Bugün Kürt meselesi nispi bir özgürlük havası içinde tartışılabiliyorsa kuşkusuz bunda en fazla pay sahibi olan kişilerden biri Prof. Dr. Doğu Ergil.
Ergil 1995 yılında ülkenin ilk Doğu Raporu’nu yazdığında kopan fırtınalar hâlâ akıllarda. Söz konusu rapor, Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı ve bölge koşulları yüzünden göç edip yerleştiği illerde yapılan geniş bir saha araştırmasına dayanıyordu. Ayrıca Kuzey İrlanda, İngiltere ve İspanya’da gerçekleştirilen ve yaklaşık bir buçuk yıl süren incelemelerle bu ülkelerin ayrılıkçı hareketleri dizginleme, ıslah ve entegre etme yönünde ne tür adımlar attığı araştırılmış ve neticede geniş bir değerlendirme raporu yazılmıştı.
Ergil 2005 ve 2008 yıllarında bölgenin nabzını tutan iki yeni çalışma daha yaptı ve sonuçta Kürt meselesinin yaklaşık son on beş yılının kapsamlı bir izdüşümü çıktı ortaya. Çalışmayı önemli kılan bir diğer faktör de Ergil’in siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinler arasında yerinde geçişlerle kuru bir rapor olmanın çok ötesinde, gayet tatminkâr bir eser çıkarmış olması.
********
Türkiye bir Türk-Kürt fay hattına doğru mu gidiyor?
Kürtler kendi içlerinde hangi noktalarda ayrılıyor?
Dağa çıkışın ardındaki sosyal, ekonomik ve siyasal sebepler neler?
Kürt milliyetçiliği yükselme trendinde mi?
Türkiye’nin Doğusu demokratik ideallere güven duyuyor mu?
Sınırötesi operasyonlar terörü engelliyor mu?
İspanya ETA ile nasıl mücadele etti?
Sinn Fein ve Herri Batasuna sisteme nasıl dahil edildi?
ÖNSÖZ
Türkiye’nin kumcu ideolojisi bizini bir imparatorluk mirasçısı değil, kurtuluşu için ilk anti-emperyalist mücadeleyi veren bir “mazlum millet” olduğumuz tezine dayanır. Bu odak kaymasının bir dizi olumsuz sonucu olmuştur. İmparatorluğa ait ne varsa unutmak zorunda kalmışız. Onun çok uluslu, çok-etnili, çok-dilli ve çok-dinli yapısı konusunda hafıza kaybına uğramışız. Vatan diye bildiğimiz bu topraklarda yaşayanları oldukları gibi tanımamış, onlar arasında “bize” mal etliğimiz devletin benimsediği resmi kimliğe uymayanları “ötekileştirmiş”, hatta düşmanlaştırmışız. “Düşmanları” varlığımız ve birliğimiz için bir tehdit olarak gördüğümüzden onlan ya uzaklaşbrmış ya da yok etmeye çalışmışız. Bu nedenle tüm Cumhuriyet boyunca bu düşman(lastırdıklarımız)la boğuşmuş durmuşuz.
Bütün bunlar olurken resmi ağızlardan sürekli “birlik ve beraberliği” koruma çağrılan duymamız boşuna değil. Beraber olduklarımızla bir türlü birlik sağlayamamışız. Sağlayamamışız, çünkü biz birliği teklikte, rek-tipl eştirmekte aramış ve farklılann uyumundan türetilecek birliği herkesi benzeştirmeye, düşünce, davranış ve görünüşte aynılaştırmaya indirgeyerek tarihe ve sosyolojiye aykırı davranmışız. Bu nedenle de bir uluslaşmak projesi olan Cumhuriyet’le, benimsenen yanlış yöntemler nedeniyle ne tam demokratıkleştirebilmiş ne tam refaha kavufturabilmiş ne de istikrarlı ve dayanışmacı bir ulusla taçlandırabiİmişiz.
İmparatorluk geçmişimize ilişkin olarak benimsediğimiz büyük unutkanlık (amnesia) sadece koca bir devlet ve devasa mal varlığını kaybetmenin acısını unutmak için değildi. Yenilmiştik; bugün artık adını bile bilmediğimiz nice “vatan”lar, yad ellerde nice canlar bırakıp gelmiştik. Yitmişligın, yitirmişligin travması katlanılacak türden değildi. Ama bütün bunlar, koca bir ulusun geçmişini “unutmaya yatması” için yeterli değildi. Osmanlı İmparatorluğunun son on yılını yöneten, yıkılışın sorumluluğunu taşıyan kadronun en tepesindekiler ülkeden kaçmış veya öldürülmüşlerdi ama aynı kadronun geri kalanı Cumhuriyet’i kurdu. Başına geçtikleri devletin her türlü nahoş habradan, kurucu kadronun her türlü kusurdan ari olması elzemdi. Yeni rejimin meşruiyeti ve kurucuların sorgusuzca benimsenmesi için geçmiş “seçilmiş bir politika” olarak unut(tur)uldu. Tarih sıfırlandı ve ülkenin sosyo-kültürel zenginliği yok sayıldı.
