İsrail istihbarat örgütünde bir sorgu memurunun kendi ağzından dinlediğimiz hikâyesini anlatıyor Limasol. Arapları, Filistinlileri sorgu odalarında psikolojik baskılarla, tehditlerle, gerektiğinde şiddete başvurarak konuşturmaya çalışan, eski barış yanlısı bu memurun adını hiç öğrenemiyoruz. Ama bu adsız kahramanın aslında en çok kendisini sorgulayarak yürüttüğü misyonları, Filistin-İsrail arasındaki çatışmalara, günümüz İsrail toplumuna ışık tutan buhranlı bir sürece dönüşüyor.
Fransa’da 2011 Polisiye Edebiyat Ödülü’nü alan Limasol, sürükleyici, kara bir casusluk romanı olmasının ötesinde, kimliğini arayan iki sorunlu halkın bireylerini uzak gölgeler olmaktan çıkarıyor. İntihar bombacıları, örgüt üyeleri, şairler, entellektüeller, uyuşturucu bağımlıları, bağnazlar, laik aileler Sarid’in kaleminde psikolojik derinlikleriyle, ayakta kalma
çabalarıyla ve atalardan kalma değerlerine tutunma içgüdüleriyle kanlı canlı figürlere dönüşüyor.
Aşk da yine mücadeleyle şekilleniyor Sarid’in romanında. Yorgun evliliğini zorluklarla yürüten kahraman, orta yaşlı Dafna’nın efsanevi güzelliğinde neredeyse bir barış mesajı yakalıyor. Ancak aşktaki özverisi bile koşullarla acılaşarak asla neşe getirmiyor hatta kendi kaçınılmaz sonunu hazırlıyor.
Düşman nedir? İnsanın asıl düşmanı kimdir? gibi derin sorulara da cevap arayan Limasol, Ortadoğu’daki ezeli çarpışmaya değerlerini ve insanlığını koruyarak bakmaya çalışmanın sancılı ve sürükleyici bir hikâyesi.
***
Gerçek olaylar ve yaşayan kişilerle
her türlü benzerlik tamamen rastlantısaldır.
Raşeli’ye…
Biraz daha kaldım arabada. Onun fotoğrafını iyice içime sindirmek için değil yalnızca, Here Comes the Sun‘ı sonuna kadar dinleyebilmek için. George Harrison’ı radyoda sık çalmıyorlar, üstelik insan sabah saatlerinde nadiren böyle iyi şarkılar dinleyebiliyor. Birisiyle ilk kez karşılaşmadan önce onun yüzüyle yakınlık kurmak bana öteden beri önemli görünmüştür. Şaşırmamak. Bu eski fotoğrafta çok güzel görünüyordu kadın: Saçları topluydu, yüksek bir alnı vardı, artık kimsenin tanımadığı bir grup entelektüelin ortasında gülümsüyordu bana.
Temmuz sonunda bir sabahtı. Sokak uzun tatillerde şehirlere yayılan o huzurla yıkanıyordu; kediler günlük azıklarını çıkarmak için çöp tenekelerini eşeliyorlardı; kenarlarında ılgın ağaçları uzanan caddede, iki delikanlı dudaklarında hafif birer gülümseme, kollarının altında sörf tahtalarıyla plaja doğru yürüyordu.
Telefonda üçüncü katta oturduğunu söylemişti. Bazı posta kutuları yapıştırma tabakaları altında kaybolmuştu, gelip giden genç kiracılardan kalan hatıralar… bazılarında artık bu dünyada olmayan insanların Latin harfleriyle yazılmış adları duruyordu hâlâ. Bakımsız bir apartmandı, duvarlarda sıvalar pul pul olmuş, merdiven boşluğundaki dar uzun pencereler, terk edilmiş bir manastırdaki gibi pislikten donuklaşmıştı. Dafna kapıyı açtığında ayakları çıplak, saçları toplu, bakışları deliciydi. işte ilk bakışta yakalayabildiklerim.
“Telefondayım, siz girin,” cümlesiyle buyur etti beni. Telefon konuşmasından bölük pörçük şeyler yakaladım, kısa bir gülüş, gündelik konuşmalar. “Tamam, şimdi kapatmam gerekiyor, beni bekliyorlar.”
Salonunu incelemek için bu fırsatı değerlendirdim: 1970’ler tarzı iki rahat kanepe, incir ağacının tepesine bakan büyük bir pencere, küçük bir televizyon, duvarlarda yakından bakma fırsatı bulamadığım ilginç birkaç sanat eseri. İyi ışık alan daire bir iç avluya bakıyordu; tuhaftır ama, kendimi loş bir yerde bulacağımı sanmıştım… “Gelin, mutfakta oturalım,” diye beni çağırmasıyla tüm tahminlerim yarıda kesildi.
