J. Conrad bu harika ‘küçük’ romanda hayatının sonuna kadar sağlığını olumsuz etkileyecek olan korkunç anıların “yüreği” Kongo’ya yaptığı yolculuğu, Marlow’un ağzından anlatıyor. Conrad’ın farklı anlatılarına taşıdığı Marlow figürü, tıpkı Kafka’da olduğu gibi anlatıcının gerçeklik karşısında bocalayan tutumunun örneklerinden biri. Marlow, insanlıktan çıkmış ticaret temsilcisi Kurtz’un kimliğinde Avrupa sömürgeciliğinin içyüzünü gösterirken, yazar bizi kendi ruhunun labirentlerine,
bilinçaltının derinliklerine, yalan ile suçun karanlığına götürüyor.
Karanlığın Yüreği: Sömürgeciliğin yüreğine yolculuk.
***
ÖNSÖZ
İçinde nihai geçerliliği olan açıklamaların bulunmadığı bir dünyada, bir insanın davranış ve tutumu hakkında hüküm vereceksek, o nihai açıklanamaz olana hakkını vermek gerekir.
J.C.
Karanlığın Yüreği adlı kısa roman, Joseph Conrad’ın en ünlü romanıdır ve onun eserleri arasında merkezi bir yerde durur. Hayatının ortasında onu yoklayıp duran bir özlemin üstesinden gelme çabasıdır bu metin: Afrika’nın içlerine, kara kıtanın kalbine yolculuk özleminin. Conrad’ın biyografi yazarı Zdzislaw Najder bu yolculuğu, “onun hayatında derin ruhsal zedelenmelere yol açmış en travmatik yolculuğu” olarak tanımlar (1938). Bu geziden önce Conrad, kendi deyişiyle “vahşi bir hayvandan başka bir şey değildi.” Ve yıllar sonra, ölümünden birkaç ay önce Geography and Some Explorers (Coğrafya ve Bazı Keşifler; 1924) adlı denemesinde 1890 yılının o Eylül akşamını, yolculuğunun son durağı olan Stanley Şelaleleri’ne ulaşmasını hatırlar.
Akıntının ortasındaki küçük bir adanın üstünde, zayıf, küçük bir ışık parlamaktadır ve Conrad kendi kendisine, “İşte tam da gençlik böbürlenişimin ışığı,” der. Ama yolculuk bir tür cehenneme iniş gibi bir şeydir de; Dante’nin cehenneminin modern çeşitlemesi gibi bir şey vardır karşımızda. Heyecan ve merakın yanı sıra, başka nedenlerin de onu sürüklediği bu yolculuğun tarihsel fonunda Avrupa sömürgeciliğinin Orta Afrika’ya yönelik girişimlerini bulmak zor olmasa gerek.
Kongo-Çanağı’nın Keşfi
Henry Morton Stanley, keşfettiği Kongo-çanağını uzun süre İngiliz Tacına bağlamak için uğraştıktan sonra, 1879-1884 yılları arasında Belçika Kralı II. Leopold’un hizmetine girmiş ve bu dev hammadde bölgesini Belçika’ya bağlamaya çalışmıştır. Daha önce de, 1875’ten başlayarak buralarda keşif araştırmasına girişmiş olan Savorgnan de Brazza, Kongo’yu Fransız etki alanına sokmaya çalışmış, 1888’de Makoko antlaşmasının imzalanmasının ardından 1882’de bu antlaşma Fransız parlamentosunda onaylanınca, ülkenin sömürgeleşmesine giden yol da açılmıştı. 1884’te Berlin’de toplanan Kongo konferansı sırasında haris, açgözlü kral II. Leopold, Avrupa’nın rekabet halindeki güçlerini birbirlerine karşı kışkırtıp “Kongo Serbest Devleti” üzerinde nüfuz sahibi olmayı başarır. Kral II. Leopold’un ticaret şirketi, Kongo’yu tam anlamıyla yağmalarken, bu sömürüyü uzun süre, boş laflara dayanan sömürgeci bir retorikle, insancıllığın ve uygarlığın dünyanın bu unutulmuş çanağına taşınması misyonu olarak göstermeyi başarmıştır: “Uygarlığı, henüz ulaşamadığı bu dünya parçasına armağan etmek, oradaki bütün halkları kendine tutsak etmiş olan karanlığı aydınlatmak için bu ilerleme çağına yakışır bir haçlı seferi düşünüyorum.” Sömürgeciliğin ya da yerleşik bir deyişle sömürgeciliğin Avrupa merkezli özünün hiç değişmeyen retoriğidir bu; kralın daha 1876’da Brüksel’de gerçekleştirilen bir konferansta kendisini uygarlığın hizmetine verişinin de! Bu açıklamadan tam 14 yıl sonra, 1890’da, Conrad’ın Kongo’ya hareketinden çok kısa bir süre önce, Henry Morton Stanley, Kongo çanağının kâşiflerinden biri olma onuruyla Brüksel borsasında Kral için şunları söylüyordu: “Halkını bir çoban gibi yönetip yönlendiren, sürüsünü özenle koruyup gözeten bir hükümdarın bilgeliği ve iyilikseverliği.”
