Çocukken, bir dizi güçlü dinsel inancım oldu fakat Tanrı’ya pek iman edemedim. Bir dizi önermeden oluşan bütüne inanmakla, onlara kendimizi verme anlamını içeren iman arasında fark vardır. Tanrı’nın varlığına tamamıyla inanıyordum ayrıca İsa’nın Gerçek Varlığı’na ve Komünyon’a, ayinlerin yararlı etkisine, ezeli lanetin geleceğine ve Arafın nesnel gerçekliğine de inanmaktaydım. Ama nihai gerçeklik hakkındaki bu dinsel görüşlere inancımın, burada, dünyadaki yaşamın iyi ve yararlı olduğu güvenini bana verdiğini söyleyemem.
Çocukluğumun Roma Katolikliği biraz ürkütücü bir akideydi. James Joyce Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde çok doğru söyler: cehennem ateşi ayinlerinden payımı alıyordum. Gerçekten de Cehennem Tanrı’dan daha güçlü bir gerçeklik olarak görünüyordu çünkü imgelemimde yaratabildiğim birşeydi. Tanrı ise, biraz gölgeler arkasında bir kimlikti, imgelerden çok entellektüel soyutlamalarla tanımlanıyordu.
Sekiz yaşlarına geldiğimde “Taun nedir?” sorusuna karşılık gelen kateşizm cevabını ezberlemek zorundaydım: “Tanrı Yüce Rabtır; Kendi başına vardır ve bütün mükemmellik içinde sonsuzdur.” Bu cümlenin benim için bir anlamı olmaması şaşırtıcı değil ve beni bugün de etkilemediğini söylemeliyim. Bu her zaman yalnızca kuru, kibirli ve belagatlı bir tanım olarak kalmıştır. Ayrıca bu kitabı yazalı, yanlış olduğuna da inanmaya başladım.
Büyüdükçe, dinde korkudan fazlasının bulunduğunu anlamaya başladım. Azizlerin yaşamlarını, metafizik şairleri, T. S. Eliot’u ve mistiklerin daha yalın yazılarını okudum. Liturjinin güzelliğinden etkilenmeye ve Tanrı uzak kalmayı sürdürse de, O’na yaklaşmanın olası olduğunu ve görümün (vision) bütün yaratılmış gerçekliği dönüştüreceğini hissetmeye başladım.
Bunu becerebilmek için bir tarikata girip yeni başlayan bir öğrenci ve genç bir rahibe olarak, iman hakkında çok daha fazla şey öğrendim. Kendimi ilahiyat savunmalarına, kutsal yazılara, teoloji ve kilise tarihine verdim. Manastır yaşamının tarihine ve ezbere bilmemiz gereken tarikatımın Disturlarıyla ilgili ayrıntılı tartışmalara girdim. Bunlarda da Tanrı kendisini göstermiyordu. Dikkat ikincil ayrıntılarda yoğunlaşmış ve dinin daha dolaylı yönlerine kaymış gibiydi.
İbadette kendimle mücadele ediyor, zihnimi Tanrı’yı karşılaşmaya zorluyordum ama Tanrı, benim Düsturlara takılmamı gözlemleyen seri bir angaryacı olarak kalıyor ya da hepten bayat kırıklığı yaratarak, görünmüyordu. Azizlerin yaşamlarındaki vecdi okudukça daha fazla başarısızlık duygusuna kapılıyordum. Üzüntüyle yaşadığım bütün dinsel deneyimin, bir biçimde kendi duygularım ve imgelemim üstünde uğraşmakla kendi yarattığım bir duygu olduğu bilincine varıyordum.
Bazen Gregoryen şarkının ve liturjinin güzelliğine verilen estetik karşılıkla duyulan bağlılık duygusu vardı. Ama benim dışımda hiçbir kaynaktan bana hiçbir şey olmadı. Hiçbir zaman peygamber ve mistiklerce anlatılan Tanrı’yı fark edemedim. Tanrı’dan daha fazla dilimizden düşürmediğimiz İsa, içinden çıkılmaz biçimde son dönem antikiteye yerleştirilmiş saf tarihi bir kişilik olarak görünüyordu. Kilisenin bazı öğretileri konusunda da ciddi kuşkular beslemeye başlamıştım.
