1848 tarihli Komünist Manifesto derin kavrayışlarla dolu, zengin anlamlar içeren ve siyasal olasılıklarla yüklü olağanüstü bir belgedir. Dünyanın her yanında milyonlarca insan –köylüler, işçiler, askerler, aydınlar ve her türden meslek sahipleri– yıllar boyunca ondan etkilenmiş ve ilham almıştır. Bu belge yalnızca kapitalizmin dinamik siyasal-ekonomik dünyasını daha kolaylıkla anlaşılabilir kılmakla kalmamış, yaşamın her alanından milyonlarca kişiyi tarihin çizgisini değiştirme, ortak çabayla dünyayı daha iyi bir yer yapma amacını güden uzun, çetin ve sonu gelmez gibi görünen siyasal mücadeleye aktif olarak katılmaya yöneltmiştir.
Ama şimdi Manifesto’yu yeniden yayınlamak niye? Etkileyici söylemi bir zamanlar olduğu gibi yine büyüsünü devam mı ettiriyor? Geçmişten gelen bu ses şimdi hangi bakımlardan bize hitap edebilir? Sınıf mücadelesine katılmaya çağıran bu cezbedici ses hâlâ bir anlam taşıyor mu?
Marx ve Engels’in 1872 basımının Önsöz’ünde yazdıkları gibi, daha o zamandan kilit bir tarihsel belge haline gelmiş bir şeyi değiştirme hakkımız olmayabilir, ama içerdiği anlamları derinlemesine düşünme ve gerekirse yeniden yorumlama, önerilerini sorgulama ve her şeyden önce, ondan çıkardığımız sonuçları uygulamaya koyma hakkımız ve siyasal yükümlülüğümüz vardır.
Elbette, Marx ve Engels’in uyardığı gibi, “ilkelerin pratiğe uygulanması”, Manifesto’nun da her yerde ve her zaman belirttiği gibi, o anda var olan tarihsel koşullara” (ben buna coğrafi koşulları da eklerdim) “bağlı olacaktır”. Şimdi 2008 yılındayken, dönem dönem tekrarlanarak, Manifesto’nun belirttiği gibi, “her seferinde bütün burjuva toplumunun varoluşunu daha da korkutucu bir biçimde tehdit eden” o ticari bunalımlardan birinin tam ortasında olduğumuz kesindir.
Gıda fiyatları denetlenemez biçimde yükseldikçe her yerde özellikle de daha yoksul ülkelerde gıda isyanları patlak veriyor. Bu nedenle, Manifesto’nun günümüzle ilintililiğini yeniden değerlendirmek için koşullar elverişli görünüyor. İlginç biçimde, Manifesto’da reform için yapılan en ılımlı önerilerden birisi –kredilerin devletin elinde toplanması önerisi– ABD Merkez Bankası’nın, Avrupa Merkez Bankası’nın ve diğer önde gelen kapitalist devletlerin merkez bankalarının dünya finans sistemini kurtarmak için ortaklaşa yaptıkları girişimler sayesinde neredeyse gerçekleşmek üzere görünüyor (İngilizler önde gelen bankalarından birisi olan sorunlu Northern Rock’ı sonunda kamulaştırdılar).
Öyleyse, eşit ölçüde ılımlı ama tümüyle mantıklı diğer önerilerden bazıları –örneğin, devlet okullarında tüm çocuklara parasız (ve iyi) eğitim verilmesi; herkese eşit çalışma yükümlülüğü; şimdi bizi kuşatan dudak uçuklatıcı sosyal ve ekonomik eşitsizliklerden kendimizi kurtarmamız için ağır bir artan oranlı ya da tedrici gelir vergisi– niçin benimsenmesin?
Ve belki, kişisel miras hakkının kaldırılması önerisine uysaydık, hem üretkenliğini hem de büyüleyiciliğini koruyan doğal bir dünyanın yanı sıra onurlu bir yaşam ve çalışma ortamını çocuklarımıza ortak miras olarak bırakmaya daha büyük dikkat harcayabilirdik.
Öyleyse, Ocak 1848’in kasvetli günlerinde Brüksel’de hazırlanan bu metni alıp lazer ışınlı bakışını Londra’da ve Leeds’de, Los Angeles’ta ve New Orleans’ta, Şangay’da ve Şenzen’de, Buenos Aires’te ve Cordoba’da, Johannesburg’da ve Durban’da … fiilen var olan kendi durumumuz üstüne odaklayalım.
İşte, 31 Ocak 2008 günü parlak ışıklarla aydınlatılmış New York kentindeyim –Marx’ın Manifesto’ya son rötuşları yaptığı günden neredeyse 160 yıl sonra–, bu elden hiç düşmeyen metne yeni bir giriş yazmak için oturuyorum. Geçmişte ve günümüzde mükemmel bir yetkinlikle kaleme alınmış pek çok girişin var olduğunu bilerek bunu yapıyorum.
