilton’ın Kanlı Kumpas‘ı, bu alanda en saygın iki ödül olan Edgar ve Shamus En İyi İlk Roman Ödüllerini kazanarak inanılmaz bir başarı elde etmiştir. Şimdi kitabın kapağını açın ve yazarın, kendinden önceki romanların yapamadığını nasıl gerçekleştirdiğini görün…
Kalbinin hemen yanında bulunan kurşunun dışında, eski polis memuru Alex McKnight, arkadaşının ölümü ve kendi ölümcül yarasıyla ilgili kâbusları geride bırakmak ister, işlediği suçlardan mahkûm edilen Maximilian Rose yıllardır eyalet hapishanesindedir. Ama McKnight’ın emekliye ayrıldıktan sonra bir kulübede yaşamaya başladığı yer olan Michigan eyaletindeki Paradise şehrinde, Rose’un özelliklerine sahip bir katil ortaya çıkar. Rose hapishanede olduğundan, McKnight başka kimin geçmişteki gizli sırları bildiğini anlayamaz.
Bu kanlı kumpasın ardında yatan buz tutmuş gerçekleri ortaya çıkarmaksa hiç kolay olmayacaktır.
“İyi kurgulanmış, heyecanlı bir kitap.”
Detroit Free Press
‘Kasım rüzgârı kadar soğuk! Polisiye roman ve heyecan tutkunları için kaçırılmaması gereken bir roman.”
Charles Todd
“Hamilton bu etkileyici hikâyede keskin, akıcı bir anlatımla renkli karakterleri harika bir uyumla birleştirmiş.”
Publishers Weekly
BİRİNCİ BÖLÜM
Göğsümde bir kurşunla yaşamaktayım, kalbimin bir santim uzağında. Onu artık düşünmüyorum. Şu an benim bir parçam olmuş durumda. Ama her gün, her gece o kurşunu hatırlıyorum. İçimdeki ağırlığını, metalik sertliğini hissedebiliyorum. Ve tam on dört yıldır içimi ısıtıyor olmasına rağmen hava yeterince kararıp rüzgâr şiddetle estiğinde, o kurşun kendini gece kadar soğuk hissettiriyor.
Cadılar Bayramı, bana sürekli görevdeki günlerimi hatırlatmakta. Cadılar Bayramı’nda, Detroit’te polis olmak başka hiçbir şeye benzemez. Çocuklar kostümlerini giyerek kapı kapı dolaşıp şekerle para toplayacaklarına evleri yakariar. Ertesi gün kırk elli civarında ev, üstünde kara dumanlar tüten siyah kütlelere dönmüş olur. Bütün polisler, yangınları kontrol etmek ve benzin bidonlarıyla dolaşan çocukları bulmak için sokaklara dağılırlar. Bu yüzden, Cadılar Bayramı’nda Detroit’te itfaiyeci olmak, polis olmaktan daha kötü olan tek şeydir.
Ama o kurşun vücuduma gireli çok uzun zaman oldu. Tam on dört sene geçti. On dört sene ve üç yüz mil daha güneyde Bu, başka bir yerde, hatta başka bir zamanda olmuş gibiydi.
Paradise, Michigan eyaletinin Yukan Yanmada’sında, Superior Gölü kıyılarında, Sault 5te. Marie ya da yerlilerin söylediği gibi Soo’daki Whitefish Körfezi’nin karşısındaki küçük bir şehirdir. Paradise’ta, Cadılar Bayramı’nda, ağaçlarda gölden doğru esen rüzgârın salladığı kâğıttan yapılmış birkaç hayalet figürü görebilirsiniz. Veya şehir merkezinde kırmızı ışıkta beklerken, içinde partiye giden kostümlü çocukların ya da arka camdan size bakan cadı ve korsanların olduğu arabalarla karşılaşabilirsiniz. Bizim mekâna gittiğinizde Jackie, barın arkasında gorilla maskesiyle öylece bekliyor olacaktır ve eskiden beri süregelen şaka, maskesini çıkardığı zaman çığlık atmasıdır.
