Bazen en büyük öfkeyi en çok sevdiklerimize duyarız.
Bazen en yakınlarımız en çok acıtır canımızı.
Bazen en tutkulu aşkla bağlı olduğumuzdan en vahşi intikamı almak isteriz.
Bazen kendi duygularımızdan bile kuşkuya düşeriz.
Bazen sevdiğimiz kuşkulandırır bizi.
Sevgiyi, aşkı mutluluğu saf ve lekesiz bir biçimde ele geçirmeyi başaramayız. Hayat, bütün izlerin birbirine karıştığı ürkütücü bir ormana benzer bazen. Böyle zamanlarda bir ses, bir işaret, bir yardım ararız yaşadıklarımızı ve bize yaşatılanları anlayabilmek için.
Bizim yaşadıklarımızı başka yaşayanlarda var mı merak ederiz.
Biz birbirimizin hiçbir şeyi…
Hafızamızın bizden bağımsız bir hayat sürdürdüğünden şüpheleniyorum bazen; kaybolduğunu sandığımız nice anı, nice çehre, söz, cümle, yazı, kendi derinliğiyle bulanıklaşmış kanalların içinde varlıklarını sürdürerek yüzüp duruyor; sonra birden, neredeyse ilk günkü kadar taze ve parlak olarak beliriveriyor; o zamana kadar niye saklanmışlardı ve o gün ortaya niye çıktılar, bunu hiç bilemiyoruz.
Geçenlerde, her mevsimden kendinde bir şeyler taşıyan kararsız bir sabah vakti, beyaz yelkenler gibi şişen bulutlarla çocuksu bir güneşin yaşadığı saklambacın bir yağmura mı, yoksa ılık bir güne mi döneceğini kestirmeye çalışarak, uzaktan kremalı bir pasta gibi gözüken uçuk sarıya boyanmış konağa yaklaşırken, Goethe’nin Frau von Stein’a yazdığı bir ayrılık mektubundan bir satır, görünürde kendisini çağıran hiç kimse olmadığı halde çıkıp geliverdi.
“Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama her şeyi olduk” diye yazmıştı Alman şiirinin Zeus’u.
“Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık…”
Bu kısa mektubun tümünü okumak için duyduğum ani istekle hemen eve dönüp Goethe’nin Mektuplarını çıkardım.
Kendisinden yedi yaş büyük olan, evli ve dön çocuk sahibi soylu kadına bu mektubu yazdığında Goethe yirmi yedi yaşındaydı, bütün hayatını geçireceği ve “Ben Weimarlı bir dünya vatandaşıyım” diyeceği Weimar’a geleli henüz bir yıl olmuştu.
Daha o yaşında, çok az yazara nasip olmuş olağanüstü bir şöhretin tadını çıkarıyordu; yirmi altı yaşındayken yazdığı ‘Genç Werther’in Acılan’ yalnızca Almanya’da değil bütün Avrupa’da büyük ilgi görmüş, kıtanın hemen hemen her yanında gençler Werther gibi giyinip Werther gibi konuşmaya, Werther gibi ölmeye başlamışlardı. Sokaklarda, Werther’in kitapta anlatılan kıyafetine bürünmüş, altın düğmeli mavi frak, sarı pantolon, fırfırlı beyaz gömlek giymiş binlerce genç dolaşıyordu.
Goethe’nin bu kitabında, çok yakın bir arkadaşının sevgilisi olan Charlotte Buffa duyduğu aşkı ve bu imkânsız aşk nedeniyle çektiği acıları çok içten anlattığı için gençleri bu kadar etkilediği söyleniyordu.
Sonunda çareyi tutkuyla sevdiği kadının yanından kaçmakta ve duygularını yazıp kurtulmakta bulmuştu.
O büyük aşkın ertesinde rastlamıştı bir başka Charlotte’a.
Charlotte von Stein, zarafeti ve etkileyici kültürüyle bağlamıştı genç yazan kendisine.
Zor bir ilişkileri vardı.
Sık sık yaptıkları kavgalardan birinde Goethe işte o
mektubu yazmıştı.
“Neden sana acı çektiriyorum sevgilim? Neden hep, ya sana acı çektirmek ya da kendi kendimi aldatmakla geçiyor günler? Biz birimimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama her şeyi olduk… Seni artık görmeyeceğim. Yıldızları nasıl seyrediyorsam, bundan böyle sana da öyle bakacağım demek.”
insana ait bütün duyguları şiirlerinde ve yazılarında anlatan Goethe, sanki anlattıklarını daha iyi bilebilsin diye Tanrı’nın kendisine bağışladığı bütün çelişkileri ruhunda barındıran bir yazardı ve elbette ki bir aşk ilişkisini tek bir mektupla bitirebilecek birisi değildi.