İnsanlığın ilerlemesi ve uygarlaşması sürecinde hâlâ işlevsel olduğu ileri sürülen bir dinsel kurtarıcılık tezine dayalı, arka plandaki çıkarları saklamaya yönelik bu şişirilmiş retorik, Conrad romanının tarihsel fonunu oluşturur. Ne var ki Conrad 1890 yılında buradaki düzenbazlığın, uygarlık götürme iddiasının sömürgeleştirici pratiğinin boyutları hakkında henüz bir şey bilmemekteydi. Bir İngiliz gemisinde görev alarak Kongo’ya gitme girişimleri suya düşünce, Bordeaux’da imzaladığı üç yıllık bir sözleşme sonucunda gemiye adımını atarken, bütün amacı kâr sağlamak olan bir girişimin parçası olduğundan henüz habersiz olduğuna dair bizi inandırabilecek belgeler var. Polonya’daki yeğenine yazdığı ve Batı Afrika kıyı kenti Freetown’dan postaya verdiği bir mektupta, Kongo şelalelerine yapacağı bir araştırma ve inceleme gezisinden duyduğu heyecan ve mutluluktan söz edip durmaktadır. Gelgelelim yolculuk ilerledikçe Conrad nasıl bir işe bulaşmış olduğunu anlamakta gecikmez. Sert bir sömürgecilik eleştirisi yaptığı İlerlemenin Bir Habercisi adlı öyküsünün hemen ardından Aralık 1898 ile Şubat 1899 arasında, birkaç haftada kaleme aldığı Karanlığın Yüreği’nde, kendi yaşadıklarını çok daha geniş kapsamlı ele alırken, sömürgecilik eleştirisini bu yaşantının izlenimleriyle ustaca birleştirmesini bilecektir.
Gerçeklik ile Yüz Yüze
Dönelim Conrad’ın yolculuğuna: Bu yolculuk Bordeaux’dan başlayıp Batı Afrika kıyıları boyunca güneye doğru ilerlemiş, Kongo Nehri’nin deltası olan Matai’den karaya yönelip bugünkü Kinshasa’ya (Leopoldville) kadar gelmiş, oradan nehir gemisiyle, bugün Kisangani diye bilinen Stanley Şelaleleri’ne doğru, akıntının tersine, “karanlığın yüreğine” devam etmiştir.