Rengârenk, el işi bir masa örtüsünün serili olduğu yuvarlak masada bir tomar kâğıt ve içinde çürümeye yüz tutmuş şeftaliler olan büyük bir tabak duruyordu. Radyodan hafif hafif müzik sesi geliyordu, Chopin’di belki, belki de bilmediğim bir başka besteci.
“Neden beni görmek istediniz?” diye başladı, şaşırtıcı ölçüde genç bir sesle.
“Bana yardım edebilecek birini arıyordum, sizi tavsiye ettiler. Yazmayı öğrenmek istiyorum.”
“Bu ne kadar önemli sizin için? Bu işe vakit harcamaya hazır hissediyor musunuz?” Sakin bir tonda konuşuyordu, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme; bir bacağını kalçalarının altına almış, iskemlede oturuyordu. İşte o anda esnek, çok bol bir pantolon giydiğini fark ettim.
“Evet, bu yüzden sizi görmeye geldim.”
“Çalışmıyor musunuz? Nasıl geçiniyorsunuz?” diye sorguladı beni; ciddileşmişti, dikkatini toplayınca yüzüne neredeyse erkeksi bir güç ifadesi yerleşmişti.
“Bugüne kadar yeterince çalıştım. Şimdi yazmak istiyorum. Benim için en önemli şey bu.” Programlanmış senaryo buydu, ben de ona bağlı kaldım, öyle ya da böyle, o an için hedefimden uzaklaşmama gerek yoktu.
“Bazıları kendi yapacağı işi benden bekliyor,” diye devam etti, ellerini masaya koyarak. Temiz, kısa kesilmiş tırnakları vardı. “Böyle bir alışkanlığım yoktur. Yazdıklarınızın yayınlanmasını istiyorsanız, çok sıkı çalışmanız gerek. Sizin yerinize ben yazacak değilim.”
Aromatik otların bittiği saksılar parmaklıklı pencerelerin kenarına dizilmişti. Burada da yağmurlarla, dalgaların serpintisiyle derinleşmiş çatlakların uzayıp gittiği duvarlar pul pul olmuştu. Tavan da öyle.
Nerede çalıştığımı sordu, bağdaş kurdu.
“Para piyasaları hareketliyken on üç yıl bir yatırım şirketinin yönetimindeydim, sonra istifa ettim. Belki bir gün geri dönerim, kim bilir? Her neyse, şu an için yeterince param var, ilgilendiğim şey de yaratmak. Küçüklüğümden beri kitap yazma hayali kuruyorum.” Böyle laflar edebildiğime inanamıyordum, ama rolüme bağlı kalmalı, kim olacağıma doğru karar vermeliydim.
“Yine de bir finans danışmanı için biraz tuhaf bir konu seçmişsiniz. Gidip nerede araştıracaksınız bunu?”
“Aslında tarih eğitimine üniversitede başlamıştım, sonra çalışmak için bırakmak zorunda kaldım. O dönemde tesadüfen, eski zamanlarda ağaçkavunu ticaretinden söz eden bir gazete makalesine rastlamıştım, sonrasında da peşini bırakmadım. Ayrıca metinleri taradım, Mişna’da¹ ve bazı Latince metinlerde de farklı biçimlerde bu konudan söz edildiğini keşfettim. Tüm bunlar hayal gücümü tetikledi.”
Esmerleşmiş, ince uzun elleri, parmaklarında birçok altın yüzük vardı, gözleri öyle derindi ki rahatsızlık duymadan onlara bakmakta zorlanıyordum. ince uzun boynu küçük, incecik çizgilerin izini taşımaya başlamıştı bile — ama ne tuhaftır ki bunu estetikten uzak bulmuyordum. Aldığım bilgilere göre, benden yedi yaş büyüktü, bu da demek oluyor ki o orduya girdiğinde, ben de ortaokula başlamıştım.
“Bu sayfalardan anlaşılan tek şey ne yapmaya çalıştığınız,” dedi. “Daha yolun başındasınız.”
“Acelem yok.”
“Elinizdeki şu birkaç parça kâğıt yarın sabah matbaaya gitmeyecek, anlaştık değil mi? Tamam, şimdi, beklentilerinize gelelim. Büyük hayal kırıklıklarından kaçınmayı tercih ederim. Ne siz bunu kaldırırsınız ne de ben,” diye ekledi gülerek. “Yetenek fukaralığından dolayı kendini asmış olanların sayısı duygusal bir yıkım sebebiyle bunu yapmış olanlardan daha fazla.”