Bundan başka Cadılar Bayramı, Paraside’taki diğer ekim gecelerinden daha farklı değildir. Çoğunlukla çam ağaçları, bulutlar ve karın havadaki ilk işaretleri. Ve kasım ayı canavarına dönmeyi bekleyen dünyanın en büyük, en soğuk ve en derin gölü…
Aracımı, Glasgow Inn’in parkına çekmiştim. Poker gecesi olduğundan bütün herkes erkenden mekâna gelmişti. İki saat geciktiğimden bensiz oyuna başladıklarından emindim. Buraya gelmeden önce bütün akşamı, Rosedale’de, bir karavan parkı yakınlarındaki evlerin kapılarını çalarak geçirmiştim. Seyyar bir ev kurulurken bir işçinin bacakları ezilmişti. Bay Lane Uttley, işçi hastaneye geleli bir saat olmadan, ona yüzde elli indirim alabileceğine dair yasal haklarını anlatmak için çoktan oraya varmıştı. Telefonda, bana olayın mahkemeye taşınmadan halledilebileceğini ama yine de her ihtimale karşı dava için bir şahidin olmasının yararlı olacağını anlattı. Yani adamın zilzurna sarhoş olmadığına ve beş tonluk evi burnuyla dengelemeye çalışmadığına şahitlik edecek birine ihtiyacımız vardı.
Ben de incelemeye olay yerinden başladım. Ortada değişik bir görüntü vardı. Seyyar evin bir köşesi yerde, diğer köşesi havada duruyordu. Güneş, ağaçların arkasından batmaya başlamışken ben de olay yerinin çevresini dolaşmaya başladım. Yüzüme kapatılan birkaç kapıyı ve paçamdan bir parça kumaş örneği alan köpeği saymazsak pek de şansım yoktu. Yaklaşık altı aydır özel dedektiflik yapmaya çalışıyordum ama becerebildiğim söylenemezdi.
Sonunda, neler olduğunu anlatacak bir kadın buldum. Ama o da gördüklerini anlatmak için para istiyordu. Ben de bu konuyu Bay Uttley’yle konuşması gerektiğini söyleyip onun kartvizitini verdim. Kartvizitte, Soo’daki adresi ve telefon numarasından başka, küçücük harflerle şunlar yazıyordu: “Lane Uttley, Avukat; kişisel zarar, işçi tazminatı, araba kazaları, kayıp düşme, tıbbi yanlış tanı, hatalı ürünler, alkolden kaynaklanan kazalar, kriminal savunma konularında uzman.” Kadın, kartviziti gözlerini kısarak okurken bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. “Sabah yapacağım ilk iş onu aramak olacak,” dedi. Raporu teslim etmek için kendimde Lane’in ofisine gidecek gücü bulamıyordum, bu yüzden de Lane, kadının kim olduğunu öğrenmeden önce kadın onu çoktan aramış olacaktı. Bunun dışında başka bir problem yoktu ama çok üşümüş ve yorulmuştum. İçimi ısıtacak bir şeylere ihtiyacım vardı ve aynı zamanda pokere de geç kalmıştım.
Glasgow Inn, İskoçya’nın bir benzeridir. Çünkü bir tabureye oturup barın arkasındaki aynada kendi yüzünüze bakmak yerine şöminenin önünde, kabarık bir sandalyede oturursunuz. İskoçya’da hayat böyleyse emekli olduktan sonra oraya taşınmayı isterim. Şimdilik, Glasgow Inn’le yetineceğim. Orası benim için ikinci bir ev gibidir.