Conrad, bugünkü Benin’in “köleler kıyısı” denilen Grand Popo kentinde bir Fransız savaş gemisinin, ormanın içine gizlenmiş bir yerliler köyünü nasıl ateşe verdiğine tanık olmuştu. Ama bu, daha sonra göreceklerinin yanında hiçbir şeydi. Conrad’ın Kongo macerasını elimizdeki yetersiz belgelere göre yeniden kurmaya devam edelim: Conrad, Matai’ye ulaştıktan sonra para ve kazanç hırsının, tutarsızlıkların, ikiyüzlülüklerin ve yerli halka karşı yapılan aşırı saygısızlıkların tanığı olur. Özellikle de su yolunu kullanmanın mümkün olmadığı araziye demiryolu döşenmesi sırasındainsafsızlıkla, zorla çalıştırılan siyah işçilerden her gün en az beşinin ölümü, dönemin güvenilir kaynaklarına göre apaçık belgelenmektedir. Conrad, nehrin akış yönünün tersine, yaklaşık 360 kilometre içerideki Leopoldville istasyonuna kadar öldürücü iklim koşulları altında, her türlü engelle dolu bir arazide yaya gitmek zorunda kalır. Hastalıklar nedeniyle yolculuğa sık sık ara verince, öyküdeki anlatıcı, Marlow’un on beş günde aldığı bu yolu, gerçekte beş haftada bitirir. Conrad’ın kısa, görünüşte olaylara yönelik tek tük kayıtlardan ibaret günce notları, yazarın, ülkenin içine doğru yaptığı bu yolculukta bir gözlemci ve elbette bir işbirlikçi olarak duyduğu anlatılmaz tiksintiyi, uygarlaşma adı altında yapılan uygulamaların yarattığı dehşete duyduğu tepkiyi bize sezdirmektedir. Söyleyecek söz bulamamanın şaşkınlığı ve boğucu suçluluk duygusu altında düşülmüş çaresizliğin notlarıdır bunlar.
Leopoldville’e ulaşan Conrad, onu daha öteye götürmesi gereken nehir vapurunun ağır bir hasar alması dolayısıyla kullanılmaz durumda olduğunu öğrenir. Öyküdeki Marlow’dan farklı olarak Danimarkalı kaptanın gemisinde ağustos ayında, “Roi de Belges” (Belçika Kralı) adını taşıyan on beş tonluk buharlıyla, içerilere doğru yol alır. Üç beyaz ticaret temsilcisinin yanı sıra, Conrad ile araları hemen açılan ve Karanlığın Yüreği’ndeki esin kaynağı olan şirketin yerel temsilcisi Camille Delcommune da bulunmaktadır.
Yirmi sekiz gün sonra nehirde ıssız, bakir, balta girmemiş ormanlarla çevrili bir bölgede, tarumar edilmiş yerli köylerinden geçerek 1600 kilometreden daha fazla yol alırlar. Nehir yer yer birbirinin benzeri akıntılara doğru uzanmakta, yer yer genişleyip yerini büyük göllere bırakmaktadır. 1890 Eylül’ünde yolculuklarının hedefiolan Stanley Şelaleleri’nin altındaki yerleşim merkezine ulaşırlar. Burası, Conrad’ın romanında anlattığının aksine, öyle terk edilmiş, ıssız, inin cinin top oynadığı, isimsiz bir iç istasyon değil; gerçekte daha o zamanlar çok önemli, askeri bir birliğin koruduğu, karargâh ve idari binaları ile bölgenin yerli köyleri ile kıyaslanamayacak kadar gelişmiş Belçika sömürge bölgesi merkezidir.
Öte yandan burası elbette öyle romantik duyguları körükleyecek, maceracı ruhları heyecanlandıracak bir yer de değildi; burası bir ticari organizasyonun güç ve iktidarını kurmaya çalıştığı, enikonu ticari çıkar ve kaygılara göre düzenlenmiş, olabildiğince çabuk kazanç sağlamaktan başka derdi olmayan, insan hayatına hiçbir değer vermeyen bir emperyal tohumun kök salmaya çalıştığı korku bölgesiydi. Belçika ticaret şirketleri o dönemde bir yılda yatırdıkları sermayenin tam 700 katını çıkartmaktaydılar bu bölgeden.