İlişkileri, Goethe çok daha genç, ama çok daha basit bir kıza âşık olup onunla evlenene ve von Stein’ı, “Cenazemi onun evinin önünden geçirmeyin” dedirtecek Ölçüde kızdırana kadar uzun yıllar sürdü.
‘Birbirlerinin hiçbir şeyi olmayacakken her şeyi olmaya’ devam ettiler.
Hem çok sevdiği hem çok beğendiği biriyle ‘onun hiçbir şeyi olmamak’ üzere yola çıkıp onun her şeyi olmaya varmak, kabul etmeli ki, insanın ilgisini çeken bir macera.
Hele bunun ‘birbirlerinin her şeyi olmak için yola çıkıp birbirlerinin hiçbir şeyi olan’ insanların çoğunlukta bulunduğu bir dünyada yaşandığını düşünürseniz, daha baştan ‘birbirinin hiçbir şeyi olmamaya’ karar vermenin sihrinin etkisinden pek kurtulamazsınız.
“Sen benim hiçbir şeyim olmayacaksın ve ben senin hiçbir şeyin olmayacağım” deyişteki korkunç vazgeçiş, hep biraz uzakta kalıp aradaki bağın, kararlarla, sözlerle, açıklamalarla, nikâh kâğıtlarına atılan imzalarla, birbirinin sahibi olabilmek için duyulan isteklerle değil de yalnızca karşısındakine hissedilen sevgiyle sürebileceğine olan muhteşem inanç, bîr aşkı bir buçuk asır sonra da hatırlanır kılıyor elbet.
‘Ben senin her şeyin olacağım’ açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, başkalarının girmeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu, kimse kimsenin ‘her şeyi olamayacağından’ sonunda insanı sıkıntıyla bunaltarak, karşısındakinin ‘hiçbir şeyi olmama’ isteğine sürüklüyor herhalde.
Tersine bir yolculuk varmış gibi gözüküyor.
Hiçbir şeyi olmamaktan başlarsan, o geniş özgürlük meralarından ‘her şeyi olmaya’ ulaşabiliyorsun.
Her şeyi olmaktan başlarsan, kısa zamanda gideceğin yer ‘hiçbir şeyi’ olmamak oluyor.
Hiçbir şeyden başlayan macera artarak, çoğalarak, genişleyerek büyüyor.
Her şeyden başlayan ise sürekli eksilmeye, azalmaya, sonunda yok olmaya mahkûm gözüküyor.
‘Birbirlerinin her şeyi olmak’, gelip bir sınıra dayanmanın, her türlü hareketten, kıpırtıdan yoksun iki kişilik bir hapishanenin temellerini atmanın parolasına dönüyor.
Sanırım, yeryüzünde birbirini seven hiç kimse ‘birbirinin hiçbir şeyi’ ya da ‘birbirinin her şeyi’ olmayı becerememiştir, ikisi de imkânsızdır çünkü.
Birbirinizi seviyorsanız ‘birbirinizin hiçbir şeyi’ olarak kalamazsınız; sevgi hareket eder, yürümek, ilerlemek, ‘her şeyi olmaya’ doğru gitmek ister; sonunda ‘her şeyi olursanız’, ondan sonrası bir ayrılık mektubudur ya da daha fenası, bir sıkıntı ve kaçış.
Ama yine de bu uzun yürüyüşte unutulmayacak epeyce haz ve acı derlersiniz.
Her şeyi olma arzusu ise, daha sevgi başlarken onun yürüyeceği yollan keseceğinden, sıkıntı, yaşanabilecek birçok haz daha yaşanmadan gelir, vurur sizi.
Goethe ‘hiçbir şeyi olmamayı’ ve ‘her şeyi olmayı’ da ha yirmi yedi yaşında keşfetmiştir; daha sonra bütün hayatı aşkta ve edebiyatta hep bu iki şeyi keşfederek geçti.
Yirmi altısında parlak bir şöhretle taçlanırken kırkında onu derinden yaralayan büyük bir başarısızlığı, okuyucularının kendisini terk edişini, sekseninde ise gelmiş geçmiş en büyük şair ilan edilişini gördü.
