Biraz Sabahattin Ali’nin, “Kürk Mantolu Madonna”sıydın; biraz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Huzur”da anlattığı Nuran ve en çok da Nilgün Marmara’ydın. Ne yalan söylemeli; yine Tanpınar’ın “Yaz Yağmuru” hikayesindeki o büyülü, o uçarı kadında da senden çok izler vardı. Masum bir sevinç için, ikbal yakan kadınlardandın sen. Bir cinnetin, bir karabasanın yaşandığı bu hayatta artık yoksun. “İyi ki de yoksun” diyorum; çünkü çok acı çekerdin. Beynindeki esrar da yetmezdi seni avutmaya. Ölümüne kadar sana olan aşkımı bir sır gibi saklayıp bu aşk o derin merhametinle bağlandığın için, sana minnettarım. Sen benim için, kırk yılda bir gibisin; öyle eksik, öyle hazin, öyle paramparça…
Sevmek için çıkardın sokağa…
Toprak yollar ve terk edilmiş kumsallar asıl yurdundu senin.
Şehir bitmişti. Paramparçaydı. Herkes şehirden kaçmayı düşünüyordu.
Sense insanlara, unutmaya terk ettikleri el hünerlerini hatırlatan rüya yorumları yapıyordun. İnsanlar şehri terk etmesin diye, geceleri kumsallarda gördüğün iyi kalpli perileri anlatıyordun onlara…
İnsanların işi mucizelere kalmıştı. Süpermarketlerdeki kasiyer kızların gözlerinde mucize arıyordu herkes; bozulmuş sokak lambalarında…
Karaya çıkan, evlere sokulan tankerlerde. Alarm seslerinde… Gece haberlerinde…
Mor pencereli bir kapıcı dairesinde kalıyordun.
Evinin her yerinden görülen kanatlı bir at yaşardı seninle birlikte. Aşktı bunun adı. Ardında bütün bir tarihin vardı. Hafızan vardı.
Bildiklerin, deneyimlerin vardı.
Ama kanatlı at, bütün bunları küçümserdi ve bu senin, gizliden gizliye, çok hoşuna giderdi…
At bazen seni de küçümser, alır başını giderdi…
Böyle zamanlarda evin öylesine rutubetli olurdu ki yatağının altında iki akrep sevgili beklerdi…
Yıllardır pusuya yatmış rutubet, fotoğrafların kalbini oyardı…
Mor pencereli bir kapıcı dairesinde kalıyordun. Toprağın altındaydı evin. Örtülü arzuların, utanılmış anıların, yıkımların, yurdun olan toprak yolların, başıboş tankerlerin sığındığı kumsalların altındaydı…
Ve sen evinden ne kadar uzakta olursan ol, yine de evini, o mor pencereni görürdün…
Gökyüzünde bile karşılığı olmayan sevginle göz göze geldiğimde, içeriden yırtılan bir göz gibi kanayan o mor pencereni, kimi geceler şehrin çok uzak semtindeyken bile hisseder; içini bir acı kaplar; ne kadar istesen de o an artık bir daha hiç evine gidemeyeceğini, evine varamayacağını düşünürdün…
Evin, sancılar ve ateşler içinde yanardı…
Doğmak isteyen, ama bir türlü doğamayan bir anlamın, bir duygunun sancısıyla yanardı; ateşler içinde yanardı…
Onca atılıştan sonra, evinde saklanan birine yeni keşfedilen bir yolun haberini getirircesine evine dönerdin.
Kimsenin haberi yoklu; sen, evinde kullanılmayan ruhlardan, terk edilmiş duygulardan, kimsenin adanmaya değer görmediği aşklardan oluşan bir kabile kurmuştun.