“İçiniz rahat olsun, kendimi asmayacağım,” dedim ben de gülerek. “Finansçılar arasında çatıdan atlamak daha yaygındır. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi bir kitap yazmak istiyorum, o kadar. Artık çocuk değilim, sabrım da var. Yıllar boyu uzun mesafeler yüzerek antrenman yaptım.”
O anda onu uyuşukluğundan çekip çıkarmayı başardığımı fark ettim, silkinip gülümsedi: “Şu işe bak, ben de yüzüyorum… Siz nerede çalışıyorsunuz?” diye sordu gerçek bir merakla.
Çok gençken Rehovot’ta Weizmann Enstitüsü’nün havuzuna gittiğimi, İsrail küçükler şampiyonalarında bin beş yüz metre serbestte beşinci olduğumu anlattım. Parlak bir yüzücü değildim, ama sebatkârdım, haftada üç-dört kez yapılan antrenmanların birini bile kaçırmamıştım. Genelde insanlar suda saatlerce kendileriyle baş başa kaldıklarında sıkılırlardı. Ama benim sevdiğim şey de tam olarak bu yalnızlıktı.
“Haftada birkaç kez yüzmeye gidiyorum,” dedi Dafna. “Her seferinde iki kilometre, arada sırada palet takıyorum ya da bileklerime yüzdürücüler bağlıyorum.” Ondan yayılan o canlılık ve huzur havasının nereden geldiğini anlamıştım şimdi. Ciddiyetle yüzen insanlara hep bir zaafım olmuştur.
Nereli olduğumu sordu.
“Rehovot’ta doğdum. Babam ziraat dersleri verir, annem ilkokul öğretmenidir. Çok sıradan bir hikâyem var, hele Rehovot gibi bir şehir için.”
“Sıradan hikâye yoktur. Yalnızca bu cümleyle bile bin tane roman yazılabilir. Bu konuda anlatacağınız çok şey olduğuna eminim.”
Yüzümün kızarmasına engel olamadım; bunu fark edince kahkahayı bastı. Dikkat et, diye kendi kendimi uyardım, kadın senden çok daha akıllı.
“Nereden başlamak istersiniz?” diye sordu. Mutfak penceresinin kenarındaki aromatik bitkilerden birine bir kuş gelip kondu, şakımasını dinleme onuruna eriştik.
“Bunu siz söyleyeceksiniz,” dedim.
“Kahramanınızdan söz edebiliriz belki.”
“Hakkında bildiğim ne varsa yazdım. Yahudi bir tüccar bu, tapınağın yıkılışından sonra israil topraklarına getirmek istediği ağaçkavunlarını aramak üzere bir Yunan adasına gidiyor.”
“Tanıyor musunuz onu?”
“Sanırım evet. Kâğıda aktarmadan önce uzun süre içimde beklettim onu. Bir dönem çok fazla iş seyahatine çıktım, her an yanımdaydı, hatta birçok kez ağaçkavunu peşindeki bu adam ben oldum. Ayrıca kütüphanede bu hikâyeyle ilgili ne bulduysam topladım ve geçen yıl, kaldığı Yunan adasına giderek araştırmamı sürdürdüm. Yeryüzünde bir cennet varsa eğer, orası Naksos’tur. Üstelik orada hâlâ ağaçkavunu yetiştiriliyor.”
Bunun üzerine Dafna beni sorulara boğdu: “Neye benzer bu adam? Ne düşünür, neden bu işin peşine düşüyor? Sizin bu ağaçkavunu tüccarı kahvaltıda ne yer?” Birbirinden epeyce ayrık ön dişlerinin üstünde yoğunlaşan ya da esnek el kol hareketleriyle hızlı konuşmasında belirginleşen genç bir yanı vardı.
Bu Allah’ın belası yerde ne işim var, diye sordum kendi kendime. Daha işin başında başka türlü bir kılıf bulmam gerekiyordu… iyi güzel de… başka nasıl bir kılıf bulabilirdim ki?
“Bu adam ayakta kalmayı başarmış biri,” diyerek devam ettim. “Çok fazla soru sormuyor. Felaketten sonra küçük hayatını sürdürmeye ve Sukot Bayramı için ağaçkavunları satmaya çalışıyor, o kadar. Kendi işine bakan biri, diyelim.”
“Öyle bir insan tipi yok,” diyerek sözümü kesti. “Kendine çok fazla soru sormayan biri yok. İki haftalık bir yolculuk için kahramanı bir gemiye bindiriyorsunuz; size garanti ederim, kafası öyle doludur ki içten içe yanıp tutuşuyordur. Zaten her zaman daha çok düşünür, daha az harekete geçeriz.”