Yirmi yedisinde sevdiği kadının ‘hiçbir şeyi’ olmamayı isterken, yetmiş dördünde, karısı öldükten sonra âşık olduğu on dokuz yaşındaki bir kızın ‘her şeyi’ olmayı isteyerek evlenme teklif edip reddedildi.
‘Biz birbirimizin hiçbir şeyiydik’ diyen serazat çocuk, ‘her şeyi olmak’ istediği kadın tarafından reddedildiği için arabasında ağlayarak evine dönen adamın acısını da yaşadı.
Yazarken ‘her şeyi’ bilen bir yazardı, yaşarken ‘hiçbir şey’ ona mutluluğun nasıl ele geçirilebileceğini öğretemedi.
Hiçbir şey ve her şey, hepimiz gibi onun da hayatını altüst etti.
Öteki…
Onlar her şeyleriyle vaatkâr ve çekicidir; bakışlarıyla, kokularıyla, duruşlarıyla, “Sev beni” derler, “sev beni, kimse benim gibi sevişemez, benim gibi öpüşemez kimse, kimin dudaklarında böyle karadut tadı var, kim bu kadar güzel kokuyor; ay ışığında çırılçıplak dolaşırım, yağmurlarda gülerim; dokun saçlarıma, hiç bu kadar parlağını gördün mü, seni öyle çok severim ki kimse benim gibi sevemez.”
Kleopatra’dır onlar, Mara Hari’dir, Messelina’dır, Hürrem Sultan’dır.
‘Muse’ler gibi her yolcuyu şarkılarıyla sarhoş eder, yolundan döndürürler; her gemi onların sesini dinleyebilmek için felaketlere uğramaya razı olur.
Her yerdedirler, her yanda; başınızı çevirdiğinizde bir ışık bulutunun içinden çıkıverirler.
Onlar göründüğü andan itibaren bütün duygular, bilinen ne kadar duygu varsa hepsi, saklandıkları köşelerden kuytulardan çıkarak size doğru çılgın bir koşu tutturur; hepsini tadarsınız, en yakıcı olanları, en baharatlıları, en lezzetlileri.
Ve, onlar gözyaşı demektir.
Acı çektirir ve acı çekerler.
Kadınlar için, onlar, bir gün bir yerde mutlaka karşılaşacaklarını bildikleri, bu karşılaşmayı yürek çarpıntılarıyla, korkarak bekledikleri karanlık ve uğursuz hayaletlerdir.
‘Öteki kachn’ın çeşit çeşit kılıklara girebileceğini bilir kadınlar; en yakın arkadaş, komşu, bir başka erkeğin sevgilisi, iş arkadaşı, bir davetteki misafir kılığında yaklaşabilirler; bütün kadınlar diğer bütün kadınlara kuşkuyla, ‘acaba bu mu, bu en yakınımda duran mı öteki kadın çıkacak’ diye bakar, bu meşum ihtimale karşı daima hazır bekler, gizlice silahlanır, her kadının rastladığı diğer bütün kadınlar için yaptığı küçük yorumlar, eksikliklerinin ya da fazlalıklarının altını usulca çizip her an olabilecek bir çatışmaya karşı biriktirilen cephane olarak tutulur bir yanda.
Kadınların en yakın arkadaşlarını bile hafifçe çekiştirmesi, minik alay oklarıyla daha sonra vurulacak yerleri önceden işaretlemesi, vefasızlıklarından, kötü kalpliliklerinden değildir; ‘öteki kadın’ın hangi kisvenin altından aniden fırlayabileceğim bilemediklerinden ama her yerden çıkabileceğinden emin olmalarındandır.
Kızıl bir şeytan, kara bir büyücü, kötü kalpli bir orospudur ‘öteki kadın’ kadınlara göre; ‘öteki kadın’ın hep güldüğünü, hep eğlendiğini, hep kurbanlarını aşağıladığını düşünürler; ‘öteki kadın’ın nasıl ağladığını, erkeği gecenin bir vakti evine dönmek zorunda kaldığında kendini nasıl yenik hissettiğini, yalnızlığı nasıl bir yenilmişlik duygusuyla yaşadığını, kimsesiz gecelerde Kleopatra’nın masum ve güçsüz bir kız çocuğuna nasıl döndüğünü bilmezler, bunu umursamazlar da.
Birisi onlara ‘öteki kadın’ın acı çektiğini söylese, en iyi yetişmişi, en kibarı bile bir anda değişip, “Ne acı çekecek o orospu” deyiverir, “o amacına ulaşamadığı için ağlıyor yalnızca, müstahaktır ona.”