Conrad, buharlı geminin sıtma ateşiyle kıvranan Danimarkalı kaptanının yerine görevi devralıp dönüş yolculuğuna başladı. Güvertede, Stanley Şelaleleri’nin dizanteriden kıvranan, yirmi yedi yaşındaki Fransız ticari temsilcisi George Antoine Klein da vardı. Klein, 150 kilometre yol aldıktan sonra Eylülün 21’inde ölür ve Leopoldville’in kuzeyinde, bir misyonerlik merkezinde dini törenle toprağa verilir. Bu Fransız’ın adı daha sonra romanın el yazmalarının ilk bölümünde, daha sonra da “Kurtz” olarak karşımıza çıkar. Conrad, 24 Eylül’de Leopoldville ulaştıktan sonra, ikinci bir gezi için hazırlık yapar. Conrad’ın anılarına ve notlarına göre, neredeyse tiksindiği, sezgileriyle hareket eden ve bütün İngilizlerden nefret ettiği için Conrad’ı da İngiliz yerine koyup ondan nefret eden fildişi avcısı Delcommune, Conrad’a buharlı teknede uygun bir görev verilmesini engelleyerek Leopoldville istasyonunun inşası için kereste seçmek üzere balta girmemiş ormanlara yollanmasına sebep olur. Conrad bu ormanlarda köleciliğin akıl almaz boyutlardaki insafsızlıklarına, yerlilere ölümden başka seçenek bırakmayan vahşetine tanık olur. Kendisi de ağır bir dizanteriye ve sıtmaya yakalanır. Kervan yolu üzerinden Matai’ye geri yollandığında, öldü ölecek bir haldedir. Bu, onun Kongo macerasının sonu demektir. 1890 yılının son üç ayı hakkında pek bir bilgimiz yok. Belli ki Conrad, yaşadığı her şeyi unutmak için, herhangi bir kayıt düşmekten kaçınmıştır. Conrad’ın daha sonra 1891 yılının Ocak ayında Brüksel’de ortaya çıktığını ve 1 Şubat’ta Londra’ya döndüğünü biliyoruz. Kongo macerasından geri kalan yıpranmış, hastalıklardan çökmüş bir beden ve kâbusları bile aratmayan anılarıdır.
Çağdaşlarından bazıları gibi, bugün de kimi eleştirmen ve okur, Conrad’ın, bu romanda Avrupa sömürgeciliğine saldırmaktan çok, modern var oluşun sorunlarını işlediğini düşünmektedir.
Yolculuk motifi, Conrad’ın öyküsünün eylem çatısını oluşturmaktadır. Yapıyı, yolculuğun üzerine kurma ilkesi, sadece keşif öyküleri ya da macera öykü ve romanları için geçerli değildir; bildiğimiz gibi Homeros’un Odysseia ya da Dante’nin İlahi Komedya’sı gibi çeşitli manzum destanlar ya da hatta mitolojik öyküler, yolculuk tema’sına dayanırlar. Conrad bu gibi geleneksel birikimlere yer yer doğrudan gönderme yapar. Demek ki roman kişisi Marlow’un yolculuğu, yola çıkış, gidiş ve geri dönüş gibi eski mi eski bir modeli tekrarlamaktadır. Ne var ki Marlow başarmış, zafer kazanmış biri olarak değil de yenik dönecektir geriye. Manevi kurtuluşa, ya da Buda gibi, ışığa ulaşmamıştır o; olsa olsa değişmiştir. Başta ima edildiği gibi, hayat, verimlilik, bereket ve aydınlığa kavuşmanın sembolü olan Lotus çiçeğinden yoksun, vaaz veren Avrupalı bir Buda’ya benzemektedir.