Mekâna girdiğimde, bizimkiler tahmin ettiğim gibi çoktan oyuna başlamışlardı. Mekânın sahibi olan Jackie ayaklarını şömineye uzatmış, her zamanki sandalyesinde oturuyordu. Başıyla beni selamladıktan sonra bara döndü. Leon Prudell, elinde kadehiyle orada duruyordu. Görünüşüne bakılırsa çoktan birkaç kadeh içmişti.
“Vay canına! Şu gelen Bay Alex McKnight, değil mi?” dedi Prudell. Boyu yaklaşık iki metre olan cüsseli bir adamdı. Saçları kıpkırmızıydı ve bunları hep aynı yöne doğru yatırırdı. Ona şöyle bir baktığınızda, kareli gömleği ve yüz dolarlık avcı botları sayesinde bütün hayatını Yukarı Yarımada’da geçirdiğini anlardınız.
Poker masasındaki beş kişi, oyunlarını yarıda kesip bizi izlemeye başladılar.
“Bay McKnight, Özel Göz,” dedi ve devam etti. “Bay Kodaman.” Farklı “yooper” aksanıyla sesindeki az bir artış, sesinin bir Kanadalı gibi çıkmasına neden olmuştu.
Masadaki oyuncular dışında mekânda birkaç kişi daha vardı. Odaya bir sessizlik çökerken, ateş etmeye hazır silahlı soyguncularmışız gibi odadakilerin hepsi dönmüş bize bakıyordu.
“Seni buraya, Paradise’a kadar getiren şey ne, Prudell?” diye sordum.
Uzun bir süre bana öylece baktı. Şöminedeki bir tomruk mermi gibi patlarken, Prudell içkisinin kalan kısmını içip bardağını tezgâhın üstüne koydu.
“Bunu neden dışarıda konuşmuyoruz?” diye sordu.
“Prudell, dışarısı yeterince soğuk zaten ve ayrıca çok yorucu bir gün geçirdim,” diye karşılık verdim.
“Bence gerçekten bu konuyu dışarıda tartışmamız gerekir, McKnight.”
“Haydi, sana bir içki ısmarlayayım. İçkilerimizi içerken de konuşmak istediğin meseleyi konuşabiliriz.”
“Evet, tabii ki. Bana bir içki ısmarlayabilirsin. Hatta iki tane bile olabilir. Barın arkasına geçip kendin de hazırlayabilirsin.”
“Tanrı aşkına, Prudell yapma böyle.” Bu gece ihtiyacım olan şey bu değildi.
“Bu, senin birinin işini elinden aldıktan sonra yapabileceğin en kolay şey.”
“Haydi ama!”
“İşte,” diyerek o büyük elini cebine atıp arabasının anahtarlarını çıkardı. “Bunları almayı unuttun.”
“Prudell…”
Anahtarları bana bu kadar hızlı ve sert bir şekilde atacağını tahmin etmemiştim. Ben, geri çekilemeden tam sol gözümün üst kısmına isabet ettiler.
Beş kişi birden masalarından kalkıp hemen müdahale etmek istediler. Ama, “Buna gerek yok, beyler! Oturun siz,” dedim. Anahtarları almak için eğildiğimde gözümün kenarından kan aktığını hissediyordum. “Prudell, bu kadar güçlü bir kolun olduğunu bilmiyordum. Bilseydim, Columbus’ta top oynarken seni geride kullanırdık.” Anahtarları ona geri atarken de, “ Tabii ki o zaman maske kullanırdım,” diye ekledim. Bir yandan da elimin tersiyle yüzümdeki kanı siliyordum.
“Dışarı gel,” dedi.
“Önce sen,” diye karşılık verdim.
Park alanına gidip solgun ışığın altında bir süre birbirimizin yüzüne baktık. Etrafta kimseler yoktu. Hava, gölden dolayı bayağı nemliydi ve rüzgâr, çevremizdeki çam ağaçlarını sallıyordu. Prudell, birkaç yumruk girişiminde bulundu ama isabet ettiremedi.
“Prudell, bunun için biraz yaşlı değil miyiz?”