Bu konuda aynı fikirde değildim. Düşünmemek için kendisini sürekli bir işle meşgul eden onlarca insan tanımıştım.
Dafna kalkıp kahve hazırlamaya gitti. Mutfak aletlerinin bir tanesi bile yeni değildi: Gazocağı eski modeldi, fırını Rehovot’taki büyükannemin kullandığına benziyordu, buzdolabıysa İsrail markası Amcor’du, 1960’lardan kalma olmalıydı. Ama her şey tertemizdi, tatlı mı tatlı, sanki süzgeçten geçirilmiş bir ışıkla aydınlanmıştı, odaya sızmadan önce sanki bir şeylerin içinden geçmiş bir ışıkla.
“Kahvenize süt koyuyorsunuzdur herhalde,” dedi. “Ama sütüm yok ne yazık ki.”
“Sütsüz içiyorum,” diye cevap verdim gülerek. “Sade kahve içerim. Türk kahvesi.”
Arkasını dönüp mırıldandı: “Pek bankacı havası yok sizde. Sizde bir türlü çözemediğim bir şeyler var… Kaç şeker?”
Sonra Anadolu’yu dolaşan kahramanımdan söz ettik yine. Dönemin yelkenli gemilerini anlattım ona — buluşmamızdan önce bulabildiğim her ayrıntıyı toplamıştım. O da bana adamımızın aklından geçebilecekler konusunda yardım etti.
“Evli mi?” diye sordu. “Aşık olduğu bir kadın var mı?”
“Otuz beş yaşında. O dönemde otuz beş yaşında bir bekâra rastlanmazdı. Dolayısıyla bir karısı, epeyce de çocuğu olmalı. Ama seyahat etmeyi seviyor. Üstelik, denizlere açıldığında ülkesi yerle bir edilmiş durumda.”
“Karısı için ölüp bitiyor mu,” diyerek araya girdi, “yoksa yolda başka kadınlara da bakıyor mu?”
Heyecanlanmış gibi yaptım: “Çok doğru, bir şeylerin eksik olduğunu biliyordum! Bir kitap seks olmadan satmaz. İzmir Limanı’ndan yola çıkmadan önce onu bir fahişeyle yatağa soksam, nasıl olur?”
“Hayır, hayır!” Güldü, elini itiraz ediyormuş gibi salladı. “Yapmayın… Hele ki kadına asla fahişe demeyin.”
Bir yazara yakışacağını düşündüğüm sarı bir bloknot almıştım, konuştuğumuz temel konuları not aldım. Bir sonraki buluşmamızda öykümün başını yeniden yazacağıma söz verdim.
Kalkıp telefonda anlaştığımız gibi masaya yüz şekel bıraktım. Beni kapıya kadar geçirdi, kapı kolunu aşağı indirdiğim anda, ciddi bir sesle şöyle dedi: “Hiçbir söz vermiyorum. Yayınlanacağınızı garanti edemem. Paranızı boş yere de harcıyor olabilirsiniz, hiçbir yere varamayabiliriz.”
“Benim açımdan sorun yok. Söylediğim gibi, ben büyük bir oğlan çocuğuyum.”
“Hayal kırıklığına uğramanızı istemem,” diye tekrarladı bir kez daha. “Elimden bir şeyin gelmeyeceği durumlar olabilir.”
“Biliyorum Dafna, endişe etmeyin.” Ona ilk kez adıyla sesleniyordum.
Bir sonraki buluşmamız gelecek haftaydı.
Büroya döndüğümde ziyaretimin kısa bir özetini çıkardım ve iç yazışma olarak elektronik postayla yolladım. Saniyesinde Hayim arayıp hemen yanına gitmemi istedi. Önünden geçtiğim masalarda çalışanlara merhabalar dağıta dağıta koridorun sonuna geldim. Şefim her zamanki gibi bilgisayarının arkasında kendini salmış oturuyor, kâğıtların altında kalmış gibi görünüyordu.
“Nasıl geçti?” diyerek soruşturmasına başladı hemen. Tıraş olmamıştı, sofuluğunun gerektirdiği herhangi bir orucun parçası olmalıydı bu vaziyet.
“Özel ders gibi. Bütün hikâyemi didik didik etti. Nasıl üstesinden geleceğim bilmiyorum.”
“Mecbursun,” dedi çarpık bir gülümsemeyle. “Zaten seni bu hikâyenin biraz uyduruk olduğu konusunda uyarmıştım. Nereden gidip buldun bilmiyorum. O dönemde İsrail’de ağaçkavunu yetiştiriliyordu, kimsenin gidip Yunanistan’dan getirmesine gerek yoktu.”