Conrad’ın Kurmaca Sözcüsü: Marlow
Marlow karakteri, 1898 yılında Blackword’s Magazine’de yayınlanan Youth (Gençlik) öyküsünde, daha sonra Lord Jim (1900) ve Chance’da (1913) karşımıza çıkar. Conrad’ın bu karakteri anlatıcı (figürü) olarak araya sokması, İngiliz edebiyat tarihinde de teknik bir gelişmeye işaret etmektedir. Marlow sayesinde dış gerçekliğin, dünyanın, öznel bilince yansıyan izlenimlerin oluşturduğu bir mozaik olarak sunulması; öznel izlenimlerin ve çağrışımların, dolayısıyla gerçekliği algılayan kişinin psikolojisinin de gerçekliğin tasvirine ve anlatılmasına etki etmesi, dış gerçekliğin anlatıcının algılarına bağlanması, tam da modernizmin tekniğini tarif etmektedir bize. Öyleyse Marlow, bir anlatıcı olarak modernizmin edebiyatında çok ileri bir adım olarak anlaşılabilir. Joseph Conrad, bu bütünlükten yoksun algılarıyla, bölük pörçük izlenimleriyle karşımıza çıkarttığı anlatıcı figürü ve onun ‘dinleyicileri’ sayesinde, romandaki olayları anlatan ve yorumlayan –romandaki ‘ben’ anlatıcı– olmaktan kurtulmaktadır; böylelikle travmatize olmuş, ruhuna kalıcı darbeler indirmiş o korkunç yaşantıları ve olayları kendi dışına koyma imkânını ele geçirmiş, götürüp bunları Marlow’un yaşadığı olaylar gibi sunarak, onun bölük pörçük algı dünyasına teslim etmiş, gerçekliği bir tür algı karmaşası, belki de yanılgısı düzlemine çekerek ondan kurtulma yoluna gitmiştir. Bu arada da, emperyalizmin bu yoğun yayılma döneminde sömürgeciliğe karşı çıkan bir inceleme yapmak için gerekli olan ayrıntılı çalışmanın da ahlaki sorumluluğundan kurtulmuş olmaktadır, demek yanlış olmaz.
Gerçekliğin Parçalanıp Ayrıştırılması
Marlow için, dinleyicilerinin, kendisinin ‘o zamanlar’ kötü bir rüya gibi gördüğü ve hissettiği şeyleri aynen kendisi gibi görüp hissetmeleri büyük önem taşır. ‘Ben’ anlatıcının (Joseph Conrad’ın) Marlow’un (gemideki) dinleyicileri arasına sıkışması, aslında onun bir anlamda susup dinlemesi gibi bir durum vardır karşımızda. Marlow aracılığıyla gelen mesaj şudur öyleyse: “görmek” ve “hissetmek”; kendisinin gördüğü ve hissettiği gibi, fazlası zaten mümkün değildir. Ne var ki bu talep ya da Conrad’ın seçtiği bu travmatik, kâbus gibi yaşantıların bölük pörçük anlatılması çabası da, bir bakıma boşuna bir anlatma çabası olmalıdır; çünkü anlatıcının söylediklerine bakacak olursak, “hayatımızın herhangi bir kesitinin hayatımıza yansıttığı duyguyu, bu kesitin hakikatini, anlamını oluşturan şeyi, onun ince, yumuşak, en iç özünü, varoluşumuzun içine taşımak mümkün değildir. Bizler, rüya gördüğümüz/hayal kurduğumuz gibi yaşarız yalnız.” Bu nedenle olacak, Conrad’ın anlatıcısı, öyle bağlayıcı, sonucu yorumlayıcı açıklamalara girişmez; insan ruhunu incelemeye yönelik analizler bulamayız burada; enikonu akılcılaştırılmış, mantıksal açıklamalar, kişilerin eylemine yönelik kaba ve yüzeysel imalar, bu romana yabancıdır; 19. yüzyılın (burjuva gerçekçi) roman anlayışına ters düşer bu anlatım anlayışı. 19. yüzyılın gerçekçi olma iddiasındaki, gerçekliğe el koymanın, onu açıklamanın güvenilir bir aracı olma iddiasındaki anlatısının karşısında yer alan bir içerik-biçim yapısı vardır karşımızda. Böyle olunca, okura, (hayat/emperyalizmin sömürge politikası karşısında) sarsılmaz, genel geçerli ahlaki ilkeleri temellendirecek, ahlaki düsturları hatırlatacak yorum ve uyarılara da rastlanmaz burada. Kuşkusuz bilinçakışı yönteminin bir öncüsüyle karşı karşıyayızdır; bunaltıcı bir gerçeğin, (sömürgeci vahşetin) içinden, gerçekliği anlatma sorumluluğunu üstlenmekten uzak duran, bu anlamda bir tür bağımsızlık ilan etmiş bir anlatı.
