Türk milleti, nihayet yetmiş yıl evveline kadar, dünya’nın en büyük devletlerinden biriydi. Yemen’den Orta Avrupa ovalarına kadar her tarafta o’nun şanlı bayrağı dalgalanmaktaydı. O çünkü topraklarımız üzerinde bugün yirmiden fazla devletçilik kurulmuştur. Bu kayıplar, teknik gelişmeye zamanında ayak uyduramayışımızla, bunun bir neticesi olan aşağılık duygusuna kapılmamız yüzünden ortaya çıkmıştır.
Bu durum hiç şüphesiz çeşitli iç ve dış amilin eseriydi. Böyle olduğu halde, birçok kötü niyetli kimse kabahati, bizi, biz yapan yüce dinimiz, sağlam ahlakımız ve annelerimize yükleye gelmişlerdir.
-I-
KABUL OLAN DUA
Karşı tepelerin arkasında batmaya hazırlanan Güneş, “Kosova” üzerine son turuncu ışıklarını gönderiyordu. Artık sabahki kızgınlığı kalmamış, tatlı bir meltemle birlikte akşam serinliği de başlamıştı. Sabahtan beri bir an durup dinlenmemiş ve namazlarını dahi at üstünde imâ ile yâni kaş göz işaretleriyle kılmış olan gaziler, nihayet yer yer kaçışmaya başlayan düşmana son ve katli darbelerini indiriyorlardı. Onların, rengârenk sarıklarıyla düşman kuvvetleri üzerine atılışları uzaktan rüzgârda dalgalanan bir lâle bahçesini andırıyordu.
Gazilerin “Allah!.. Allah!..” nidaları. Haçlıların “Hurra!.. Hurra!..” diye boğuk haykırışları, çelik kılıçların sert tulga ve zırhlar üzerine inişlerinden çıkan tok madenî sesler, at kişnemeleri ve yaralı iniltileri birbirine karışıyor ve karşı dağlarda yankılanıyordu. Güneşin son ve zayıf ışıkları, keskin ve parıltılı kılıçlarla, yer yer birikinti hâline gelen düşman kanları üzerinde kızıl akisler meydana getirirken, tabiatla birlikte “Haçlılar”ın talihleri de kararmaya başlıyordu.
Takvimler, 1389 yılının 15 Haziran’ını gösteriyordu. Ordusunu düşman karşısında bir hilâl şeklinde mevzîlendirmiş bulunan Osmanlı Başkumandanı Sultan Birinci Murad, merkez kesiminde yer almış ve “Otağ-ı Hümâyun” denilen çadırını savaş sahasına hâkim bir tepeye kurdurmuştu. Yanında Sadrazam Çan-darlı Ali Paşa ile Timurtaş Paşa olduğu halde savaşı bu tepeden idare ediyordu.
Osmanlı Ordusu’nun, Rumeli askerinin yer aldığı sağ kanadına Şehzade Bâyezid, Anadolu askerinin yer aldığı sol kanadına ise, Şehzade Yâkub kumanda ediyordu. Her ikisi de birbirinden yiğit olan bu iki yetişmiş evlâdının “Birleşik Haçlı Ordusu’nu büyük dirayetle imha edişini seyreden Sultan Muradın göğsü gururla kabarıyordu.
Yalnız – her nedense – otağının önünde beyaz bir at üzerinde hareketsiz duran Pâdişah’ın hâlinde alışılmamış bir durgunluk vardı. Savaşı ve hattâ zaferi bile kanıksamış görünüyordu. Kayıtsız ve loş bakışlarını, uzağa çevirmişti.
Gerçekten bu yaşa gelinceye kadar pek çok savaş idare etmiş ve sayısız zafer kazanmıştı. Bu sebeple şan ve şerefe doymuştu. Fakat O’nun bu durgunluğu, zafere doymuş ve onu kanıksamış olmakla izah edilebilir gibi değildi. Bu durum yanındaki paşalara bile garip ve manâlı gelmekteydi. O’nun bu kadar derin bir düşünceye daldığını hiçbir zaman görmemişlerdi. Bu yüzden Pâdişah’ın bu uzun sükûtunu bîr türlü izah edemiyor, buna rağmen de kendisine hiçbir şey sormaya cesaret edemiyorlardı.
Bu sebeple iki saate yakın bir zamandan beri hepsi de susuyorlardı. Böyle bir duruma alışkın olmayan paşalara bu müddet olduğundan da daha uzun gelmişti. Onlarla Pâdişâh arasında bu müddet zarfında gayet kısa bir konuşma geçmiş, o da şöyle olmuştu:
Düşmanın henüz direnmekte olduğu bir sıradaydı. Şehzade Yâkub’un kumanda etmekte olduğu sol tarafa dalgın dalgın bakmakta olan Pâdişah’ın yüz hatları aniden asabî bir şekil almıştı. Bunu gören paşalar orada bir fevkalâdeliğin cereyan etmekte olduğunu farketmiş ve nazarlarını o tarafa çevirmişlerdi.