Herkes evine eşyalar, doğurgan silahlar, kötü günlerde kullanılacak vaatler taşırken, sen dostlarının bir türlü açamadığın kalplerini getirirdin. Alıngan, küskün gözlerini; kimsesiz yüzlerini; kimsesiz bencilliklerini…
Tanrı’nın onca özelliğinden, sadece kendini hep haklı görüşünü benimsemişti insanlar…
Hep haklı kalabilmek için de durmadan ne buluyorlarsa içiyorlardı… Alkol, uyuşturucu, suda çözülen inançlar, gelecek yılların mevsimleri…
Sen, sevmek için çıkardın sokağa ama hayaletlerle dönerdin evine…
Kelimelerin, anlamların hayaletiyle…
Öldüğü halde, bunu kendisinden bile gizleyen dostlarının hayaletleriyle…
Sen sevmek için çıkardın sokağa ama kimsesiz yoksulların cesetleri keserdi yolunu…
Şehirde ölüm, sadece kimsesiz yoksulların yaşadığı bir hastalık gibiydi.
Ve yaşadığını sanan herkes, ölümü değil, en çok ölen kimsesiz yoksulun cinsel organını merak ederdi.
Ve ölümü unutturmak için, bütün meydanları, parkları, yolları cetvelle çizerler ve kör bir ışıkta aydınlatırlardı.
Ölümü unutturmak için soluklanacak ve saklanacak yerleri herkese gösterirler, ardından hizmete açarlardı…
Sense şehirdeki bütün soluklanacak, saklanacak yerleri evine taşırdın…
Hayat öylesine çekilmişti ki şehirden, tek yaşam belirtisi, kanlarındaki derin fısıltıydı, göğüslerini jiletleyen isyankârların…
Sen sevmek için çıkardın sokağa ama kaderine terk edilmiş kimsesiz yoksulların cesetleriyle ve isyankârların göğüslerinden akan kanların derin fısıltılarıyla dönerdin evine…
Çok yoksuldun, öylesine yoksuldun ki yoksullar bile korkardı yoksulluğundan, yoksulluk bile korkardı…
Saçındaki bir kıvrım, duvara yansıyan gölgen, gölgendeki mağrur sesin, tenindeki kurtarılmış bir koku, aklını karıştırırdı yoksulluğun…
Modası geçmiş bir yoksulluktu seninkisi.
Tarih başlasa da, bitse de hep başı dertte olan isyankârları evinde saklamaktan onur duyardın sen…
Çocuksu, kuraldışı, nefesi kendinden bir ateş, bu onur duygusunu hep sımsıcak tutardı…
O çok eski kadınlardandın sen. Ansızın susar ve şehri o parçalanmamış haliyle dinlerdin.
Henüz doğmamış ama doğmak için sabırsızlanan bir anlamın, bir duygunun çığlığını duyardın…
Bu çığlığa kendini adardın.
Çünkü her acının, her çağrının, içinde bir karşılığı vardı.
Mor pencereli bir evin vardı ve toprağın altındaydı evin.
Şehir bitmişti, paramparçaydı ve herkes şehirden kaçmayı düşünüyordu…
Ama sen nerede olursan ol, şehir bir bütündü…
Mucize bir bütündü. Kavuşmak ve ayrılmak bir bütündü…
Herkesin her şeyle bir ilişkisi, beraberliği vardı ve bu doğaldı…
Sen, çok eski bir şeye aşık olan o eski kadınlardandın…
Sen, birini sevdiğinde bütün dünyayı, herkesin her şeyle ilişkisini sevendin…
Senin birini sevmen, dünyanın bütün dertlerini, bütün acılarını göğüslemeye hazır olduğun anlamına gelirdi…
Acıları ve sana akacak olan dünyanın her şeyini daha iyi ve kesintisiz algılamak için, bildiğin her şeyi unutturdun…
Yalınlaştırırdın kendini. Arındırırdın…
Sen birini sevdiğinde, kendinden önce bütün dünyayı kurtarmak için severdin…
Sen, sevmek için çıkardın sokağa…
1 yorum
Ben bir girişimciyim ve yeni iş fikirleri üzerine çalışırken çeşitli kaynaklardan ilham almaya çalışıyorum. Son zamanlarda, bedava e kitap. Bu kitaplar sayesinde pazar trendleri ve iş dünyasındaki yenilikler hakkında derinlemesine bilgi edindim, bu da yeni girişimlerim için temel oluşturdu.