‘Öteki kadın’ ise herkese karşı dövüşür; sevdiği erkeğe, sevdiği erkeği seven kadına, o kadını destekleyen bütün kadınlara, kalabalıkların ahlakına, kendi çevresine, ailesine karşı tek başına vuruşmak ve bu olağanüstü savaştan galip çıkmak zorundadır; ‘öteki kadın’ın yenilgisi çok acıdır çünkü, savaş meydanına bir kez çıktıktan sonra oradan yenilmiş olarak ayrılırsa ona bu meydana çıkmasını pahalıya ödetirler, laf dokundurmalarla, alaylarla, dedikodularla onu parçalar, bu savaşa girme cesaretini gösterdiğine pişman ederler.
O yüzden bu savaş çok şiddetli geçer.
Arthur Miller’ın ‘Cadı Kazanında olduğu gibi yenileceğini düşünen ‘öteki kadın’ bütün bir kasabayı şeytanların istila ettiğini ve baş şeytanın da kendisinin yenilmesine yol açan erkek olduğunu söyleyebilir, Catherine de Medici gibi rakibelerinin yemeklerine zehir koydurabilir.
Hiçbir erkeğin anlayamadığı, bilemediği, inanılmaz yöntemlerle istihbarat faaliyetleri yürütülür, iki kadın birbiri hakkında neredeyse en mahrem bilgileri bile kimsenin anlayamayacağı kaynaklardan öğrenir, bu bilgileri değerlendirir, erkeğe ihbar eder, ihaneti, hattâ cinayeti kışkırtır.
Eğer bu savaşta iki kadın yenişemeyeceğini anlarsa, erkek bir türlü karar veremez ve savaşın biri lehine bitmesini sağlayamazsa o zaman beklenmedik bir şey olur ve iki kadın birden o erkeği yok etmek için uğraşır; öyle hırpalarlar ki erkeği, onu ölmekle kesin bir karar vermek arasında bir seçime bütün vahşetleri, bütün cazibeleri, bütün silahlarıyla zorlarlar.
‘Öteki kadın’ın ortaya çıkmasıyla birlikte aslında herkes acı çeker.
Bir eğlencenin, bir isteğin, bir sevginin, bir bağlılığın bu kadar süratle acı ve kedere dönüşebildiği belki de hayatımızda başka hiçbir örnek yoktur.
VIII. Henry gibi hükümranlığını ve krallığın cakasını en pervasızca, en şımarıkça yaşamış bir kral bile Katolik karısı Catherine ile sevgilisi Anne Boleyn arasındaki savaşta sıkışıp yeni bir din icat etmek ve bütün memleketin dinini değiştirip yıllarca bitmeyecek kanlı bir din savaşının başlamasına neden olmak zorunda kalır.
Ama o, kral olduğu ve krallar da kadınlar kadar vahşileşebileceği için, kadınlar arasındaki savaşı kazanan Anne Boleyn’i daha sonra o güzel başını vurdurarak cezalandırır.
Her türlü duygunun ayaklanıp ortaya çıktığı, bu yer yer çok zevkli, yer yer çok acı, şefkatle şiddetin iç içe geçtiği neredeyse ölümcül macerada, tanrıların ve kadınların erkeklere yaptığı en büyük şaka ise, aslında her kadının ‘öteki kadın’ olmasıdır.
Bütün kadınlar aynı zamanda ‘öteki kadın’dır.
En sıradanı, en durağanı, en kibarı, en sadesi, en dürüstü, en güvenilir olanı bile bir anda ‘öteki kadın’a dönüşebilir, hayattaki rolünü kendini bile şaşırtabilecek bir süratle değiştirir, bir savaşta kalabalıkları yanına alıp ‘öteki kadın’a karşı savaşırken, bir başka savaşta kalabalıkları karşısına alıp herkesle savaşa girebilir; ‘öteki kadın’ olmanın fettanlığına, çekiciliğine, yalnızlığına ve acısına bir anda kendini bırakabilir, bakışı, konuşuşu, yürüyüşü, saçlarının kesimi, görünüşü, dudaklarına sürdüğü rujun rengi aniden değişebilir.
‘Öteki kadın’ her kadının içindedir ve belki de bu yüzden onu o kadar iyi tanıyıp ondan o kadar nefret eder.
Zevk denizlerinin ‘muse’leridir öteki kadınlar.
Her kadın ‘öteki kadın’a düşmandır.
Ve, her kadın ‘öteki kadın’ olmayı çılgınca sever.
…