Hakîkaten arkasını bir meşeliğe vermiş olan sol cenah, son bir gayretle toparlanan düşmanın ağır tazyiki karşısında dayanamayıp gerilemeye başlamıştı. Şehzade Yâkub, büyük bir gayretle mevkiini korumaya çalışıyor, fakat düşmanın ağır hücumlarına karşı koyamıyordu. Bu hâli gören Birinci Murad, yanına çağırdığı bir yeniçeri erine şu emri vermişti:
“- Tez var git, Şehzade Bâyezid’e söyle, acele kardeşinin imdadına yetişsin!.. Aradan beş dakika geçmemişti ki; yeniçeri bu emri Şehzade Bâyezid’e ulaştırmıştı. Fakat Bâyezid’in kardeşine yardım edebilmesi için savaş sahasını bir baştan diğer başa ortasından yarıp geçmesi gerekiyordu.
Şehzade Bâyezid’in bu maksadla düşman saflarına saldırdığını gören Sırp Kralı Lazar, yirmi bin Boşnak askerini O’nun üzerine saldırtmıştı.
Daha önce Karamanoğulları’na karşı yapılan bir savaşta yine Rumeli askerine kumanda etmiş olan Şehzade Bâyezid’e asker tarafından son derecede çevik hareket etmesinden dolayı “Yıldırım” lâkabı takılmıştı. Bu unvana haklı olarak sâhib olduğunu bir kere daha İsbât etmek imkânını bulan Şehzade Bâyezid, bu yirmi bin Boşnak askerini darmadağınık ederek kardeşinin imdadına yetişmişti. O’nun arkasından Yahya Bey, Kara Mukbil Bey, Evranuz Bey ve Sanca Paşa gibi diğer kumandanlar da sol cenahın yardımına koşuşmuş, bunun üzerine gerileyen Şehzade Yâkub toparlanarak yeniden düşmana saldırmaya başlamıştı.
Artık saflar birbirine girmiş ve kıyasıya bir vuruşma başlamıştı. Türkler’i, onların “Rumeli” dedikleri Avrupa topraklarından atmak için toplanan bu muazzam “Haçlı Ordusu” işte yok olmak üzereydi. Tepeden tırnağa zırha bürünmüş olmaları hiçbir fayda vermiyordu. Birer birer, budanan ağaç dalları gibi devrilen düşman askerlerinin sâhibsiz kalan atları, kişneyerek sağa sola kaçışıyorlardı. Halbuki ancak altmış bin kişiye varan Osmanlı Ordusu’nun birkaç misli bir kuvvete sâhib olan Haçlılar, “Kosova”ya ne ümitlerle gelmişlerdi.
Sırp Kralı Lazar’ın teşvikleriyle kurulan bu “Birleşik Haçlı Ordusu”na “Bulgarlar”, “Macarlar”, “Arnavutlar” ve “Ulahlar” gönüllü olarak katılmışlardı. Sür’atle teşekkül eden bu muazzam orduya kumanda eden Sırp ve Bosna Kralları galip geleceklerinden o kadar emindiler ki; Sultan Murad’ı tutup getirecek olana, büyük mükâfatlar bile vaad etmişlerdi. Fakat işte henüz akşam karanlığı bastırmadan mağlûp ve perişan bir halde kaçışmaya başlamışlardı. Büyük ve iddialı konuşmalarına rağmen, bir tek gün bile dayanamamışlardı!..
Babası Orhan Gâzi’nin âni ölümü üzerine Osmanlı tahtına otuz dört yaşında geçmiş olan Sultan Murad şimdi altmış yedi yaşındaydı. Fakat hâlâ gücü kuvveti yerindeydi. Gerçekten bembeyaz sakallan olmasa, bir delikanlı zannolunacak kadar genç ve dinçti.
Tahta, hiç ummadığı bir zamanda geçmişti. Bu mevkiin hakkını vermeye pek de hazır değildi. Önce, Türk Ordusu’nu ilk defa Rumeli yakasına geçirerek onunla arka arkaya birbirinden parlak zaferler kazanan ağabeysi Süleyman Paşa, fecî bir kaza sonunda şehîd olmuştu. O’nun arkasından da bu acıya dayanamayıp babası Orhan Gazi az bir zaman sonra vefat etmişti. Bu suretle devlet yükü omuzlarına çöken Sultan Murad hazırlıksız olmasına rağmen, bu yükü şeref ve dirayetle taşımış ve ordusunu zaferden zafere koşturarak ülkesini bir hayli genişletmişti.