Ama yakın tarihte yazılmış olanların çoğu, bana kalırsa, Manifesto’yu zamanı çoktan geçmiş, öngörüleri ya hatalı ya da bizim daha incelikli değilse bile daha karmaşık zamanımızla ilintili kılınması en azından son derecede tartışmalı olan salt bir tarihsel belge olarak görüyor.
Metnin bariz eksikliklerine ve şimdi siyasal açıdan doğru sayılan şeylerle ilgili aynı ölçüde bariz yanılgılarına bahane bulmaya çalışmıyorsak, yapabileceğimiz en iyi şey anlatımına hayran kalmak, yaptığı göndermelere açıklayıcı notlar düşmek, özümsediği ve yansıttığı etkilerin izini sürmek ve özündeki siyasal mesajı ya geçmişi özleyen bir solcu nostalji battaniyesinin altına ya da bir yığın akademik dipnotun içine gömmektir.
Reel komünizmlerin 1989’dan sonra çökmesi ve iktidarda kalan komünist partilerin de, Çin’de ve Batı Bengal’de olduğu gibi, acımasız derecede sömürücü bir kapitalizmin aracılarına dönüşmesi, Manifesto’nun doğurup beslediği siyasal geleneğin üstüne gerçekten ağır bir örtü örtmüştür. Tüm o sancılı tarihten sona kim bir komünist manifestoya ihtiyaç duyar ki?
Ama çevremize bakalım, neler görüyoruz? Burada New York kentinde Wall Street kâr paylarının bilançosu henüz çıkarıldı: dünyanın finans sistemini allak bullak ederek, şimdi en az 200 milyar ABD doları olduğu tahmin edilen, günden güne de artan (bazıları, örneğin Uluslararası Para Fonu, her şey bitinceye kadar kayıpların trilyon doları bulacağını söylüyorlar) finansal kayıplara yol açan yatırım bankacıları için tastamam 33.2 milyar ABD doları (bir önceki yıla göre sadece birazcık daha az).
Bankacılar (Merrill Lynch, Citicorp ve şimdi kapatılmış olan Bear Stearns gibi saygı uyandıran adlarıyla) ilk kez 2007 yazında zorluklarla karşılaştıkları zaman, dünyanın merkez bankaları (ABD Merkez Bankası’nın önderliğinde) alelacele muazzam miktarlarda kısa vadeli krediler açtılar ve sonra bunları güvenceye almak için faiz oranlarını düşürdüler.
Bu arada, sıkıntının kaynağında ABD’deki dar gelirlilere verilen ipotekli konut kredisi bunalımı yatmaktadır; bu bunalımda, hiçbir yerden yardım alamadan (ABD Kongresi’nin birkaç gecikmiş ve büyük ölçüde sembolik destek jesti ve finansal kurumların ve anlaşılabilir bir şekilde endişeli yerel yönetimlerin sağladığı sosyal yardımlar dışında) şimdiden 2 milyona yakın kişi konut kredisi borçlarını ödeyemediği için evini kaybetmiştir (birçoğu da sıradadır).
İlk başlarda ipotekli kredi iptalleri ağırlıklı olarak ABD kentlerinin daha yoksul kesimlerindeki düşük gelirli Afrika kökenli Amerikalılar ve kadınlar arasında (özellikle tek kişilik hanelerde) yoğunlaşmıştır; geriye, tümüyle mahvolmuş semtlerde pencereleri tahtalarla kapatılmış ve yağmalanmış bir yığın ev kalmaktadır. ABD’nin birçok kentini sanki bir “finansal Katrina” kasırgası vurmuş gibi bir görüntü oluşmaya başlıyor.
“Her şeyin aşırı çok olduğu”, “fazla üreten” ve aşırı spekülasyon yapan toplum düpedüz dağılmış ve her zaman olduğu gibi, “geçici bir barbarlık durumu”na geri dönmüştür. Bizi bu hengameye sürükleyen şirket başlarının bazıları işini kaybetmiştir.
Ama iyi günlerde kazanmış oldukları milyonlarca dolardan geriye bir şey ödemek zorunda değildiler ve bazıları, koltuktan indiklerinde inanılmaz derecede cömert erken ayrılma tazminatları (altın tokalaşma) aldılar – örneğin, Merrill Lynch’ten Stan O’Neal’a 161 milyon dolar ve Citicorp’tan Charles Prince’e 40 milyon dolar ödendi (batık İngiliz bankası Northern Rock’ın başı 750.000 sterlinle ayrıldı). İpotekli kredisi iptal edilenlere ise fazladan vergi tahakkuk ettirilmiştir, çünkü bir borcun affedilmesi kazanç olarak değerlendirilmektedir.