İnsan İsa’nın dirilen Tanrı olduğu nasıl bilinebilirdi ve bu inanç ne anlama geliyordu? Yeni Ahit gerçekten incelikli ve fazlasıyla çelişkili Teslis öğretisini mi öğretiyordu, yoksa bu, inanç konusundaki birçok başlık gibi, İsa’ tun Kudüs’te ölmesinden yüzyıllar sonra teologlarca geliştirilmiş bir uydurma mıydı? Sonunda, hayal kırıklığı içinde din yaşamını terkettim; başarısızlık ve yetersizlik yükünden kurtulunca da Tanrı inancımın sessizce kayıp gittiğini hissettim.
Elimden geleni yapmış olmama karşın, Tanrı, yaşamımda hiçbir gerçek iz bırakmamıştı. Artık endişeli değildim, kendimi suçlu da hissetmiyordum. Tanrı, gerçeklik olamayacak kadar benden uzaklaşmıştı. Ama dinle olan ilişkim devam ediyordu ve Hristiyanlık tarihi ile dinsel deneyimin yapısıyla ilgili televizyon programları yaptım.
Dinler tarihini daha fazla öğrendikçe, daha önceki korkularım daha çok doğrulandı. Çocukken sormadan kabul ettiğim öğretiler, gerçekten uzun bir zaman içinde ortaya çıkmış insan işiydi. Bilim Yaratıcı Tanrı’yı elden çıkarmış görünüyordu ve Kitabı Mukaddes üstüne çalışanlar İsa’nın hiçbir zaman tanrısallık iddia etmediğini kanıtlamışlardı.
Saralı biri olarak, daha çok nevrotik nedenlerle görümler gördüğümü biliyordum: azizlerin görüm ve vecdleri de böyle basit zihni tuhaflıklardan mı kaynaklanıyordu? Tanrı, gittikçe daha fazla insan soyunun kendisini kurtardığı sapkınlık olarak görünmeye başlamıştı. Rahibe olarak geçirdiğim yıllara karşın, Tanrı’yla ilgili deneyimlerimin olağandışı olduğunu sanmıyorum. Tanrı hakkında düşüncelerim çocukluğumda oluşmuştu ve öteki disiplinlerde arlan bilgimle eşdeğer biçimde gelişmiyordu.
Noel Baba’ya dair çocukluk çağındaki saf görüşleri gözden, geçiriyordum; insanlık hallerinin anaokulunda olanaklı olandan daha karmaşıklarını daha olgun biçimde anlamaya başlamıştım. Ama Tanrı baklandaki ilk, karışık düşüncelerim ne düzelmişti ne de gelişmiş. Benim özel dinsel geçmişime sahip olmayan insanlar da Tanrı baklandaki düşüncelerinin çocukluklarında oluştuğunu fark edebilirler.
O günden sonra da çocukça işleri bir kenara bırakıyor ve ilk yıllarımızın Tanrı’sını göz ardı ediyoruz. Ama dinler tarihi çalışmalarım bana insanların tinsel hayvanlar olduğunu öğretti. Gerçekten de homo sapiens’in homo religiosus olduğunu ileri sürmenin geçerliliği var. İnsanlar insan olarak tanındıkları andan itibaren tanrılara tapmaya başlıyorlar; sanat eseri yarattıkları anda dinler yaratıyorlar.
Bu yalnız korkunç güçleri yatıştırmak isteğinden kaynaklanmıyor, bu ilk inançlar güzel ama aynı zamanda da korkutucu bu dünyadaki insan deneyiminin ayrılmaz bileşeni olan merak ve gizemi ifade ediyorlar. Sanat gibi din de, bedenin miras aldığı acıya karşın, yaşamda değer ve anlam bulma çabasının bir sonucu. Öteki bütün insan etkinlikleri gibi din de kötüye kullanılabilir ama daima yaptığımız bir iş gibi görünüyor.
Din yalnızca yönlendirici kralların ve rahiplerin başlangıçtaki laik yapısıyla dümen tutup gitmiyor, insanlık için doğal bir yapısı da var. Gerçekte şimdi geçerli olan laiklik tamamıyla yeni bir deneyim, insanlık tarihinde öncesi yok. Ama nasıl işlediğini daha da görmemiz gerekiyor. Bizim Batılı liberal hümanizmimizin bize doğal olarak gelen birşey olmadığı da doğru; şiir ve resimden zevk almamız gibi, onun da geliştirilmesi gerekiyor.
Hümanizm kendi başına Tanrısız bir din ve elbette bütün dinler teistik değil. Bizim etik laik ülkümüzün kendi zihne ve yüreğe ilişkin disiplinleri var ve insan yaşamına bir zamanlar daha gelenekçi dinlerin sağladığı nihai anlama inanılması için araçlar veriyor.