Gerçekten “yiğit” veya “kahraman” mânâsındaki “Hüdâvendigâr” lakabıyla anılan Sultan Murad’ın dirayet ve idaresi altındaki Türk Ordusu, Rumeli’de baş döndürücü bir sür’atle İlerlemişti. Bundan endişeye kapılan “Balkan Kavimleri” birçok kereler Birleşik Haçlı Orduları teşkil ederek Türkler’in üzerine saldırmışlar fakat bunların hepsi de yalçın kayalara çarpan hırçın dalgalar gibi dağılıp parçalanmıştı. Ancak bu sefer yenilen “Haçlı Ordusu” bunların en büyüğüydü. Hakîkaten bu zafer. Sultan Murad’ın şimdiye kadar kazandığı zaferlerin en şereflisiydi. Çünkü Hıristiyanlar için artık Türkleri Rumeli’den söküp atmanın artık hiçbir imkânı kalmıyordu!..
Fakat tuhafı şuydu ki; bu neticeden tamamiyle emin bulunan Sultan Murad’ın o nûrânî yüzünde, kaçan düşman askerini seyrederken bile en küçük bir memnuniyet ifâdesi görülmüyordu. Sanki kazandığı bu muhteşem zaferden hiç de memnun olmamıştı. Dalgın ve loş bakışlarla, oğulları Bâyezid’le Yâkub Beylerin düşmanı kovalayışlarını seyrediyor ve hiç konuşmuyordu. Sâdece bir ara Şehzade Bâyezid’in düşman kuvvetlerini yararak kardeşinin imdadına yetiştiği görünce:
“- Bu, ancak O’nun yapabileceği bir işti!.. Askerler O’na sebepsiz yere “Yıldırım” lâkabını takmamışlar!.” diye mırıldanmıştı.
O zaman yanındaki Sadrazam Çandarlı Ali Paşa’nın zihninde bir sual belirmişti. Acaba, artık bir hayli ihtiyarlamış bulunan Pâdişâh, kendisinden sonra yerine geçmeye hangi oğlunun daha lâyık olduğunu görmek için mi onları ordunun İki yarı kanadına kumandan tayin etmişti?!. Yoksa deminden beri bunu mu düşünüyordu? Bu düşünceyle zihninden iki şehzadeyi karşılaştırmaya koyulan Ali Paşa birden Pâdişah’ın cevap bekler gibi bir edâ ile kendisine doğru baktığını fark etmiş ve derhal toparlanarak:
“- Evet, Sultânım!.. Allah O’nu devlete ve millete bağışlasın!..” diye bir cevap yetiştirmişti.
Timurtaş Paşa da bu sözü tasdik makamında başını sallamıştı.
Ali Paşa bu konuşmadan Pâdişah’ın Şehzade Bâyezid’i kardeşinden daha fazla beğenmekte olduğunu anlamıştı. Fakat şimdi her üçü de alabildiğine susuyorlardı. Paşalar, Pâdişah’ın derin bir keder ve düşünce içinde olduğundan tamamiyle emindiler. Fakat bunu O’na nasıl sorabilirlerdi?!.
Mehter takımı zafer marşları çalmaya başlayınca atından inen Pâdişâh, hemen yanıbaşındaki otağına doğru yürümeye başladı. Paşalar da O’nu takip ettiler.
Çadırına girince tahtına geçip oturan Sultan Murad, yumuşak bir baş ve el hareketiyle paşalara da oturmalarını işaret etti. Yine hiç konuşmuyorlardı.
Pâdişah’ın düşünce ve kederini merak eden Çandarlı Ali Paşa’nın artık sabrı tükenmişti. Bütün cesaretini toplayarak:
“- Sultânım, cür’etimi bağışlayınız ama böylesine sevinilecek bir günde bu derecede üzülmenizin sebebi nedir?!. Acaba canınızı sıkan bir hatamız mı oldu?!.” deyince Pâdişâh daldığı derin düşüncelerden sıyrılır gibi oldu. Bu fedakâr silâh arkadaşına bir cevap vermek lüzum ve zaruretini hissetti. Fakat yinede:
“- Hayır Paşa Hazretleri!.. Hiç kimsenin bir hatasını görmedim. Herkes bu devlete hizmet için elinden geleni yapmıştır. Yarın Allah huzuruna vardığımızda hepinizin yüzü ak olsun!..” dedi ve yine sustu.
Anlaşılan Pâdişâh üzüntüsünün sebebini açıkla…