“Konuşmayı bırak da dövüş!” diye bağırdı. Bütün gücüyle bana saldırmaya başlamıştı. Her ne kadar kavga etmeyi bilmiyormuş gibi gözükse de dikkatli olmazsam yaralanabilirdim. Ayrıca sandığım kadar da sarhoş gözükmüyordu.
“Prudell, attığın yumruklar bana değmiyor bile. Belki anahtarlarını atmayı denesen senin için daha iyi olacak.” Onu kızdırmalıyım diye düşündüm. Sakinleşmesine ve gücünü toplamasına müsaade etme!
Bir yandan sağ eliyle sert ve ani yumruklar atarken diğer yandan konuşmaya devam ediyordu.
“Bir karım ve iki çocuğum var. Senin yüzünden karıma istediği arabayı alamayacağım ve çocuklarımı söz verdiğim gibi Disney World’e götüremeyeceğim.”
Peş peşe üç yumruk girişiminde daha bulundu. Üçünden de kaçmayı başarmıştım. İçimden, bir de solunu görsek diye geçirdim. Salak bir sarhoşun bir de sol yumruğunu görelim, Prudell.
“Görevdeyken benim için çalışan bir adamım vardı,” dedi. “Yemin ederim ki McKnight, bu iş onu hayatta tutan tek şeydi. Şimdi ona bir şey olursa, bunun tek sorumlusu sensin.”
Bana olan öfkesinin ve içtiği viskinin etkisiyle, sol eliyle yumruk atmaya başlamadan önce sağ eliyle birkaç sert yumruk daha atmaya çalıştı. Yumrukları çok yavaş ve yumuşaktı. Prudell’e bir adım yaklaşıp eski beyzbol koçumun öğrettiği gibi çenesine doğru bir yumruk attım ve o yıkılıp kaldı.
Sağ omzumu ovalayıp, bir süre Prudell’i izleyerek öylece bekledikten sonra, “Ayağa kalk, Prudell,” dedim.
Tam endişelenmeye başlamıştım ki yavaşça ayağa kalktı. “McKnight, yemin ediyorum, sana bunun hesabını soracağım.”
“Çoğu cumartesi akşamı ben buradayım ve hatta çoğu gece. Beni nerede bulacağını biliyorsun.”
“Görüşeceğiz seninle,” dedikten sonra arabasını aramaya başladı. Onu bulana kadar park alanında bir dakika boyunca dolandı durdu. Uzaktaki kayalara vuran dalgaların seslerini duyabiliyordum.
Barın kapısından içeri girer girmez, herkes ilk önce bana, daha sonra da kapıya baktı. Derken başlarını çevirip oyunlarına devam ettiler. Buradakiler, merhaba bile demek zorunda olmadığınız insanlardı. Artık yapacağınız tek şey oturup kartlarınıza bakmaktı. Kanamayı durdurmak için gözümün üstüne bir peçete yerleştirdim.
“O şaklaban iki saattir burada seni bekliyordu,” diye lafa girdi Jackie. “Neymiş derdi?”
“İşini elinden aldığımı düşünüyor,” dedim. “Uttley için uzun zamandır bazı işler yapıyordu.”
“Özel dedektiflik ve Prudell?”
“Böyle düşünmek hoşuna gidiyor.”
“Kendi kamışını bulması için bile ona iki kuruş vermezdim.”
“Birine kendi kamışını bulması için neden iki kuruş veresin ki?” diye sordu Rudy.
“Vermezdim zaten,” diye tekrarladı Jackie. “Bu sadece bir deyim.”
“Bu bir deyim değil, öyle olmuş olsaydı daha önceden duymuş olurdum,” dedi Rudy.
Sesini biraz yükselterek, “Bu bir deyim,” dedi Jackie. “Ona deyim olduğunu anlat, Alex.”
Onları umursamadan, “Haydi kâğıtları dağıtın,” dedim.