Elimdeki Mişna cildini gösterdim, bu gerekçemi bir el hareketiyle hiçe saydı: “İşte cahil takımı Gemara’nın² üstüne eğilince tam da böyle oluyor. Yalnızca olguları ele alıp ruhani boyutunu dikkate almıyorlar. Gel de benimle haftada bir gün çalış, o zaman işin prensibini anlarsın,” dedi ve hemen ekledi: “Gazze’deki adamı ne zaman buraya getirtebileceğimiz konusunda bir fikrin var mı?”
“Önümüzdeki ya da ondan sonraki hafta. Kadınla en azından bir ders daha yapmam gerek. Bu arada işbirliğini kabul edeceğini umalım.”
“Sence evet diyecek mi?” dedi Hayim gerginlikle, kıpkırmızı gözlerini bana çevirmişti.
“Sanırım başka seçeneği kalmayacak.”
“Beni sürekli haberdar et. Biliyorsun bu işte yalnız değiliz. Her ayrıntıyı bilmek istiyorum.”
.
Dafna’yla ilgili dosyadaki başlıca belgeler eski gazete kupürleriydi: kitap eki eleştirileri, ilk kitabıyla ilgili iyi, ikinci kitabıyla ilgiliyse pek de sıcak olmayan eleştiriler; sol gazete Olam Haze’de (Burada Dünya) yayınlanmış bir fotoğraf, daha genç kızken çekilmiş, yirmi iki, yirmi üç yaşlarında, mini etekli, karpuz yiyor, eski Yafa’da bir taraçaya oturmuş, yanında da tahrik gücü o dönemde rakipsiz olan yazar Dan ben Amotz var. Dafna büyük güneş gözlüğü takmış, fotoğrafın altındaki yazı dedikodu sütunlarındakini aratmıyor.
Yayınlanmamış, teleobjektifle çekilmiş fotoğraflar da vardı, daha çok suikast hazırlık dosyalarında rastlanan cinsten. Bir tanesinde, 1981’de, Nasıra’da bir İsrail-Filistin yürüyüşündeydi; bir başkasında Samiriye’de sanayileşmeye karşı bir gösterideydi. Aslında aynı vaziyetlerde çekilmiş dört-beş fotoğrafı vardı, ama objektifin yalnızca ona odaklandığı tek bir klişe vardı (ki bu da nefesimi kesti): Dar bir sokakta ayakta dikilmiş, zeytin ağaçlarının önünde yaşlı bir Arap’la konuşuyordu. Kocaman gözleri ışıldıyor, Arapça ve İbranice yazılmış bir pankartı sallıyordu. Şanssızlık bu ya, birisi işini iyi yapmamıştı çünkü bu sahnenin nerede yer aldığını ne yaptıysam çıkaramadım. Ne tarih ne de yer belliydi. Ayrıca Dafna’nın hiçbir anda, ister etrafındakiler haykırsın, ister kendisi de gürültülü protestolara katılsın, asla öfkeli görünmediğini fark ettim. Neredeyse bir figüran gibi duruyordu fotoğraflarda. Zaten ben bu işle ilgilenmeye başlamadan önce bizim büroda onun adına düzenlenmiş bir dosya yoktu, Dafna’yla ilgili belgelerin başkalarının evinde (ondan daha önemli kişilerin evinde) araştırılmasını ben istedim.
İlk kitabında Tel Aviv’de, Akdeniz kıyısında, Karmel Çarşısı yakınlarında, inşaat işçisi Bulgar bir baba ve savaştan sonra Avrupa’dan tek başına çıkıp gelmiş bir anneyle geçen çocukluğunu anlatmıştı. Ailesi onu ileri yaşlarda dünyaya getirmişti, ıstıraplı bir hayat sürmüş insanlardı… bütün bunlara rağmen kitaptan bir yaşam sevinci yayılıyordu, aydınlık bir kitaptı. Deniz konulu harika bir bölüm vardı örneğin, babasının onu kollarına alıp ilk kez suya soktuğu ânı anlatıyordu. 1978’de yayınlanan roman çok iyi eleştiriler almış; daha yirmi üç yaşında olmasına rağmen, Dafna İbrani edebiyatında, özgün, yeni, tabuları yıkmaya hazır ama merhametli bir kadın sesi olarak nitelenmişti. Bu kitap çok
————
1 Talmud’un ilk bölümü. (Ç.N.)
2 Talmud’un ikinci bölümü. (Ç.N.)