Conrad, Karanlığın Yüreği’nden iki yıl önce, Narzisus Zencisi romanında edebiyat metninin görevi hakkında şu düşüncelerini dile getirir:
“Yazarın vicdanı rahatsa, hemen (metinden bir şeyler) kazanmayı düşünerek, yüce duygulara erişmeyi, avutulmayı, eğlendirilmeyi apaçık talep edenlere; gecikmeden arındırılmayı ya da yüreklendirilmeyi ya da kurtulmayı ya da büyülenmeyi isteyenlere vereceği cevap şöyle olmak zorundadır: Yazılı eserin gücü sayesinde sizleri işitir, hisseder ve görür hale getirmek benim görevimdir. Her şey bundan ibarettir ve başka hiçbir şey söz konusu değildir. Bunu başarabilirsem sizin çıkarınıza olduğunu göreceksiniz: Yüreklendirilme, avutulma, korkutulma, büyülenme, istediğiniz her şey ve belki de şu sormayı unuttuğunuz, hakikati şöyle kaçamak olarak ucundan görme imkânı, gerçekleşecektir.”
Karanlığın Yüreği’ndeki bu açıklama sadece yazar olarak Joseph Conrad için geçerli bir ilke olmakla kalmaz, onun bu uzun öykü ile roman arasında bir yerde duran metninin anlatıcısını da yönlendirir.
Marlow, sözün gücüyle o burjuvaya özgü güven dünyasının göbeğine demirlemiş dinleyicilerinin itirazlarını susturur. Marlow, dinleyicisinin kulaklarını açar; kara kıtanın ve sakinlerinin üzerine çökmüş ilkel çağlardan kalma karanlığı görmeleri için onların gözlerini açar.
Marlow kendine özgü bir anlatıcıdır sanki; dinleyicilerinin neyi dinlemek istediklerine aldırış etmeyen, birbirini tutarlı bir mantık sırasıyla izleyen olayların akışına önem vermeyen bir anlatıcı. Girişteki anlatıcının isteksiz isteksiz anlattığı, Marlow’un kendi başından geçmiş olduğunu söylediği tuhaf bir biçimde belirsiz ve hangi sonuca götürdüğü belli olmayan olayların, Marlow’un anlatısında öylesine “sonuçsuz” ve “belirsiz” kalmasının nedeni; bunların onun için henüz bitip kapanmış, gerektiği kadar işlenip değerlendirilmiş olmamalarından kaynaklanır. Bu olaylar, belli belirsiz güçleri ve ahlaki yönden tartışılırlıklarıyla hâlâ onun hayatına etkimektedirler; öyleyse Marlow’un onları, dolayısıyla kendisini anlatış tarzında bu etmenler doğrudan belirleyicidirler. Görünüşte anlatırken, hiçfarkında olmaksızın olayların gidişinden sapmakta, aniden susmakta, dinleyicilerine hitap etmekte, hiç bağlantı kurmadan sonraki olaylara atlamakta, çoktan anlatmış olduğu şeyleri yeniden gündeme getirmektedir. Marlow’un anlattığı olay, bitmiş, tamamlanmış ya da kapanmış, dolayısıyla da artık sadece dille “yeniden üretilmeyi bekleyen” bir olay (öykü) olsa, onu böyle, Marlow’un yaptığı gibi anlatmak söz konusu olamaz; ancak bizzat anlatarak ne olup bittiğini anlamaya çalışan biri böyle bölük pörçük, kopuk, tekrarlarla anlatır. Sonsuzluğun içine yayılan şeyi kavramaya çalışan, karşısında kendini dinleyen kimseler olduğu halde kendi kendine konuşan biri böyle anlatır. Conrad’ın Marlow üzerinden gerçekleştirdiği bu dolaylı, çağrışımlar zincirine teslim olmuş, kararsız, sorularla dolu anlatım tarzını edebiyatçılar “oyunlaştırılmış suskunluk” olarak tanımlamışlardır. Karanlığın karşısında, uygarlık denen şeyin çarpıcı, göğüslenmesi güç gerçekliği karşısında bir susmadır da bu; konuşur gibi görünüp, susma.