Kısa bir süre poker oynayıp birkaç bira içtim. Jackie, mekânını sevmemiz için bir sebep daha yaratan biraları almak için her hafta Kanada’ya geçerdi. Karavan parklarına ve eski dedektiflere dair her şeyi bir an için unutmuştum. Bu gecelik bu kadar olayın yettiğini, biraz dinlenmem ve hatta kendimi yeniden insan gibi hissedebilmem için zamanım olacağını sanmıştım.
Ama gecenin benim için başka planları vardı. Çünkü Edwin Fulton mekâna gelmişti. Affedersiniz, Üçüncü Edwin Fulton. Karısı Sylvia da yanındaydı. Buraya gelmek için tam da bu geceyi seçmek zorundaydılar sanki.
Belli ki bir suareden dönüyorlardı. Edwin, Yukarı Yarımada’daki bütün suarelerden haberdar olurdu. Üstünde en iyi gri takım elbisesi, simsiyah bir paltosu ve yakasının çevresini saran kırmızı bir atkısı vardı. Görünüşe bakılırsa takım elbiseyi, boyu daha uzun görünsün diye özel diktirmişti ama çok daha iyisi yapılabilirdi. Çünkü hâlâ karısından yirmi santim kısaydı.
Sylvia ise uzun, kürk bir manto giymişti. Bir tahminde bulunsaydım kürkün tilki derisinden olduğunu söylerdim. Bu mantoyu yapmak için yaklaşık yirmi tane tilki derisi kullanmış olmalılar. Saçlarını tepeden toplatmıştı ve mantosunu çıkartırken, bize bacaklarını ve o muhteşem omuzlarını sunduğu küçük bir gösteri yaptı. Aman Tanrım, ne kadar da güzeldi omuzları. Bu kadar soğuk bir gecede, böyle mi giyinilirdi? Mekândaki herkesin onu izlediğini biliyordu ama içimde, ben orada olmasaydım hiçbir şekilde mantosunu çıkarmayacağına dair saçma bir his vardı. Bu arada, beni Prudell’in anahtarlarından daha fazla yaralayan bir bakış attı.
İçki siparişlerini veren Edwin, yüzünde hiç değişmeyen o duygusuz ifadeyle bana el salladı.
“Söyleyin bakalım.” Jackie bunu söylerken kimseye bakmıyordu. “Böyle bir kadın, nasıl olur da Edwin Fulton gibi bir geri zekâlıyı sevebilir?”
“Bu durumun cebindeki parayla alakalı olduğunu düşünüyorum,” diye cevap verdi Rudy.
“Şunu mu demek istiyorsun? Eğer bir milyon dolarım olsaydı, onunla değil de benimle mi olurdu?”
“Onu bilemem,” dedi Rudy. “Sen de en az Edwin kadar çirkinsin, büyük ihtimalle senin beş milyon dolara ihtiyacın olurdu.”
Birer içki içip kalktılar hemen. Çıkmadan önce de oradakilere gösteriş yapmak için barın ortasında bir an durduktan sonra tekrar yürümeye başladılar. Edwin mantosunu giymesine yardım ederken, Sylvia bir kez daha bana baktı. Bundaki amacı her neyse görünüşe bakılırsa ona ulaşmıştı.
Poker sırasında kendimi onu düşünürken buldum. Ne oyuna odaklanabiliyordum ne de kendimi daha iyi hissediyordum. Rüzgâr artık iyice şiddetini arttırmıştı. Camlara vurduğunda çıkardığı sesleri duyabiliyorduk.
“Kasım rüzgârları esmeye erken başladı,” dedi Jackie.
“Saat gece yarısını geçti. Artık kasımın biri, yani tam vaktinde buradalar,” diyerek karşılık verdi Rudy.
“Haklısın.”