Sınıfsal yaralanmaya bir de hakaret ekleyecek biçimde, şimdi anılan adıyla “ipotekli kredi iptal fabrikası”nda çalışan şirketler ve avukatlar çok güzel kazanç elde ediyorlar. Sınıf farklarının (genellikle olduğu gibi, ırkla ve cinsiyetle inceden inceye dokunmuş farkların) postmodern zamanımızın sosyalliğiyle ilintili olmadığını kim söylemişti?
Manifesto’nun çağdaş bir yorumunu böylesine şaşırtıcı kılan budur, çünkü Manifesto’nun anlattığı dünya hiçbir şekilde gözden kaybolmamıştır. Ne de olsa, açgözlülüğün, bencilliğin, rekabetçi bireyciliğin, kim ya da ne pahasına olursa olsun her türlü kısa dönem kazancı yağmalama şehvetinin her dönemeçte çevremizi kuşattığı bir turboşarjlı kapitalizm dünyasında yaşamıyor muyuz?
Marx ve Engels’in gözlemledikleri gibi, kapitalizm “üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz” (tüketim ilişkileri de bunlar arasındadır). Bunun sonucunda sürekli olarak “toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı” ve beraberinde getirdiği “bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı” kişisel ve yerel ekonomik varlıklarda inanılmaz bir uçuculuk yaratır (endemik finansal bunalımlara ve hisse senedi değerlerindeki baş döndürücü hareketlere hiç değinmeyelim).
Ücretlerin “gitgide daha çok dalgalanması” ve geçim olanaklarının “gitgide daha çok istikrarsızlaşması” sonucunda, kişisel güvensizlikler (işle, sosyal tedarikle, emekli maaşlarıyla ilgili) ve ortak kaygılar (bizi tehdit eder görünen başkalarıyla ilgili) çoğalarak, göçmenlere, muhaliflere ve farklı görünen ya da davranan herkese uygarca muamele edilmesine elverişsiz bir hava oluşturur. “Katı olan her şey”in sürekli olarak “buharlaşıyor” gibi görünmesine şaşmamak gerekir.
Şirketsel sermayenin her yere yayılmış gücü ve nüfuzu, bize hakikati söylediğine o zamana kadar güvendiğimiz “her faaliyeti” –paralıların çıkarlarına hizmet eden bütün o satılmış siyasetçiler şöyle dursun, profesörlerin, alimlerin ve medya gurularının yanı sıra, “hekimi de hukukçuyu da rahibi de şairi de bilim adamını da”– çevreleyen “haleyi söküp atmayı” sürdürmüyor mu? Kültür dediğimiz şeyin ne büyük ölçüde “bir makine” (ya da günümüzde bir elektronik cihaz) “olarak hareket etme” (ya da kendini ona eklemleme) “eğitiminden başka bir şey olmadığı”nı ve duygusallar tarafından uygar bir toplumun sağlam kalesi olduğu savunulan ailenin, pek çok ikiyüzlülüğe bulaştırılmadığı zaman bile, “basit bir para ilişkisine indirgendiği”ni belirtmek hazin değil midir?
İnsanlar arasında “çıplak kişisel çıkardan, katı nakit ödemeden başka hiçbir bağ”ın olmadığı, insanların salt birer nesne ve pazarda birer mal olarak görüldüğü, çoğumuzun çalışarak başkalarına servet kazandırdığımız bir dünyada birazcık yabancılaşmış olmaktan daha fazlasını da hissetmiyor muyuz?
Emeğin büyük ölçüde “çekiciliğini yitirdiği” ve üretim ilişkilerinin salt “despotik” hale geldiği ve gittikçe, odacıdan bankacıya kadar hepimizin, toplumsal ya da çevresel sonuçlardan en ufak bir kaygı bile duymaksızın körü körüne yoluna devam ederek gitgide genişleyen ve durmaksızın hızlanan bir kapitalist birikim makinesinin basit birer eklentileri olarak konumlandırıldığımız bir dünya hakkında ne diyebiliriz?
En büyük üretim kapasitesinin, harikulade ulaşım ve iletişim olanaklarının, herkese onurlu bir yaşam ve daha güvenli bir gelecek sağlamak üzere elbette kullanılabilecek olan bilimsel-teknik anlayışların tam ortasında bütün bunların gözlenmesi hayret verici değil midir? Son olarak, bunları mazur gösterenlerin ve siyasetçilerin defalarca vaat ettiği özgürlüğün ve serbestliğin “bir tek, acımasız özgürlük – serbest ticaret yapma özgürlüğü” ile birleşmiş piyasa özgürlüğünden ve (ödeme gücüne bağlı olarak) piyasa seçimi özgürlüğünden başka bir anlama gelmediğini kavramak derinden yaralayıcı değil midir?