Kendisini karşı konulması zor, anlaşılmaz güçlerle mücadele halinde bulan kişi (Marlow), asıl söylenmesi gerekeni söyle(ye)meyip, yaşananların kendi duyarlı bilinci üzerindeki etkilerini (izdüşümlerini) anlatmakla kendini sınırladığı için de inandırıcı konuşabilmektedir. Böyle olunca, onun dili, bir iç kargaşanın inandırıcı, sahici ifadesi olabilmektedir. Marlow’un anlatışı, bir meditasyona da benzetilebilir; neredeyse uyanıkken görülen bir rüyanın seslendirilmesi, söze dökülmesidir. Görünüşte sanat inceliğinden yoksun bu düz dil, duyarlı bir ruhun canlı ifadesi olabilecek kadar renkli ve esnek bir dildir. Kendini arayan, ama dış dünyanın nesnelerini, süreçlerini de yansıtmaya yönelik bir dil. Ahbapların, dostların günlük hayatta birbirleriyle konuştukları, sahici dildir bu bir yandan; ama öte yandan da balta girmemiş ormanların gerçeküstü havasını betimlerken, bu dünyayı aydınlatan sihirli bir havaya da bürünür. Yoklar, değer o dünyanın nesnelerine, kendinden emin değildir; bölük pörçüktür bu dil, ama çoğu zaman birbirine karşıt “leitmotifler”le bezelidir: Işık ile karanlık, siyah ile beyaz, ilkel orman ile nehir, bitkiler ve ağaçlar ile dolup taşan, bereketli toprakları ile yok olanın, çürüyenin dünyası; hayat ile ölüm, ölçülü, haddini bilen tutum ile hırs, doğruluk, dürüstlük ile yalan, sahtekârlık; birbirine karşıt alanların leitmotifleri olarak karşımıza çıkıp dururlar. Özellikle bu karşıt çiftler, Marlow’un, “bir sona götürmeyen” anlatım tarzını, onun kesintili, bölük pörçük anlatımını homojen olmasa da, kapalı, bütünlüklü bir deneyimler dünyasına çevirmektedirler.
Kıyamet
Açıklamayı ne kadar ilerletirsek, Conrad’ın okurunun bu metinden ürkmesi o kadar olağanlaşacaktır. Gerçekten de çok dikkatli bir okur gerektirmektedir bu metin. “Karanlığın” içinden okuru geçirip, onun “yüreğine” götüreceği ve orada kişiyi aydınlığa kavuşturacağı izlenimi ile okumaya başlamamız çok doğaldır onu. Belirsiz, meşum, açıklanamaz olanın içinden, karanlığın bilgisine, açıklanmasına gideceğimizi düşünürüz. Ne var ki Marlow’un anlatısının sonunda bunun tersi bir izlenim kendini dayatmaya başlar: İçine nüfuz edilemez karanlıktan ibaret olan şey, bizzat “yüreğin” kendisidir sanki. Yolculuk “yürekten” görünürde bilinen şeyden geçip (İngilizce’deki tanım sırası: (Heart of the Darnkness’a göre) belirsizlik üzerinden ilerleyip bilinemeze (karanlığa) götürmez bizi. Bilinendir burada bilinemez olan. Yüreğin kendisi: (heart).