Yaklaşık bir saat sonra, Edwin mekâna geri döndü ama bu sefer yanında kimse yoktu. Onu fark etmemi umarak yüzündeki o sinsi ifadeyle barın orada bir süre bekledi. Masamıza gelmediğine sevinmiştim. Çünkü bir kez bizimle masaya oturmuş, oynamayı bilmediğini kanıtlar gibi hemen yenilmişti. Ama kazandığınız paranın ona dokunmayacağını bildiğinizden, hiçbir zevki olmuyordu. Hatırlıyorum da küçük çocuklar gibi sızlanmaya başlamıştı. Bir daha da oynamak istemedi.
Çoğu gece, en azından nasıl olduğunu sormak için yanına uğrardım. Onun için kendimi üzgün hissedip hissetmediğimi veya Sylvia ile aramızda geçenler yüzünden suçlu olup olmadığımı bilmiyorum. Belki de Edwin’i kendime yakın hissediyorumdur. Belli bir nedeni olmamasına rağmen onu arkadaşım olarak görüyordum. Ama bazı nedenlerden dolayı bu gece içimde böyle bir his yoktu. O yüzden de pes edip, mekândan ayrılana kadar onu görmezlikten geldim.
Ama Edwin kapıdan çıkar çıkmaz kendimi kötü hissetmeye başladım. Bir bahane uydurup masadan kalkmalıydım.
“Acil bir arama yapmam gerek,” diyerek masadan ayrıldım. Park alanında onu yakalarım umuduyla hızlı hızlı yürüdüm ama dışarı çıktığımda çoktan gözden kaybolmuştu.
Evime giden yolda ilerlerken ağaçların olduğu ve gölün apaçık seyredilebileceği bir alan vardır. Oradan, her ne kadar bulutlardan dolayı ay yeryüzünü yeteri kadar aydınlatmasa da dalgaların boylarının gitgide uzadığını görebiliyordum. Rüzgâr, aracı sallamaya başlamıştı. Edmund Fitzgerald gemisi battıktan yirmi yıl sonra bile, hâlâ orada, dalgaların binlerce metre altında yirmi dokuz adam yatıyordu. O gecenin de bu akşamki gibi bir tınısı olduğuna bahse girerim.
Rüzgâr, bütün yol boyunca benimle eve kadar geldi. Çatlaklardan kulübenin içine giren rüzgârı hissedebiliyordum. Bütün ışıkları kapatıp ince yorganımın altına girdim. Bu zifiri karanlıkta, bana fısıldayan geceyi duyabiliyordum.
Bir süre sonra dalmışım. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Sonra aniden bir ses. Telefon sesi.
Açmadan önce birkaç kere daha çalmış olmalı. Telefonu açar açmaz biri, “Alex,” dedi.
“Evet.”
“Alex, ben Edwin.”
“Edwin? Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”
“Emin değilim ama iki olmalı.”
“Gecenin ikisi. Tanrı aşkına! Edwin, sorun ne?”
Biraz bekledikten sonra, “Küçük bir problemim var, Alex,” dedi.
“Nasıl bir problem bu?”
“Alex, biliyorum saat çok geç ama buraya gelmen gerekiyor.”
“Nereye? Sana mı?”
“Hayır, ben Soo’dayım.”
“Ne? Daha birkaç saat önce bardaydın.”
“Evet, biliyorum.”
Uzun bir süre konuşmadan beklerken bir yandan dışarıdaki rüzgârın sesini, bir yandan da telefondan gelen cızırtıları dinliyordum. Telefonun diğer ucundaki ses, “ Alex, lütfen,” dedi. Sonunda tekrardan konuştu ama sesi kısılmaya başlamıştı. “Alex, lütfen buraya gel hemen. Sanırım o öldü.”
“Kim öldü? Edwin, sen ne dediğinin farkında mısın?”
“Sanırım o öldü, Alex. Demem o ki, kan…”
“Edwin, nerdesin sen?”
“Kan, Alex.” Sesini zar zor duyabiliyordum. “ Daha önce bu kadar kan görmemiştim.”