Doğum günü 29 Ekim 1923 olan ve sadece Sünni-Hanefi Müslüman Türklerden oluşan bir ulus-devlet icat edildi. o günden bu güne kadar bu ülkenin halkı sözü edilen “imal edilmiş” gerçeklere inandırılmaya çalışıldı, öyle olsunlar diye de inanılmaz baskılara ve acılara tabi tutuldu. Eğitim sistemimiz bu yapay gerçekleri tek ve sorgulanamaz doğrular diye kuşaklar boyu öğretti ve milyonlarca genci hem kendi toplumuna ve tarihine hem de dünyaya yabanileştirdı. Bizim tarihimizi ve sosyolojimizi resmi ideolojinin prizmasında çarpılmadan öğrenen ve söyleyen tüm yabancıları düşman bildik. Gerçekleri söyleme ve yazma cesareti gösteren az sayıdaki yerli bilim insanını ve yazarı da “hain” diye damgaladık. “Hainler” sürüldü, süründürüldü ve öldürüldü. Amaç çok açıktı: Ülke gerçekleri öğrenilmesin ve toplum tarihiyle ve bugünüyle yüzleşmesin. Yüzleşirse bunca başarısızlığın ve çarpıklığın hesabını soracaktı çünkü. Bu nedenle onbinler öldürüldü, yüzbinlere işkence edildi, halkın siyasete ortak olmak girişimleri darbelerle engellendi. Bu durumun “bin yıl” sürdürüleceği ilan edildi.
Tarihini bilmeyen, içinde yaladığı toplumu ummayan ve kendisine belletilenleri sorgulamayan bir toplum; bu şartlarda yaşamayı kabul etmeyen, içine sokulmak istenildiği kimliğe uymadıkları için inişiz acılar çekmek zorunda bırakılan azınlıkları “düşman” olarak tanıdı. Bu düşmanlık öyle boyutlara taşındı ki gayri Müslimlere ve Alevilere karşı programlar düzenlendi. Kürtlere karşı geçmişte kısmı seferberlikler ilan edildi, son çeyrek yüzyıldır da düşük yoğunluklu bir iç savaş sürüyor. Bu savaşın bedeli sadece maddi değil. Bakanlar Kurulu üyesi Sayın Cemil Çiçok’in ağzından olduğu için resmi rakamlarla bu süre içinde iç savaşa 300 milyar dolar harcandı. Buna rutin askeri harcamalar da eklenirse 400-500 milyar dolarlık bir kayıptan söz ediyoruz. Sırf Kürtleri Türkleştirmek ve rıza göstermediklerinde de bunu zorla kabul ettirmek için harcanan bu miktar, ülkenin kalkınmasına harcansaydı bugün Türkiye başka bir ligde olurdu, Avrupa Birliği üyesi olması için Brüksel’den ricacı heyetler gelirdi. Ama daha imanlısı, bu ülke içten kanamalı bir hasta gibi sürekli güç yitirmez, tarihi ve sosyo-kültürel gerçekleriyle barışık olurdu. Kendisini ideolojinin çarpılan aynasında değil bilimin aynasında gorür, değerlendirir ve daha sağlıklı ve ileri bir toplum olurdu.
Bu böyle olmadığı, olamadığı için Türk aydınlanması bir türlü gerçekleşemedi. Rejim bir türlü normalleşemedi, herkesi farklılıklarıyla içine alacak bir çoğulculuğa kavuşamadı. Baskıcı, otoriter ve ayırımcı bir karakter taşıdı. Milliyetçilik, bir zümre ideolojine indirgendi, farklılıkların organik birliği olan “yurtseverliğe” dönüşeceğine ırkçılığa komşu bir konuma oturdu.
Çoğulcu bir ulus oluşturulamadığı için cemaatlerden oluşan bir toplum olduk. Uluslaşma projemiz hem gecikti hem de olgunlaşamadı. Sanayileşmesini, modernleşmesini, kentlileşmesini ve demokratikleşmesini tamamlayamadiği için kurulduğu günden beri Türkiye “geçiş toplumu” olma statüsünden kurtulamadı.
Bu kitap, belirtilen nedenlerle Türkiye’ye ağır bedeller ödetmiş olan bir sorunun önce anlaşılması, sonra da çözümü konusunda 1994’ten, yani düşük yoğunluklu iç savaşın doruk nokta
sında olduğu yıldan bugüne değin gerçekleştirilen dört alan araştırmasını içermektedir. Yazarın gayesi çok açıktır. Bir sorun varsa önce tanımlanmalıdır ama bu tanım ideolojik veya siyasal değil, bilimsel olmalıdır. Sorunun tanımı yapıldıktan sonra çözüm Üretmek daha kolaydır. Ama sosyal sorunların en az iki tarafa vardır. O nedenle her sorun sorunluların katkılarıyla çözülmelidir. Peki biz sorunun “öteki tarafını” tanıyor muyuz? İşte yazarın ikinci gayesi; önce olmayanı, yani tarihte ve sosyal gerçeklikte var olmadığı iddia edileni tarihsel ve sosyolojik olarak görünür kılmak, sonra da onun, tarafı olduğu sorunun çözümü konusunda, kalkışım sağlamaktır.
Umarım bu kitap ülkemizde bunca acı ve kayba neden olan ve geçmişte verilen siyasi kararlar nedeniyle ortaya çıkan bir sorunun önce anlaşılmasına, sonra da çözümüne katkıda bulunur.
Prof. Dr. Doğu Ergil Nisan 2009, Ankara