Marlow’un karşıtı bir tip olarak yorumlayabileceğimiz Kurtz üzerinde durmamız da gerekiyor. Marlow’un oldukça erken farkına vardığı, “uygarlaşmış” sömürgeciliğin vicdansızlığının ve dehşetinin doruğudur Kurtz. Gerçi çevresine kasvetli bir hava yayar, ama yüreği bize kapalıdır. Avrupa’nın bir evladıdır o; annesi İngiliz, babası Fransız’dır; adı ise Almanca bir adı çağrıştırır. Hayatı hakkında öğrendiklerimiz, karşımıza müphem, ürkütücü bir tablo çıkarır. Onu tanıdıklarını düşünenler, adamı yetenekli bir müzisyen sanmaktadırlar, etkileyici bir konuşmacı; yetenekli bir politikacı, soylu ruhu temsil eden, akıllı, kavrama yetisi üst düzeyde, idealleri olan biri izlenimi bırakmıştır çevresinde. Kongo’daki ticari acentanın temsilcisine, “merhametin, bilginin ve ilerlemenin elçisi” gibi görünür. Günümüzün tanımıyla, Avrupa’nın, üçüncü dünyayı uygarlaştırıcı misyonunu düz anlamıyla benimsemiş biri gibidir.
Gelgelelim vahşi doğanın göbeğinde yalıtılmış, ötekilerden uzak bir yaşama tarzını tercih eden uygar Avrupa’nın bu parlak evladı, orada bir tür tersine evrim yaşayacaktır. Ahlaki çöküşün düşünülebilecek bütün evrelerini geriye doğru bir bir terk eden Kurtz, ilkel kültürlerin barbarlık aşamasına kadar iner. Sömürü, mutlakıyetçi, ödünsüz bir hegemonya anlayışı, insanları kurban etme, tanrılaşma bu ilkel hayatın bildik öğeleridirler. Bu açıklanamaz geri dönüşün nedenlerini boşuna ararız metinde. Açıklama aradığımız yerde de Marlow’un tahminlerine bel bağlamak zorunda kalırız. Meraklarının karanlık nesnesi olarak tanımlar sonuçta Marlow onu; bilmece oluşturan bir şifre. Bu alabildiğine çelişkili tipin anlam ve önemi, Marlow (ve de okur) üzerindeki derin etkisinde aranmalıdır. Kandırıcı, şaşı şeytanın kurbanı, misyonerlerin oluşturduğu cemaatin aldatılmış kurbanı olarak karşımıza çıkan Kurtz, bu olumlu kahraman kimliğinden gitgide sıyrılıp ‘nehrin kaynağına doğru’ gidildikçe, trajik bir kahramanın, insanüstü boyutlarına sahip figürünü temsil etmeye başlar. Tanrı gibi bir şeydir ilk göründüğünde; kuru, zayıf bedeni ve saçsız, fildişi gibi parlayan kafasıyla “ölümün mekanik” grotesk bir figürünü andırır. Kurtz’un karargâhı sayılan bina, bir iskeletler mezarlığıdır; Kurtz’un bir ölüm meleği gibi, çıldırmışlığının metaforu. (Söz buraya gelmişken, Francis Ford Coppola’nın ünlü “Kıyamet” filminin, bu romanın Vietnam Savaşı cehennemine bir bakıma uyarlanması olduğunu da hatırlatalım. Orada, ölüm köyünde, dünyadan yalıtılmış bir cehennem cemaati kurmuş olan Amerikalı albayın, Kurtz ile aynı adı taşımanın ötesindeki benzerlikleri de dikkat çekici bir karşılaştırma sunabilir.)
Bir başka düşündürücü ve anlaşılır açıklamaları olan yan da, Marlow’un, yolculuğun gelişme süreci içinde iradesine aykırı biçimde o “alışıldık dışı adamın” suç ortağı durumuna sürüklenmesidir. Daha başta, Brüksel bürokrasisinin isimsiz kudreti karşısında, devasa, kavranamaz bir gücün parçası, karanlık bir ittifakın aleti olma duygusunu taşır gibidir. Yolculuk ilerledikçe bu sezgisi gerçeklikteki bir duruma karşılık gelmeye başlar. Ticaret şirketinin sahtekârlıktan, yalan ve düzenbazlıktan oluşan komplosu içine gittikçe daha çok çekildiğini hisseder.